Bir ev düşünün.
Tamamı sağdan soldan toplanmış pencereler ile inşa edilmiş olsun. Ve bir
ormanın ortasında, bir göl kenarında güneş ışıklarına selam dursun. Gün
doğumundan gün batımına kadar güneş ışıklarını içine alan, kıran, dağıtan ve
tekrar toplayan şeffaflıkta bir ev düşünün; gece de tüm yıldızları kucağınızda
topladığınız bir ev. Gerçekliğe en yakın ve en uzak olduğunuz.
27 yaşındaki
fotoğrafçı Nick Olson ve 23 yaşındaki tasarımcı Lilah Horwitz, Olson’un
ailesine ait olan West Virginia arazisinde gezintiye çıkıyorlar. Tepeye vuran
ışığın görüntüsünden etkilenen çift, buraya bir yaşam alanı inşa etme fikrine
varıyorlar ve işlerinden istifa edip hayallerini gerçekleştirmek üzere
pencerelerin peşine düşüyorlar. Pennsylvania’daki
terk edilmiş çiftliklerden topladıkları ile inşa ettikleri bu ev, gerçekliğin
en şeffaf hali.
Ve biz bu
şeffaflığın içinde kendimize yer bulamıyoruz.
Tüm egoları, tüm
hırsları, tüm zaferleri ve yıkımları, tüm çirkinlikleri -her şeyi- bir kenara
bırakıp; doğanın içinde, yine de ona en az temas edecek şekilde yaşamanın ne
demek olduğunu hayal bile edemiyoruz. Bütün bunların hepsine o kadar bulanmışız
ki aksi bir hayatın nasıl olabileceği konusunda en ufak bir fikrimiz bile yok.
İçine doğduğumuz dünya ne kadar çirkinleşirse o kadar özden uzaklaşıyoruz ve
her geçen gün daha acımasız, daha büyük, daha inatçı, daha adaletsiz, daha
insaniyetsiz bireyler haline dönüşüyoruz.
Bazen kim ve ne
olduğumuzu unutuyoruz. Bazen de bunları o kadar çok hatırlıyoruz ki yaşadğımız
çevreye zarar vermeye başlıyoruz. Önce elimizin uzandığı uzaklıktakilere, sonra
biraz daha uzaktakilere ve sonra, yakınımızda zarar verecek bir şey
bırakmayınca, dünyaya.
Çok konuşmaya,
çok okumaya, çok bilmeye veya çok görmeye gerek yok, talan ettiğimiz dünya bir
göz kırpışı uzağımızda.
Bizi ancak ışık
çubuklarına dokunmak kurtaracak.
* bu yazı 10.10.2013 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder