yatağa bu kez enlemesine yatıp kafamı sağa çeviriyorum. pencereden gelen serinliği arkama alıp odaya bakıyorum; çekmecenin üzerindeki ingiliz telefon kulübesinden, duvardaki the million dollar hotel afişinden, kitap raflarından, gardırobun yanındaki kutudan, masanın üzerinde dağılmış notlardan geçiyorum tek tek. bu parmaklarımı omuriliğinde gezdirmek gibi. hem tanımak hem vedalaşmak. şu an tam da o eşikteyim. yaşadığım ev ve bu semt. yeni bir hayatla tanışmak için geçmişle vedalaşıyorum.
öğlenden beri içimde düğüm olan geçmişin iplerini çözüyorum bir yandan. bu, unutmak demek değil. kimse vedalaştığı birisini veya bir yeri unutmaz. çekip çıksan da, dakikalarca sarılsan da önünde durduğun her kapının anahtarı bir kavanozun içinde birikir. sen gittiğin yerlere onu da taşırsın. hikayelerindir onlar senin, seni sen yapan satırlardır. günlerden bir gün veya her gün elini daldırıp o kavanoza, başlarsın anlatmaya. kimisi aşınmıştır artık ikide bir ele alınmaktan, kimisi de ilk kez çıkıyordur gün ışığına ta en dipten. hatırladıkça anlatırsın ve -yeniden- tanırsın, geri yerine koyarken vedalaşmak üzere.
salı sabah vedalaşıyorum bu şehirle, kısa süreliğine. ve döndüğümde senelerimin geçtiği bu semtten ve evden taşınmak üzere bir anahtar daha atıyor olacağım kavanozuma.
*
an'ın hüznünün ve geleceğin belirsizliğinin çıkarttığı o sesi sen de duydun mu?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder