uzun zamandır yola çıkmadım. neredeyse bir senedir uzun bir yolda bulmadım kendimi. uzun zamandır yazmıyorum da. harfleri parçalarına ayırıp renklere döküyorum ne zamandır. boya kalemlerine tercih ediyorum kelimeleri.
bu sefer tek başıma çıktım yola. londra’ya. çok kez seyahat ettim tek başıma, ancak bu seferki başka. öyle ki ne giderken ne de dönerken -uçakta bile- yanımda kimse yoktu. en azından fiziksel olarak. zihin zaten kalabalık. kalpte de oturan biri var artık.
istikamet londra. boya kalemlerimi de aldım yanıma, kelimelerimi de. görülmek istenen çok yer olsa da gidilmek istenen tek şey var; alexander mcqueen: savage beauty sergisi. onun sırası gelecek ancak önce söylemek istediğim birkaç şey var…
ilk konu nefes almak noktasında. evet, nefes almak. gerçek anlamıyla, oksijen alıp karbondioksit vermek; mecaz anlamıyla, rahatlamak. diyeceğim o ki, doğaya dokunmak. fiziksel ve ruhsal olarak doğadan beslenmek. sabah uyanıp odanın penceresini açtığında içeri dolan serinliğin arasından gelen yaprak hışırtılarıyla parka bakmak. gergin ve yorgun geçen bir günün ardından yiyeceğini-içeceğini alıp parka oturmak. akşam koşmak için parka çıkmak. hafta sonu arkadaşlarınla parkta buluşmak. hayatının bir parçasını parkta yaşamak. öz cümle, parkla yaşamak. toprağın havaya dokunmasına izin vermek. o temasta kendine bir yer bulmak; o yere oturup vakit geçirmek. evet, politik bir şeyden bahsediyorum. bir uçtan diğerine yürüme mesafesi beş dakika bile sürmeyen bir park için yitirilenlerden sonra, tamamı yürünerek kat edilmeye kalksa yolda yaşlanılabilecek bir parkta olmak insanın canını sıkıyor, inan bana.
paris ve amsterdam’dan sonra londra da çeşmesinden su içilen şehirler arasında. bu, konu ‘insan’ olduğunda nerede durulduğunu da gösteriyor. evet, yine politik bir şeyden bahsediyorum. son derece insani bir durumdan söz ediyorum. çeşmeden su içmek. nokta.
diğer mevzular da bununla paralel düzlemlerde seyrediyor bir noktada. konu ulaşım veya erişim olduğunda, basit matematik seviyesinde çözülebilecek bir ağ var. her yere ulaşılabiliyor ve her yerde ücretsiz internete girilebiliyor. basit. ve insani. bu yüzeyden bir değerlendirme gibi görülebilir; yine de su çok da derin değil.
insanlarsa soğuk ve donuk sıfatlarının altında aslında oldukça güleryüzlü, yardımsever, her an sohbet etmeye hazır ve ayak üstü sohbetin ardından hayatlarına devam eden bir tavırda. ejderhalar gibiler. kendilerine yakıştırılan tüm o olumsuz karakterleri biliyor ve fakat ilgilenmiyorlar. sadece yakınlarına gidince gerçekte nasıl oldukları görülebiliyor. umursamazlıkları uzakta olanları aksi için inandırmak konusunda. hayatlarına devam ediyorlar.
gelelim londralı ‘o’ insana; alexander mcqueen. lee. lee, diyorum; çünkü ona karşı olan bağlılığım adıyla süregelen markasının ötesinde. nedenini bilmiyorum. belki londra’dan. belki londra’nın karanlık tarafından. belki o tarafla kurduğu romantik bağdan. belki bu bağı ördüğü iplerin -ve hatta kendi saçlarının- sağlamlığından.
sergi victoria&albert museum’da. south kensington metro durağından bir alt geçitle de içine çıkılabiliyor. rodin heykelleri ile çevrelenmiş bir koridor boyunca yürüdükten sonra sıraya giriliyor. saati gelen grup içeri alınıyor. patlayan flaşlarla yarı aydınlanan bir odada başlıyor yolculuk. kısa hikayesini okurken, lee’nin arkadan ‘this is london/this is where i came from’ dediğini duyuyorsun. tüm karanlığı, tüm asaleti, tüm zarafeti, tüm seksiliği ve tüm isyankarlığı ile londra; kumaşlara dokunmuş, vücutlara oturtulmuş, yüzlere maskelenmiş; kesilmiş, biçilmiş, dikilmiş, parçalanmış.
lee’nin asıl ustalığı, terziliği. vücut formuna bakışı, bu bakışı tasarımlarına ve özellikle pantolonlara yansıtışı. öyle ki, bir kadının en seksi yeri kuyruk sokumudur, diyerek düşük beli yeniden okuyup yeniden yaratıyor. “21. yüzyıl tasarımcılığı benimle başladı,” diyecek kadar cesur. ve haklı da.
sergi sezonlara; sezonlar bölümlere; bölümler konseptlere; konseptler hikayelere; hikayeler dekora ve müziğe dönüşüp seni içine alıyor. göz açıp kapayana kadar kendini o tasarımın içinde, tam da o hikayenin kahramanı olarak buluyorsun. lee’nin zihnindeki odalarda geziyorsun. o dönemde nelerden etkilendiğini, aklını nelerin meşgul ettiğini, içinde biriken şeyleri nasıl dışa vurduğunu görüyorsun. tartanlara sarınıp, boncuklara dolanıp, tüylerle kaplanıp geçiyorsun bir odadan diğerine. zihnin en karanlık köşelerinden en aydınlık deliklerine. mümkün olduğunu hayal bile edemeyeceğin bir yolculuk.
karanlıkta başlayıp aydınlığını bir yıldız çarpışması anındaki ışık çakışında bulan; dağılan parçalarının yeniden ve bu kez sonsuza kadar karanlığa gömüldüğü bir adamın yalnız başına yaptığı yolculuk.
*
londra’da geçirdiğim dört günde çok yürüdüm. sokaklar, metrolar, köprüler geçtim. parkta güneşlendiğim günün akşamında yağmura yakalandım. insanlarla konuştum. şehri duymak için kulaklıkla müzik dinlemedim. ‘ingiliz’ denen her şeyin tadına baktım. binaların kiremitlerine, duvarların kabartmalarına dokundum. hepsi aklımda; old spatialfields’ta vintage matbaa harfleri satan adamla ettiğim sohbet, barda çalan şarkı, fins&trotters’ın fish&chips’i, national history museum’un kiremitlerindeki kertenkele kabartmaları…
unutmamak için anlatmak, sindirmek için zaman gerekiyor.
ve asıl yolculuk eve dönerken başlıyor.
*bu yazı 20.05.2015 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.