30.8.11
hayatın ne kadar gerçek olduğunu anlamak için iki şey yapılabilir: birincisi, koluna iğne batırmak; ikincisi, mezarlığa gitmek. ben bugün ikincisini yaptım. yedi ay içinde ikinci kez dedemi, altı sene sonra ilk kez amcamı gördüm. tuhaf. o 'artık olmama' hali. bir var bir yok hali. artık olmayacak hali. ağaçlar duyguların atmosfere dağılmasına, kaçıp gitmesine izin vermiyor ya, o yüzden o kadar ağır bir havası var mezarlıkların. kapısından girdiğiniz an solumaya başladığınız havada onca duygu, onca isyan, onca ağırlık. çöküp kalıyor başınızın ortasına. tam iki gözünüzün arasına. "ölmek istedim," gibi değil. "benim için öldün," gibi değil. gerçekten ölme hali. hayatın belki de en gerçek hali. korkar gibi değil. koluna iğne batırır gibi.
29.8.11
between waiting and flying.
havaalanlarını oldum olası çok sevmişimdir. devasa bir camekânın içinde uçmayı bekleyen insanlar. umutlara, kayıplara, hayal kırıklıklarına bir an önce gitmek isteyen. bekletmeye gelemeyen. sakin bir telaş vardır hallerinde. tedirgindir hep bekleyişleri.
tuhaf bir halet-i ruhiyesi vardır havaalanlarının. insanın ruhu dışarı taşmaya meyleder o ferah feza camekânda. o yüzden duygulardan bir katman vardır ya atmosferinde, her an bedenlere yağmaya müsait bir bulutluluk.
her daim ufacıktır o insanlar, yaşları kaç olursa olsun. yaşım kaç olursa olsun kapladığım alan hep nokta kadar. bedenimin ve ruhumun salınıp durduğu kadar.
farklı bir aydınlıktır o camekânınki. gündüzleri de bir başka ışır içerisi. gündüzle arasına bir set çeker. o setin arkasından izlersin uçakları. ta ki sen de bir tanesine binene kadar. o zaman gerçek hayata karışır bir nokta oluverirsin, isimsiz. geceler ise bambaşkadır. hem içindesindir zamanın hem de dışında. karanlığı görüp aydınlıktan bir daire çizersin etrafına. siyahı görürsün beyazı yaşarken. tıpkı giderken senden nefret eden insanlar gibi. onlar nefret etmese sen nasıl gidebilirdin ki? karanlığa bakıp zamansızlığında nefes alırsın. karanlığın zifiriliğini delip geçen ışıklar gibi bir umut. ne kadar karanlık olsa da bilirsin, gün ağarınca eflatun rengine bürünür ya, o zaman başlarsın gerçekliğine yaklaşmaya.
havaalanları, seni kendinden uzaklaştırırken bir yandan da gerçekle karşı karşıya getirip ruhunu sorgulatandır. sırça bir fanusta kırılganlıklarınla burun buruna getirip bulutlara baktıran. o bulutlara karışmayı gerçekten isteyecek tutkuyu aşılayan. bu yüzden havaalanlarını oldum olası çok sevmişimdir.
tuhaf bir halet-i ruhiyesi vardır havaalanlarının. insanın ruhu dışarı taşmaya meyleder o ferah feza camekânda. o yüzden duygulardan bir katman vardır ya atmosferinde, her an bedenlere yağmaya müsait bir bulutluluk.
her daim ufacıktır o insanlar, yaşları kaç olursa olsun. yaşım kaç olursa olsun kapladığım alan hep nokta kadar. bedenimin ve ruhumun salınıp durduğu kadar.
farklı bir aydınlıktır o camekânınki. gündüzleri de bir başka ışır içerisi. gündüzle arasına bir set çeker. o setin arkasından izlersin uçakları. ta ki sen de bir tanesine binene kadar. o zaman gerçek hayata karışır bir nokta oluverirsin, isimsiz. geceler ise bambaşkadır. hem içindesindir zamanın hem de dışında. karanlığı görüp aydınlıktan bir daire çizersin etrafına. siyahı görürsün beyazı yaşarken. tıpkı giderken senden nefret eden insanlar gibi. onlar nefret etmese sen nasıl gidebilirdin ki? karanlığa bakıp zamansızlığında nefes alırsın. karanlığın zifiriliğini delip geçen ışıklar gibi bir umut. ne kadar karanlık olsa da bilirsin, gün ağarınca eflatun rengine bürünür ya, o zaman başlarsın gerçekliğine yaklaşmaya.
havaalanları, seni kendinden uzaklaştırırken bir yandan da gerçekle karşı karşıya getirip ruhunu sorgulatandır. sırça bir fanusta kırılganlıklarınla burun buruna getirip bulutlara baktıran. o bulutlara karışmayı gerçekten isteyecek tutkuyu aşılayan. bu yüzden havaalanlarını oldum olası çok sevmişimdir.
dolu dolu iki gün devirdim burda. iki gün önce bu saatlerde indim uçaktan. bir omzumda en hafifinden eşyaların olduğu çanta diğerinde laptop ve ıvır zıvırların olduğu başka bir çanta. ve bu 'başka bir çanta'nın omzumda yarattığı tahribat henüz geçmiş değil. elbisenin askısının bağcığının üzerine binen yükle omzumda mosmor ve ip gibi bıraktığı iz. bunu fark etmem için üzerinden 24 saat geçmesinin gerekliliği ise bünyemin acı eşiğinin tartışmaya kapalı yüksekliği olsa gerek.
ve yeni izler. güneş alerjilerini saymazsak bir de güneş yanığı. deniz suyu sıcaklığının 30 derece olmasından mütevellit gitmeye tenezzül etmediğim sahil havasını evin terasında pekala yaratmak suretiyle iki gündür güneşlenmenin dayanılmaz hafifliği.
burda yenen salatanın tadı bile bir başka, inanmazsın ama. yeşillik diye burun kıvırdığın şeyler aslında öyle lezzetli ki. insanın buraya yerleşesi geliyor bi' an, kısacık bir an tabi. sonra geçiyor. e tabi karides ve somon faktörünün de hakkını yememek lazım. denizden çıkan babamı yediğim noktadayım, nokta.
ve lezzetli olan bir diğer şeyse anneyle yenen cheesecake. her zaman yediğim şey belki, yine de bu seferkinin kreması daha mı kıvamında ne.
laptoptan yayılan sıcaklığı ne sen sor, ne ben söyleyeyim. dışarısı da bi' acayip, hiç öyle "istanbul çok sıcak, yanıyo," diğe ağlama.
aslında şu ana kadar çektiğim fotoğrafları atıp bir de onları klasörlemekti amacım ancak daha biriken bir şey yok, dolayısıyla isim de yok.
isim olarak notunu düşebileceğim tek şey bloc party - so here we are olabilir aslında. tıkla çekinme. bir yandan da dinleyebilirsin, bu saatte iyi gider.
iki dolu dolu günüm daha var burda. sonra, salı gecesi yolunu uyuyarak geçireceğim bodrum faslı.
tek alışamadığım sert ve yüksek yastıklar ile şu baş ağrısı.
25.8.11
8 -yazıyla sekiz- gün için ihtiyacım olan şeyler:
şort,
bol miktarda atlet,
gece serinliği için gömlek,
güneş gözlüğü,
tabi ki bikini,
ve tabi ki kitap.
gerisi teferruat.
çantam hafif.
zihnim boş.
yaklaşık 10 dakika sonra, check-in'imi de yaptıktan sonra, büyük bir iç huzuruyla, tatil moduna girebilirim.
antalya ve bodrum -ve belki çeşme- hattında yine site için bir şeyler yapmam gerecek olsa da, döndüğüm hafta boyunca konserden defileye koşturacak olsam da...
evet, check-in zamanı. lütfen kemerlerinizi bağlayın ve koltuklarınızı dik, masalarınızı kapalı konuma getirin. çünkü başlıyoruz.
22.8.11
eloise: i remember everything.
her gün bir dolu an saklar içinde. gözünü yeni bir güne her açtığında, neyle karşılaşacağını bilmeksizin kalkarsın o yataktan. nefes al. nefes ver. zamanın nasıl geçtiğini anlamaksızın yine başladığın yere döndüğünde bütün bir günün ağırlığını pay edersin hücrelerine. ve düşünürsün. o anları kırpa kırpa, bir filmin negatifi gibi, parça parça eklersin geçen diğer günlerin yanına. kimisi uzun, kimisi kısa. sesleriyle, kokularıyla, kelimeleriyle koyar kaldırırsın aklının kutusuna. bir gün bir an gelir ve eskilerden bir negatifi çıkartıp koyar önüne. kimisi de olduğu yerde tozlanır, sen fark etmediğin sürece de üzeri kapanmaya devam eder. yine de birikir, birikir. kutu üstüne kutu eklersin aklının boşluklarına. ne o negatifler eksilir ne de sığmaz olursun boşluklarına.
hiç yok olmaz ya o anılar, sahi insan nasıl yaşar o anların ağırlığıyla?
uyuyunca geçer, dedikleri bu mudur? insanın hafiflemesi midir yaşadıklarından yoksa her rüyada daha çok yer açabilmek midir yeni anlara? yükünü sırtlanmışsan bir kere, her uyanışında daha derin nefesler alabiliyorsundur belki de. her günün gecesinde toparladığın film şeritlerini özenle yerleştiriyorsundur yerlerine. bir gün bir sesle, bir kokuyla, bir kelimeyle geri çağırmak üzere.
unutmak için değil, daha iyi hatırlamak için uyur insan.
her gün bir dolu an saklar içinde. gözünü yeni bir güne her açtığında, neyle karşılaşacağını bilmeksizin kalkarsın o yataktan. nefes al. nefes ver. zamanın nasıl geçtiğini anlamaksızın yine başladığın yere döndüğünde bütün bir günün ağırlığını pay edersin hücrelerine. ve düşünürsün. o anları kırpa kırpa, bir filmin negatifi gibi, parça parça eklersin geçen diğer günlerin yanına. kimisi uzun, kimisi kısa. sesleriyle, kokularıyla, kelimeleriyle koyar kaldırırsın aklının kutusuna. bir gün bir an gelir ve eskilerden bir negatifi çıkartıp koyar önüne. kimisi de olduğu yerde tozlanır, sen fark etmediğin sürece de üzeri kapanmaya devam eder. yine de birikir, birikir. kutu üstüne kutu eklersin aklının boşluklarına. ne o negatifler eksilir ne de sığmaz olursun boşluklarına.
hiç yok olmaz ya o anılar, sahi insan nasıl yaşar o anların ağırlığıyla?
uyuyunca geçer, dedikleri bu mudur? insanın hafiflemesi midir yaşadıklarından yoksa her rüyada daha çok yer açabilmek midir yeni anlara? yükünü sırtlanmışsan bir kere, her uyanışında daha derin nefesler alabiliyorsundur belki de. her günün gecesinde toparladığın film şeritlerini özenle yerleştiriyorsundur yerlerine. bir gün bir sesle, bir kokuyla, bir kelimeyle geri çağırmak üzere.
unutmak için değil, daha iyi hatırlamak için uyur insan.
21.8.11
ne kadar zorlarsam zorlayayım evden çıkmak için hazırlanma sürem yarım saati geçmediğinden ve bu aralar evden çıkmaya yer aradığımdan mütevellit tam bir "hadi" insanı oldum.
- hadi kahvaltıya gidelim.
- hadi pazara gidelim.
- hadi moda'ya gidelim.
ve son olarak; "gel sen gel, bodrum iyidir."
e hadi o zaman, bodrum'a gidelim.
- hadi kahvaltıya gidelim.
- hadi pazara gidelim.
- hadi moda'ya gidelim.
ve son olarak; "gel sen gel, bodrum iyidir."
e hadi o zaman, bodrum'a gidelim.
20.8.11
duygu tuhaf şey. sen ne kadar saklamaya çalışırsan çalış, ne kadar içine kapanık olduğunu iddia edersen et. bir şekilde tutamazsın onu olduğu yerde. o ne yapar eder dışına taşmanın yolunu bilir ve bulur. aklın mücadele alanının dışında kalır. ne kadar mantıklı hareket ettiğini iddia edersen et. duygu bu, durduramazsın. belki o an, belki haftalar ya da aylar sonra. bir an, bir şekilde zaptedemezsin artık kendini. gözlerin, dudakların, ellerin. kelimelerin. hepsi teker teker ve birden çıkacak bir yer bulur kendine. için dışına yansır o zaman. karşına bir ayna koyar ve "bak," der, "sen-şu-an-tam-olarak-busun." içinde biriken ne varsa alır karşına yüzleşirsin işte o zaman. kendinle.
kederden yataklara düştüğün, üzüntüden mide ağrılarıyla uyandığın sabahları düşün. aynanın karşısına geçtiğin zaman kendini tanıyabilir misin? mosmor gözler, çökmüş avurtlar, belki yeni sivilceler. önünden geçip gidecek olsan bile göz ucuyla takıldığın o silüet, içinde kopan fırtınaların ta kendisidir aslında. istersen ne olduğuna dair ağzını açma hiç, yüzüne bakan anlar ne halde olduğunu. nedenini bilmez belki ama anlar, içinde ne fırtınaların koptuğunu. kelimelerine de yansır bu. hani yüzün gülmez ya zaten, konuşamazsın bile belki. ağzını açarsan bir iki kelam için. duyulan sadece derin bir sessizlik olur içindeki boşluktan gelen.
mutluysan da taşar için dışından. mutlu olmak için somut gerekçelerin varsa mesela. çok da fena gitmeyen hayatının tam ortasına, pat diye kucağına düşüveren bi' mutluluktan bahsediyorum. yakartop oynarken adın söylendiğinde kucağında bulduğun top gibi. o an ne yapacağını bilemeden geçirdiğin birkaç saniyelik andaki bir şaşkınlık gibi. o şaşkınlığın yarattığı sersemleme halinden bahsediyorum. ellerinin ortasına bırakılmış bir kalp gibi. öylece bakakalırsın ya, ne yapacağını düşünürsün onunla. ellerin öyle yorgun ama bir o kadar da özlem doludur ki öylece gülüverirsin. içinden kocaman bir gülümseme yayılır, suratın kızarır. açlıktan ölsen de yemek yiyemeyecek kadar sıkışır miden mesela. kelimelerine de yansır bu. şaşkınlığın getirdiği tedirginlikle ne diyeceğini bilememe hali. sonra zihninden geçen her şeyi arka arkaya anlatma isteği. sorularına cevap bulmak için. içindeki heyecanın yankılanan sesi.
işte ben bugün o aynaya, kendi aynasına bakan kadını gördüm. tam karşımda, bizimle konuşurken aslında içindeki sorulara cevap arayan, içindeki şaşkın heyecanı elleriyle saklamaya çalışan. demek ki olabiliyormuş, demek ki aradan seneler geçse de hissedilebiliyormuş. ben bugün duygularıyla barışmaya çalışan kadını gördüm. hayat olduğu sürece, ne kadar saklansak da, aynalardan kaçamayız ya, ben bugün bunu gördüm. içi dışına gülümseyerek taşan kadın sayesinde.
kederden yataklara düştüğün, üzüntüden mide ağrılarıyla uyandığın sabahları düşün. aynanın karşısına geçtiğin zaman kendini tanıyabilir misin? mosmor gözler, çökmüş avurtlar, belki yeni sivilceler. önünden geçip gidecek olsan bile göz ucuyla takıldığın o silüet, içinde kopan fırtınaların ta kendisidir aslında. istersen ne olduğuna dair ağzını açma hiç, yüzüne bakan anlar ne halde olduğunu. nedenini bilmez belki ama anlar, içinde ne fırtınaların koptuğunu. kelimelerine de yansır bu. hani yüzün gülmez ya zaten, konuşamazsın bile belki. ağzını açarsan bir iki kelam için. duyulan sadece derin bir sessizlik olur içindeki boşluktan gelen.
mutluysan da taşar için dışından. mutlu olmak için somut gerekçelerin varsa mesela. çok da fena gitmeyen hayatının tam ortasına, pat diye kucağına düşüveren bi' mutluluktan bahsediyorum. yakartop oynarken adın söylendiğinde kucağında bulduğun top gibi. o an ne yapacağını bilemeden geçirdiğin birkaç saniyelik andaki bir şaşkınlık gibi. o şaşkınlığın yarattığı sersemleme halinden bahsediyorum. ellerinin ortasına bırakılmış bir kalp gibi. öylece bakakalırsın ya, ne yapacağını düşünürsün onunla. ellerin öyle yorgun ama bir o kadar da özlem doludur ki öylece gülüverirsin. içinden kocaman bir gülümseme yayılır, suratın kızarır. açlıktan ölsen de yemek yiyemeyecek kadar sıkışır miden mesela. kelimelerine de yansır bu. şaşkınlığın getirdiği tedirginlikle ne diyeceğini bilememe hali. sonra zihninden geçen her şeyi arka arkaya anlatma isteği. sorularına cevap bulmak için. içindeki heyecanın yankılanan sesi.
işte ben bugün o aynaya, kendi aynasına bakan kadını gördüm. tam karşımda, bizimle konuşurken aslında içindeki sorulara cevap arayan, içindeki şaşkın heyecanı elleriyle saklamaya çalışan. demek ki olabiliyormuş, demek ki aradan seneler geçse de hissedilebiliyormuş. ben bugün duygularıyla barışmaya çalışan kadını gördüm. hayat olduğu sürece, ne kadar saklansak da, aynalardan kaçamayız ya, ben bugün bunu gördüm. içi dışına gülümseyerek taşan kadın sayesinde.
15.8.11
eve nasıl yorgun geldiysem, yedi buçukta oturduğum koltuktan ancak şimdi kaldırabildim kendimi. bir yandan da uzun zamandır seni boşladığımı, doğru dürüst iki kelam etmediğimi düşünüyordum ki yanılmışım. cumartesi zaten konuşmuşuz. ama o arada o kadar hızlı geçti ki zaman ve ben o kadar yetişemedim ki, sanki haftaları devirdik gibi hissettim. yanılmışım, kusura bakma. bir tam gün süren çekim, istanbul, trafik, iş, istanbul, trafik derken şu an kendimi 68 yaşında gibi hissediyorum. bütün kemiklerim ayrı ağrıyor, burnum akıyor bir yandan. erken başladığım bu hafta hiç geçmeyecek gibi. proteinsizliktendir belki zira aylardır gram et yemiyorum. sabah da klima çarpmıştır muhakkak. öyle bir kırgınlık hali.
d harfini gitmeden görememenin kırgınlığı gibi mesela. "istanbul-rome-florence-venice-paris-madrid-seville-barcelona-ibiza-barcelona-istanbul" turundan önce bir kahve içimlik zaman ayıramamanın eksikliği. moda ve beyazıt kadar ayrı duraklarda durma hali. durmanın eksik hali.
bir de insanın yıldız olma hali var-mış. aynı yıldızdan iki tane olması hali. gülümsersem onu da bilare anlatırım.
hayat gezince güzel tadında bir program yapmak istiyorum bu aralar mesela. ama yarı zamanlı. yazlık. işim gezmek olsun. şöyle sahil boyunca, koy köşe dolanayım. gezdiğim yerlerin tadına bakıp damağımda kalanları anlatayım sana. d harfinin rotasının cazibesinden bu merak aslında. yılın bu zamanlarında, senenin en güzel havalarında yüzünü güneşe dönüp yönünü bulmak varken minibüse binip maslak'ta bir plaza katına tıkılmak. bütün sıkıntı burada aslında.
şu yorgunluğum bir geçsin de...
yine de düşünüyorum da, hareket iyidir. yani pazar günümü evde, koltukla bir bütün olmuş şekilde geçirsem de en az bu kadar yorgun olurdum. sıkılmak da yorar insanı bilirsin. kışın ne kadar ağırlaştığını bir hatırla. iç sıkıntısı, ruh sıkıntısı. hop, bir bakmışsın altı kilo almışsın. o yüzden, bu yorgunluklar güzel, kıymetini bilmek lazım. hareket ediyorsun çünkü. hava sıcak ama arada esen o rüzgar yok mu. şöyle kısıp gözlerini derin bir nefes alıyorsun. bak, ben artık nefesimi tutmuyorum. hala ellerimi koyacak bir yer bulamıyorum belki ve saçlarımı daha sıkı topluyorum hatta. ama yine de yaptığım şeylerden keyif alıyorum. uzayda kapladığım alanın en doğru ifadesi bu sanırım. ne kadar şikayet etmekle başlasa da bazı cümlelerim, onları büyük bir keyifle tamamlıyorum. her noktayı koyuşumla bir nefes daha alıyorum.
biten kitabımın yerine yenisini koyuyorum çantama.
d harfini gitmeden görememenin kırgınlığı gibi mesela. "istanbul-rome-florence-venice-paris-madrid-seville-barcelona-ibiza-barcelona-istanbul" turundan önce bir kahve içimlik zaman ayıramamanın eksikliği. moda ve beyazıt kadar ayrı duraklarda durma hali. durmanın eksik hali.
bir de insanın yıldız olma hali var-mış. aynı yıldızdan iki tane olması hali. gülümsersem onu da bilare anlatırım.
hayat gezince güzel tadında bir program yapmak istiyorum bu aralar mesela. ama yarı zamanlı. yazlık. işim gezmek olsun. şöyle sahil boyunca, koy köşe dolanayım. gezdiğim yerlerin tadına bakıp damağımda kalanları anlatayım sana. d harfinin rotasının cazibesinden bu merak aslında. yılın bu zamanlarında, senenin en güzel havalarında yüzünü güneşe dönüp yönünü bulmak varken minibüse binip maslak'ta bir plaza katına tıkılmak. bütün sıkıntı burada aslında.
şu yorgunluğum bir geçsin de...
yine de düşünüyorum da, hareket iyidir. yani pazar günümü evde, koltukla bir bütün olmuş şekilde geçirsem de en az bu kadar yorgun olurdum. sıkılmak da yorar insanı bilirsin. kışın ne kadar ağırlaştığını bir hatırla. iç sıkıntısı, ruh sıkıntısı. hop, bir bakmışsın altı kilo almışsın. o yüzden, bu yorgunluklar güzel, kıymetini bilmek lazım. hareket ediyorsun çünkü. hava sıcak ama arada esen o rüzgar yok mu. şöyle kısıp gözlerini derin bir nefes alıyorsun. bak, ben artık nefesimi tutmuyorum. hala ellerimi koyacak bir yer bulamıyorum belki ve saçlarımı daha sıkı topluyorum hatta. ama yine de yaptığım şeylerden keyif alıyorum. uzayda kapladığım alanın en doğru ifadesi bu sanırım. ne kadar şikayet etmekle başlasa da bazı cümlelerim, onları büyük bir keyifle tamamlıyorum. her noktayı koyuşumla bir nefes daha alıyorum.
biten kitabımın yerine yenisini koyuyorum çantama.
13.8.11
bu sabah uykuya ne kadar hasret kaldığımı fark ettim. öyle uzun ve deliksiz uyumuşum ki ne baş ağrısı ne yorgunluk kalmış bünyede. 10'da uyanmak ne büyük bir lüksmüş hele ki yarın sabah çekime gitmek için sabahın -hem de pazar sabahının- köründe kalmak zorundaysam. ve bu sabah bir şeyi daha fark ettim; yeni'ye ne kadar aç olduğumu. sağı solu kurcalarken bir sürü yeni albüm haberine denk geldim hepsi de eylül ve ekimi işaret eden. the kooks'tan tut da radiohead remixine kadar. belirtilen çıkış tarihlerini bir yere not ederken içime bir acaba düştü ve torrent'i kurcalamaya başladım. "acaba daha erken düşmüşler midir?" cevap net. hayır. bekleyeceğiz. bekleriz. tabi konu müzik olunca konsere gitmeyi ne kadar özlediğimi de fark ettim. büyük ev ablukada'dan sesli davetiye maili gelmiş. dinlerken istemsiz bir gülümseme yayıldı yüzüme. hafta içi babylon'dan gelen haberler de bir hayli keyif verici olsa da düğmeye eylül'de basmaya kesin olarak karar verdim. o soundgarden'a gidilecek. hatta belki nouvelle vague ile röportaj bile yapılacak. bir taşla iki, üç, dört... varsa sormamı istediğin bir soru, ıslık çalman yeter biliyorsun. okuma faslın bittiyse videoyu da izleyebilirsin.
10.8.11
yarım yamalak görünen bayram tatilinin eksik noktalarının idari izinle doldurulmuş olması demek, benim 26'sı akşamı antalya'ya uçuyor olmam demektir. dönüş biletim yok. dönüşüm açık. soundgarden festival gibi bir olgu var ki gerçekleşmesi halinde evin yolunu çeşme aktarması yaparak bulmam söz konusu. ne zaman kesinleşir bilinmez ama yine de tatil güzel şey.
the shoe issue.
ayakkabı bir tutkudur. öyle derler. kadınların olduğu kadar erkeklerin de özen gösterdiği vazgeçilmez parçadır. dışarı çıkarken, aynaya son kez baktığında, gördüğün silüeti tamamlayan şeydir. itinayla bakılır, temiz kullanılır. silinir ve kutusunda saklanır. zevkine göre onbinlercesini dökebilirim önüne. zevkime göre binlercesini de itebilirim elimin tersiyle. ama bir de 'rahatına düşkün olmak' diye bir gerçek var. sen ne kadar beğensen de rahat etmediğin sürece o ayağına giydiğin şey ayakkabı değil pranga olur çıkar. işte bu yüzden converse diye bir mucize var şu hayatta. iyi ki de var.
bana kalsa, bırak yani beni kendi halime, bak nasıl da yalın ayak geziyorum. "sıkıntıya gelemiyorum abi." o yüzden kışın bile kapalı terlik giyemiyorum. varsa yoksa parmak arası. ferah. mümkün olsa işe giderken de giysem diyorum aslında. denedim, denemedim değil ama kendimi evde gibi hissediyorum ya da en fazla bakkala sigara almaya çıkmışım mesela. o yüzden iş yerine terlik, ı ıh. gerçi bu bahanenin kılıfı. hafta sonu neden giymiyorsun o zaman, diye sorarlar adama. alışkanlık. nokta.
bir de babet diye bir olgu var şu hayatta. kabul et, yakışanı var yakışmayanı. özellikle parmakların birleşme noktalarının burun kısmından görüneni var ki ne sen sor ne ben söyleyeyim. ben de denedim. denemedim değil. ama ayağımda kalma süresi 2 dakikayı geçemedi. geçirtmedim. mümkün değil. gözüm alışmadı bi' kere. yaş 25. şu saatten sonra da alışmaz heralde.
topuklu ayakkabı kısmına hiç girmek istemiyorum. tamamen kişisel zira üzerinde durmayı bile beceremiyorum. böbürlenecek bir şey mi bilmiyorum ama ben-hayatımda-hiç-topuklu-ayakkabı-giymedim-nokta
ve converse. bugün gittiğim 2011 sonbahar-kış koleksiyonu lansmanından sonra anladım ki ben converse'ten başka ayakkabı giyemeyeceğim galiba. kenarları patlasa da, rengi solsa da, tabanı açılsa da başka türlü rahat edemeyeceğim. aklımın alışveriş sepetine attıklarımın kutusunu açmadan da kışa girmeyeceğim. öyle 'ilk günkü gibi' takıntım da yoktur. aksine. ben converse'in hunharca kullanılmış olanını severim.
gerisi mi? tamamen teferruat.
7.8.11
lights, weekend, action!
hafta sonu ne zaman başlar? hemen söyleyeyim. hafta sonu, siz çalıştığınız binanın kapısından çıktığınız an başlar. 17:30-18:00 arası zaten motorun kayışı gevşemiştir. bir rahatlık, bir gevşeklik yayılır üzerinize. bilgisayardaki son işlerinizi de halledersiniz ve gönül rahatlığıyla zaten zoraki çalışan makinanın oturumunu kapatırsınız. kartınızı kapıya okutur, çıkışınızı yapar, asansöre biner, döner kapıdan geçer ve... artık derin bir nefes alabilirsin, işte sana hafta sonu. program yapmış mıydın? veya askıda kalan sözler mi vardı? seni şöyle alayın ve kısaca anlatayım istersen.
cuma gün içinde netleştirilmiş program dahilinde ver elini caddebostan kültür merkezi. neden mi? rise of the planet of the apes de o yüzden. ben pek sevmem bilim-kurgu filmlerini ama bunun fragmanını izlerken öyle bir şey oldu ki filmi izlemem gerektiğini hissettim. neyse ki yandaş bulmam çok zor olmadı. 20:00 seansı, 3 kişilik bilet. teşekkürler. "yarın kaçta buluşuyoruz?" "laptopını unutma."
şu an nerede miyim? kahvaltının klasikleşmeye aday noktası, palma d'oro. neden? çünkü rahat. çünkü serin. çünkü interneti var. çünkü bugün b. için blog açma günü. saat 11 olmadan kapıdayız ve fakat brunch keyfi hevesimiz kursağımızda. çünkü bugün cumartesi. yine de giriyoruz. kahvaltımıza başlamışken m. geliyor. hava, su, aşk, toprak. sırada nescafe ve laptoplar açılıyor. aksilik bu ya "sokaktaki internet bağlantısında bir sıkıntı var galiba." hava bu kadar güzelken yine sahil tarafında olmak kaydıyla interneti olan yerleri gözden geçiriyoruz. elde var caffé nero. buraya karşı çok büyük bir sempati besliyorum. çimenlerin üzerinde konumlandığından mütevellit yanında bir starbucks dururken burada oturmak her zaman çok daha cazip geliyor. ice mochalar alınıyor. sigaralar çıkartılıyor. laptop açılıyor. yeni başlayanlar için blog açmak A101'e hoşgeldiniz. zaman nasıl geçiyor inan ben de anlamıyorum. hava o kadar güzel ki. hem sıcak hem serin. eve girmek istemiyorum.
ve bugün. f. ile hızlandırılmış photoshop A101. bu da benim için. çok zor değil, her şeyin başı pratik. ve apple. iphone4'le gelen teslimiyetimi macbook'la taçlandırmayı düşünüyorum. bunu bir süredir ciddi ciddi düşünüyorum ve maaşımı steve jobs'ın ellerine teslim edeceğim günün çok da uzak olmadığını biliyorum. pazartesi sendromunu yaşamak için eve yürüyorum.
işte sana hafta sonu. cumadan pazara, ister beğen ister beğenme. ama havalar böyle olduğu sürece eve tıkılmamı da bekleme. d. hamburg'dan talimatları verdi bile, "geldiğimde o gittiğin yerlere beraber gidicez." memnuniyetle.
zaten artık öyle bir ruh halindeyim ki sanki zamanın içinde süzülüyorum. öyle hafif. öyle kendimden, attığım adımlardan emin. kafamın içindeki sesler artık daha az rahatsız ediyor kalbimi. öyle rahat. öyle ferah. artık aşık olabilirim.
cuma gün içinde netleştirilmiş program dahilinde ver elini caddebostan kültür merkezi. neden mi? rise of the planet of the apes de o yüzden. ben pek sevmem bilim-kurgu filmlerini ama bunun fragmanını izlerken öyle bir şey oldu ki filmi izlemem gerektiğini hissettim. neyse ki yandaş bulmam çok zor olmadı. 20:00 seansı, 3 kişilik bilet. teşekkürler. "yarın kaçta buluşuyoruz?" "laptopını unutma."
şu an nerede miyim? kahvaltının klasikleşmeye aday noktası, palma d'oro. neden? çünkü rahat. çünkü serin. çünkü interneti var. çünkü bugün b. için blog açma günü. saat 11 olmadan kapıdayız ve fakat brunch keyfi hevesimiz kursağımızda. çünkü bugün cumartesi. yine de giriyoruz. kahvaltımıza başlamışken m. geliyor. hava, su, aşk, toprak. sırada nescafe ve laptoplar açılıyor. aksilik bu ya "sokaktaki internet bağlantısında bir sıkıntı var galiba." hava bu kadar güzelken yine sahil tarafında olmak kaydıyla interneti olan yerleri gözden geçiriyoruz. elde var caffé nero. buraya karşı çok büyük bir sempati besliyorum. çimenlerin üzerinde konumlandığından mütevellit yanında bir starbucks dururken burada oturmak her zaman çok daha cazip geliyor. ice mochalar alınıyor. sigaralar çıkartılıyor. laptop açılıyor. yeni başlayanlar için blog açmak A101'e hoşgeldiniz. zaman nasıl geçiyor inan ben de anlamıyorum. hava o kadar güzel ki. hem sıcak hem serin. eve girmek istemiyorum.
ve bugün. f. ile hızlandırılmış photoshop A101. bu da benim için. çok zor değil, her şeyin başı pratik. ve apple. iphone4'le gelen teslimiyetimi macbook'la taçlandırmayı düşünüyorum. bunu bir süredir ciddi ciddi düşünüyorum ve maaşımı steve jobs'ın ellerine teslim edeceğim günün çok da uzak olmadığını biliyorum. pazartesi sendromunu yaşamak için eve yürüyorum.
işte sana hafta sonu. cumadan pazara, ister beğen ister beğenme. ama havalar böyle olduğu sürece eve tıkılmamı da bekleme. d. hamburg'dan talimatları verdi bile, "geldiğimde o gittiğin yerlere beraber gidicez." memnuniyetle.
zaten artık öyle bir ruh halindeyim ki sanki zamanın içinde süzülüyorum. öyle hafif. öyle kendimden, attığım adımlardan emin. kafamın içindeki sesler artık daha az rahatsız ediyor kalbimi. öyle rahat. öyle ferah. artık aşık olabilirim.
"Girls are taught a lot of stuff growing up. If a guy punches you he likes you. Never try to trim your own bangs and someday you will meet a wonderful guy and get your very own happy ending. Every movie we see, Every story we're told implores us to wait for it, the third act twist, the unexpected declaration of love, the exception to the rule. But sometimes we're so focused on finding our happy ending we don't learn how to read the signs. How to tell from the ones who want us and the ones who don't, the ones who will stay and the ones who will leave. And maybe a happy ending doesn't include a guy, maybe... it's you, on your own, picking up the pieces and starting over, freeing yourself up for something better in the future. Maybe the happy ending is... just... moving on. Or maybe the happy ending is this, knowing after all the unreturned phone calls, broken-hearts, through the blunders and misread signals, through all the pain and embarrassment you never gave up hope."
6.8.11
tarih: 30.10.2033
yaş: 46
episode: 0105
kumral bir kadın. belli ki yalnız. çünkü kedisi var. çünkü sadece yalnız kadınlar kedilerle aynı evi paylaşırlar. kadınların yalnızlığından ancak kediler anlar. kadın rahatlamak için küvete giriyor. kedisi lavabonun üzerinde kadına bakıyor. belli ki yerleşecek, kendisine yer arıyor. o sırada patisiyle dengesini bozduğu -fişe takılı- makineyi küvetin içine düşürüyor ve kadın elektrik çarpması sonucu ölüyor. kedi, patisini yalıyor.
bu sahne six feet under'ın benim yaşam skalam için biçtiği mutlu son (kendi mutlu sonun için tık tık). kişisel birkaç veriyi girdikten sonra ortaya çıkan sahne bu. şaşırtıcı mı, hayır. belki de işin en dramatik tarafı bu; görüntüleri izlerken şaşırmamam.
dizi sahnelerinden kesit hayatlar yaşadığım çok değil, bundan birkaç gün öncesinde de yüzleştiğim bir gerçek. hiç izlemediğim sex and the city'den bizzat yaşadığım, anlatılırken komik ama yaşanırken fazlasıyla acı bir sahne.
sana bunları hüzünlendiğim için anlatmıyorum. bunları benim için üzül diye de anlatmıyorum. bunlar gerçek. hayat, gerçek. ayakları yere basan her insan, hayatın gerçekleriyle yüzleşirken yaşadığı dramatik şeyler karşısında bir süre sonra kayıtsız kalabiliyor. aldatılmak gibi, ölüm gibi anlar gün geliyor öyle bir normalleştiriliyor ki buna sen -bunu bizzat yaşayan birisi olarak, sen- bile sıradan bir şekilde bakabiliyorsun. belki hayata karşı daha acımasız oluyorsun. insanları acımasızca hayatından çıkartırken güneş gözünü alıyor ve baktığın yerde bambaşka hayatlar yeşertiyorsun. daha önce yaşadıklarını aklının ve kalbinin raflarına yılına/kişisine/yerine göre sıralıyorsun. yenileri geldikçe tekrar düzeltiyorsun o rafları. arada tozunu alıyorsun ki unutma. unutma ki sen nefes alıyorsun ve nefes aldığın hayatın gerçekleriyle yüzleşirken büyüyorsun.
belki de hayat budur; nefes alırken büyümek.
ve unutma, ancak kedileri seven bir erkek kadınları -gerçekten- anlayabilir.
yaş: 46
episode: 0105
kumral bir kadın. belli ki yalnız. çünkü kedisi var. çünkü sadece yalnız kadınlar kedilerle aynı evi paylaşırlar. kadınların yalnızlığından ancak kediler anlar. kadın rahatlamak için küvete giriyor. kedisi lavabonun üzerinde kadına bakıyor. belli ki yerleşecek, kendisine yer arıyor. o sırada patisiyle dengesini bozduğu -fişe takılı- makineyi küvetin içine düşürüyor ve kadın elektrik çarpması sonucu ölüyor. kedi, patisini yalıyor.
bu sahne six feet under'ın benim yaşam skalam için biçtiği mutlu son (kendi mutlu sonun için tık tık). kişisel birkaç veriyi girdikten sonra ortaya çıkan sahne bu. şaşırtıcı mı, hayır. belki de işin en dramatik tarafı bu; görüntüleri izlerken şaşırmamam.
dizi sahnelerinden kesit hayatlar yaşadığım çok değil, bundan birkaç gün öncesinde de yüzleştiğim bir gerçek. hiç izlemediğim sex and the city'den bizzat yaşadığım, anlatılırken komik ama yaşanırken fazlasıyla acı bir sahne.
sana bunları hüzünlendiğim için anlatmıyorum. bunları benim için üzül diye de anlatmıyorum. bunlar gerçek. hayat, gerçek. ayakları yere basan her insan, hayatın gerçekleriyle yüzleşirken yaşadığı dramatik şeyler karşısında bir süre sonra kayıtsız kalabiliyor. aldatılmak gibi, ölüm gibi anlar gün geliyor öyle bir normalleştiriliyor ki buna sen -bunu bizzat yaşayan birisi olarak, sen- bile sıradan bir şekilde bakabiliyorsun. belki hayata karşı daha acımasız oluyorsun. insanları acımasızca hayatından çıkartırken güneş gözünü alıyor ve baktığın yerde bambaşka hayatlar yeşertiyorsun. daha önce yaşadıklarını aklının ve kalbinin raflarına yılına/kişisine/yerine göre sıralıyorsun. yenileri geldikçe tekrar düzeltiyorsun o rafları. arada tozunu alıyorsun ki unutma. unutma ki sen nefes alıyorsun ve nefes aldığın hayatın gerçekleriyle yüzleşirken büyüyorsun.
belki de hayat budur; nefes alırken büyümek.
ve unutma, ancak kedileri seven bir erkek kadınları -gerçekten- anlayabilir.
4.8.11
bu hafta nasıl geçti inan anlamadım. daha iki gün öncesinin pazar olduğuna bahse girebilirim. hop, yarın cuma. hafta sonu ne yapmalı kutucuğu hala belirsiz. rise of the planet of the apes göz kırpmıyor değil aslında. b. için blog hazırlıkları var tabi, kahvaltıyla zenginleştirilirse tadından yenmez. m. kırıntı'nın beyaz çikolatalı çilekli pastasını öve öve bitiremedi, ağzın suyunu boşa akıtmamak gerek. birkaç grup da keşfetmeli. bilgisayarın başında zaman geçirilecekse onu efektif kullanmalı ki zihin açılsın, kulakların pası silinsin. ve f. ile hızlandırılmış photoshop dersleri. artık beş insan gücünde çalışmam gerekiyorsa beş insanlık donanımım olmalı.
bunların hepsi yazıldı bir kenara. havalar güzel ya, değerlendirmek lazım. gelecek olursan ıslık çal, kaybolursan şarkı söyle.
bunların hepsi yazıldı bir kenara. havalar güzel ya, değerlendirmek lazım. gelecek olursan ıslık çal, kaybolursan şarkı söyle.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)