31.7.14

museum of natural ugliness.


aynı anda farklı zamanlarda yaşadığını düşündün mü hiç? veya daha önce hiç olmadığın bir yerde uyandığını hayal ettin mi? ve hayatına o şekilde devam ettiğini...

zaten o hayata aitmişsin hissi.

hiçbir zaman o an'a ait olmamışsın düşüncesi.

bedenini ve ruhunu koyacak bir yer bulamadığın o an, aslına bakarsan her an, büyük harfleri ortadan kaldırırsan hayat daha huzurlu bir yer olacakmış gibi gelmiyor mu?

hayatı nereye koyacağını bilememenin bilge sakarlığı.

zamanın acımasızlığı tesadüfleri barındırmasında. bir de şehrin. zamana ve mekana sızmak için haklı gerekçeler aslında.

hayat, ciddiye alındıkça ağırlaşan bir yük. denizden çıktıktan sonra şezlonguna serdiğin havlunun bir türlü kurumaması gibi. sen batan güneşi izlerken o bütün ıslaklığı ile vücudunu üşütür ve elin aspirin'e uzanır. her güzel şey kötü biter. her ilişkinin sonu başından bellidir. her şeyin bir sonu vardır. hayatın da.

kim olduğunu bilmiyorum. muhtemelen tanışıyoruz. belki de sadece karşılaştık. günün birinde, herhangi bir yerde. tahminen yuvarlak delikleri küplerle tıkamaya çalıştığımız bir an'da. söylenmeyen sözler ağırlaştığında. beklemenin erdem değil çaresizlik olduğunu fark ettiğimizde. 

bindiğin taksinin sen batırdığın ilişkini düşünürken durduğu kırmızı ışıkta camından rüzgarla taşınan fırından yeni çıkmış ekmek kokusunun bir anda 8 yaşındaki yaz tatilinde elindeki torbadaki fırından yeni çıkmış ekmeğin köşesini yiyerek ananene el salladığın o sokakta bulabilirsin kendini.

havaalanında uçağının kalkmasını beklerken ertelediğin hayallerinin gerçek olmasını en çok istediğin o aralıkta karşı koltukta oturan kızın elbisesiyle seneler önce gördüğün rüyalardan aynı elbiseyi giydiğin ve her seferinde ilk kez geliyomuşçasına yabancılık çektiğin o eski ahşap evden çıkmaya çalıştığın birine gidebilirsin pekala.

arkadaşının evinin balkonunda oturmuş fırından yeni çıkan ev yapımı pizzayı artık eskisi kadar görüşememekten kaynaklanan duygusal tembelliğin iç huzursuzluğuyla yerken aynı hissi belki fesleğensiz ve fakat bol peynirli üniversite hayatına sarıp yutabilirsin.

evinin bahçesinin her köşesinden sevdiklerine dair hikayeler yeşerirken içlerinden birisinin anlattığı gerçeklerin üzerindeki gerçekleri dinlerken mekanın orta avrupa'nın bir köyüne ve zamanın orta çağ'dan bir kesitine dönüştüğü an'da bir ateş topunun içinde kazığa bağlanmış bir halde yanarak ölebilirsin.

tek başına yaşadığın o evde uyumadan önce sokak lambasından yansıyan ışığın bir önceki sene yaşanan depremden kalan çatlakların üzerine vurmasıyla oluşan gölgelerin yaydığı titreşimde hissettiğin derinlikte uyanmadan hemen önce içinden çıktığın denizin derinliğini bulabilirsin.

hayat, sen onu kokladığın, gördüğün, tattığın, işittiğin, hissettiğin kadar aslında. hayat, yaşadığın kadar. ve onu zaman(lar)a ve mekan(lar)a ve hayat(lar)a yaymak yine sen kadar.

çözülme, tüm bunları geride bıraktığında ve tüm bunları hayatının her an'ına bağladığında. hayatı anladığın ve fakat kabullenemediğin nokta. evet, tam orada. aniden çıkan rüzgarın içinden geçmesini izlemek gibi. önce yavaş çekimde, sonra birdenbire.

geçip gitmesini izle.

*

metal yorgunluğunu önlemek için vidaları ara sıra gevşetmeyi dene.

13.7.14

it meant everything and nothing at the same time.


hayatın bahsini en soğukkanlı halimle görüp cümlelere döküyorum. her an, dün gibi aklımda. zamanı durdurduğumu sanıyorum her seferinde. oysa zaman akıyor ve dönüp dolaşıp o şarkıyı başa alıyorum. halbuki iki sene geçmiş.

yollar serili önümde. ucunda durduğum. geri dönüp baktığım. tebeşirle çizdiğim. duvarlar ördüğüm. üzerine çarşaf serdiğim. parmak uçlarımdan kök saldığım. sesini dinlediğim. duvarlarını yıktığım. ucunu göremediğim.

yaptıklarımı bozup tüm parçaları kucağıma tekrar döken yollar. başka bir yola çıkmam için. kırıklarımı toplayıp yaralarımı saran yollar. açılacak yeni yaralara hazırlamak için. şerit çizgilerinin arasından bambaşka hayatlar saklayan yollar. beklenmeyeni bir anda yol arkadaşı yapmak için.

sıcaktan kavrulurken umulmadık bir anda, plastik sandalyeleri uçuran ve brandaları havalandıran bir fırtına çıkıyor. tüm tozun toprağın içinden berrak bir ufuk çizgisi beliriyor.

gideceğim yol.

basit. aslında çok basit-miş.

*

ampulün etrafında uçuşan sinekler gibiyiz. sıcaktan kavrulacağımızı bile bile, dönüp dolaşıp o ışığın etrafında toplanıyoruz.

yanmadan önce ışığı söndür.

yonca karakaş: rüyaların fotoğafçısı.*


- Bu ara hiç rüya görmüyorum.
- Görüyorsundur da, hatırlamıyorsundur.
/
- Dün gece bir rüya gördüm, bitmek bilmedi. Saatler sürdü.
- O 3 saniyedir de sana öyle gelmiştir.
/
- Çok kötü bir rüya gördüm.
- Tersi çıkar, sıkma canını.
/
- Gece uyanacak olursan gördüğün rüyayı not al.

Klişelerle örülü hayat akışını kıran belki de tek şeydir, rüya. O klişeleri besleyen bilimsel açıklamaların aksine, ben, gözler kapalıyken açılan zihnin büyüsü olarak tanımlıyorum rüyaları. Ve evet, uzun zamandır rüya görmüyorum.

Yonca Karakaş, rüyalarını fotoğraf serilerine dönüştüren İstanbullu bir fotoğrafçı. Günlük hayatında, toplumun asosyal olarak nitelendirebileceği bir karakter; içki içmiyor, sigara içmiyor, dışarda arkadaşlarıyla takılırken sıkılıyor. Ve fakat baktığı her yerde fotoğraf kareleri görüyor. Ve kendini yabancı incelerken, zihninde onların saçlarını değiştirirken ve yanlarına bazı objeler yerleştirirken buluyor.

Rüyalarını canlandırdığı fotoğrafları hakim pastel tonlar sayesinde huzurlu ve sakin gibi görünseler de aslında her bir kare kuşkulu ve tekinsiz anlamlara işaret ediyor. Korkuyla beslenen bir bilincin dip akıntısı. Sterilize hayatının aksine, bir sonraki adımda ne olacağının öngörülemediği ve içinde bulunulan durumun farkındalığından doğan tekinsiz bir dünya.


The Box serisi ilhamını Rad Bradbruy'nin Fahrenheit 451 romanından alıyor. Kitaplar itfaiyeciler tarafından yakıldığı, televizyonların beyin yıkayan programlar yayınladığı despotik bir dünyaya referans veriyor. Tıpkı yaşadığımız dünya gibi.


Golden Generation, günümüz görsel bombardımanı altında değerini ve anlamını yitiren tarihi belgeler hakkında. Tarih değerini yitirdikçe zihin de anlam kaymasına uğruyor.


Pop ise renkler dünyasının popüler kültür ögeleriyle harmanlandığı bir anlatım sıklıyor. Hızlı üretim, hızlı tüketim.

Zaten her yönüyle endişe edilebilecek bir hayat yaşarken başkalarının ne düşüneceğini önemsemeden, çekim yapacağı yeri, renkleri, saçları, makyajı ve kıyafetleri bizzat tasarlıyor Yonca. Güney çizgi film izleyerek başlıyor.

*

Kapalı göz kapaklarının ardındaki büyülü dünyaya.


* bu yazı 13.07.2014 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

12.7.14

12 temmuz 2012.


yine bu kez ve fakat son kez sana yazıyorum.

sadece teşekkür etmek için.

içimden bir süredir seninle konuşuyorum aslında. sana anlatıyorum bazı şeyleri. sen olsan ne cevap verirdin'i düşünüyorum. onu tartıyorum kafamda. eğip büküyorum. bileğime doluyorum verdiğin cevapları. bir süredir sık sık bileğimi ovuşturuyorum.

bir süredir düşünüyorum. sebepleri. sonuçları. tercihleri. yolları. oluşları. olamayışları. eski ahşap bir evin pencere pervazından sallanırmış gibi hissediyorum kendimi o anlarda. boşlukta sallanan ayakların her şeyin farkında olan bilinmezliği. 

zaman geçiyor gözümün önünden. ışıklar ve kelebekler halinde. halimden belli oluyor. kırılan kemiklerini topluyorum özenle. hepsini teker teker severek ve öperek yerleştiriyorum yerlerine. yeniden kaynayacakları günü bekliyorum. parmaklarım kedinin kulaklarının arkasına.

o güne döndüm bak, en başa. şarkıyı başa alıyorum. 

artık anlıyorum.