Eskiden bu şehri severdim. Sevmek ne kelime, aşıktım,
diyebilirim. Kelimelerle tarif edemezdim. Yine de kelimelerle sevdim.
Sokaklarında düştüm kalktım İstanbul'un. Sokaklarını sevdim. Evlerine girdim çıktım İstanbul'un. Evlerinde
büyüdüm. Bir uzaktan bir yakından, en sonunda ve her zaman, hep en derinden sevdim
İstanbul'u.
Artık sevmiyorum.
Ne zamandan beri? diye düşünüyorum. Çürümenin başladığı o
ilk günü bulmaya çalışıyorum. Ne kadar, kötü kötü kötü, desem de hep bir
kıvılcımla yırtıyor geçmiş. Yine de üç aşağı beş yukarı bir dönem işaretleyecek
olsam, İstiklal Caddesi'ndeki ağaçları söktüklerinde, derdim. Çürüme o zaman
başladı. Ve şehir, yavaş yavaş ve birden bire üzerimizde yükseldi. Yükseldikçe
nefes alamadık. Nefes alamadıkça güvenli yerlere saklanmaya çalıştık. Ne kadar çalıştıysak
da başaramadık. Şehir üzerimize çöktü. Biz altında kaldık.
Geçen senenin acısı, diyorum bu seneki sık kaçışlarıma. Her
ne kadar o acı hiçbir zaman dinmeyecek de olsa.
Başka yerler görmek istiyorum. Başka yüzler tanımak
istiyorum. Başka ağaçlara dokunmak istiyorum. Başka sularda yüzmek istiyorum.
Başka yıldızlara bakmak istiyorum.
Artık İstanbul'dan başka bir hayat istiyorum.
O yüzden yine gittim. Bu kez Amsterdam'a.
Bu bir gezi yazısı değil, o yüzden sana nerede ne yemelisin,
nerede ne içmelisin gibi turistik bilgiler vermeyeceğim. Daha çok orada olmayı
akışına bırakmanın insanı içsel olarak nasıl özgürleştireceğinden bahsedeceğim.
Amsterdam kaybolmanın neredeyse imkansız olduğu bir şehir.
Çünkü bütün yollar kanallara, bütün kanallar da meydanlara çıkıyor. Yüzünü saat
kulesine çevirmen yeterli.
Sonrası kaldırım taşları. Kaldırım taşlarının üzerine renkli
boyalarla çizilmiş güneş ve çiçek resimleri. Ne kadar aşınmış da olsalar, bir zamanlar
orada olduklarını belli ediyorlar sana. Renkleri seven şehrin isimsiz
kahramanları.
Sonrası Kuzeyli inceliğiyle tasarlanmış bir mimari.
Mimarinin en insani yaşam şekline uygunluğu. Daracık merdivenlere inat olsun
diye çatılara asılan kancalar. Gülümseyen yüzleri anımsatan renkli ahşap
panjurlar.
Sonrası yürümek. Yürüyerek o sokaktan sapıp içinden yükselen
kahve kokusuna dayanamadığın cafe'lere girip vakit geçirmek. Baktığın
pencereden geldiğin sokakta akan hayata karışmak için acele etmemek. Çünkü
ordaki an da çok kıymetli. Fotoğraflarda çok güzel çıkman bu yüzden belki de.
Sonrası bisiklete binmek. Bisiklete binerek şehri bir
ucundan diğerine dolaşmak. İçine çektiğin oksijenin kıymetini bil, diye. Hava
soğuk olsa da hareket ettiğin sürece ısınabilirsin, diye. Şehir o kadar düz ki
zaten başka hiçbir şeye ihtiyacın yok, diye.
Sonrası yine yürümek. Yürümenin telaşlı koşturmasından
uzaklaşıp içini adımlamak. İçinden, aslında buralara hiç de yabancı olmadığını
geçirmek. O iç çekiş anında, içinden bir şeylerin koptuğunu hissetmek. Yaşadığın
yere ait olamamanın trajedisi işte.
Sonrası parkta uzanmak. Parkın uçsuz yeşilliğinin içinden
yükselen arya sesine kapılmak. Her ağacın, her çimenin, her çiçeğin rengine
bakıp büyülenmek. Büyü bozulmasın diye sessizce devam etmek yoluna.
Sonrası sanat. Sanatın-içinden-sanata-geçtiğin-kemerlerin
sonundan gelen müziği dinleyip ağlamak. 'ART IS THERAPHY'nin ne demek olduğunu
herhangi bir koltuğa uzanmaksızın anlamak. Çocukluğunla o anda yüzleşmek.
Kabullenemediğin gerçekliğinin karşısına en gerçekçi hayallerini koymak.
Amsterdam, kendi hayalinde yürümek gibi. Sen hayal ettikçe
daha çok gerçek'leşen.
*
Bu şehir artık benim değil. O yüzden her şey 'gitmek'
üzerine bundan böyle.
Musluğundan içme suyun akan bir başka şehirde görüşmek
üzere.
*bu yazı 17.08.2014 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder