17.8.14

amsterdam: bu bir gezi yazısı değildir.*

Eskiden bu şehri severdim. Sevmek ne kelime, aşıktım, diyebilirim. Kelimelerle tarif edemezdim. Yine de kelimelerle sevdim. Sokaklarında düştüm kalktım İstanbul'un. Sokaklarını sevdim.  Evlerine girdim çıktım İstanbul'un. Evlerinde büyüdüm. Bir uzaktan bir yakından, en sonunda ve her zaman, hep en derinden sevdim İstanbul'u.

Artık sevmiyorum.

Ne zamandan beri? diye düşünüyorum. Çürümenin başladığı o ilk günü bulmaya çalışıyorum. Ne kadar, kötü kötü kötü, desem de hep bir kıvılcımla yırtıyor geçmiş. Yine de üç aşağı beş yukarı bir dönem işaretleyecek olsam, İstiklal Caddesi'ndeki ağaçları söktüklerinde, derdim. Çürüme o zaman başladı. Ve şehir, yavaş yavaş ve birden bire üzerimizde yükseldi. Yükseldikçe nefes alamadık. Nefes alamadıkça güvenli yerlere saklanmaya çalıştık. Ne kadar çalıştıysak da başaramadık. Şehir üzerimize çöktü. Biz altında kaldık.

Geçen senenin acısı, diyorum bu seneki sık kaçışlarıma. Her ne kadar o acı hiçbir zaman dinmeyecek de olsa.

Başka yerler görmek istiyorum. Başka yüzler tanımak istiyorum. Başka ağaçlara dokunmak istiyorum. Başka sularda yüzmek istiyorum. Başka yıldızlara bakmak istiyorum.

Artık İstanbul'dan başka bir hayat istiyorum.

O yüzden yine gittim. Bu kez Amsterdam'a.


Bu bir gezi yazısı değil, o yüzden sana nerede ne yemelisin, nerede ne içmelisin gibi turistik bilgiler vermeyeceğim. Daha çok orada olmayı akışına bırakmanın insanı içsel olarak nasıl özgürleştireceğinden bahsedeceğim.

Amsterdam kaybolmanın neredeyse imkansız olduğu bir şehir. Çünkü bütün yollar kanallara, bütün kanallar da meydanlara çıkıyor. Yüzünü saat kulesine çevirmen yeterli.

Sonrası kaldırım taşları. Kaldırım taşlarının üzerine renkli boyalarla çizilmiş güneş ve çiçek resimleri. Ne kadar aşınmış da olsalar, bir zamanlar orada olduklarını belli ediyorlar sana. Renkleri seven şehrin isimsiz kahramanları.

Sonrası Kuzeyli inceliğiyle tasarlanmış bir mimari. Mimarinin en insani yaşam şekline uygunluğu. Daracık merdivenlere inat olsun diye çatılara asılan kancalar. Gülümseyen yüzleri anımsatan renkli ahşap panjurlar.

Sonrası yürümek. Yürüyerek o sokaktan sapıp içinden yükselen kahve kokusuna dayanamadığın cafe'lere girip vakit geçirmek. Baktığın pencereden geldiğin sokakta akan hayata karışmak için acele etmemek. Çünkü ordaki an da çok kıymetli. Fotoğraflarda çok güzel çıkman bu yüzden belki de.


Sonrası bisiklete binmek. Bisiklete binerek şehri bir ucundan diğerine dolaşmak. İçine çektiğin oksijenin kıymetini bil, diye. Hava soğuk olsa da hareket ettiğin sürece ısınabilirsin, diye. Şehir o kadar düz ki zaten başka hiçbir şeye ihtiyacın yok, diye.

Sonrası yine yürümek. Yürümenin telaşlı koşturmasından uzaklaşıp içini adımlamak. İçinden, aslında buralara hiç de yabancı olmadığını geçirmek. O iç çekiş anında, içinden bir şeylerin koptuğunu hissetmek. Yaşadığın yere ait olamamanın trajedisi işte.


Sonrası parkta uzanmak. Parkın uçsuz yeşilliğinin içinden yükselen arya sesine kapılmak. Her ağacın, her çimenin, her çiçeğin rengine bakıp büyülenmek. Büyü bozulmasın diye sessizce devam etmek yoluna.

Sonrası sanat. Sanatın-içinden-sanata-geçtiğin-kemerlerin sonundan gelen müziği dinleyip ağlamak. 'ART IS THERAPHY'nin ne demek olduğunu herhangi bir koltuğa uzanmaksızın anlamak. Çocukluğunla o anda yüzleşmek. Kabullenemediğin gerçekliğinin karşısına en gerçekçi hayallerini koymak.


Amsterdam, kendi hayalinde yürümek gibi. Sen hayal ettikçe daha çok gerçek'leşen.

*

Bu şehir artık benim değil. O yüzden her şey 'gitmek' üzerine bundan böyle.

Musluğundan içme suyun akan bir başka şehirde görüşmek üzere.


*bu yazı 17.08.2014 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder