Etrafına bir bak.
Yaşadığın eve, çalıştığın işe, gittiğin kafeye, giydiğin kıyafetlere, saç
kesimine, sıktığın parfüme, taktığın yüzüğe, okuduğun kitaplara, konuşurken
seçtiğin kelimelere, sevdiğin insanlara. Hayatta durduğun yere bir bak.
Hepsi kendine bir
düzen kurmak için. Galakside bir kum tanesinden daha küçük bir alan kaplıyor
olsan da, bütün bunlar, yaşamak ve hayatta kalmak için kurduğun bir düzen
aslında. Sonsuz galakside kendin için kurduğun küçük kum tanesi dünyanın bir
parçası hepsi. Kendin için, kendi kendine yarattığın sırça bir fanus.
Teraryum da
bundan çok farklı değil. Sürüngenler, böcekler ve bazı bitki türleri için
hazırlanan camdan fanuslar. Dünya üzerinde küçük bir kum tanesi kadar yer
kaplayan camdan yaşam alanları.
İnsanın içinde biraz
Oslo’ya, belki Vancouver’a, zaman zaman da Reykjavik’e
gitme hissi doğuran, gri el örgüsü şalını omzuna atıp kahvenden bir yudum
almayı çağrıştıran, ham ahşap bir masa etrafına topladığın arkadaşlarına taze
fesleğen ve karamelize soğanla fırına verilmiş küçük patatesler servis etme
isteği uyandıran, kimsenin iz bırakmadığı bir kumsalda yalın ayak kumda yürüme isteğine
dokunan cinsten.
Hah, tam orası.
Uzun süredir
siyah ekrandan baktığım ve fakat bir türlü dokunamadığım, yine de bir fotoğrafın
bile içimde birçok hissi uyandırdığı iki teraryum dünyası; Müz ve Labofem.
Sırtın
ulaşılamayan noktasının kaşınması gibi.
Tam orası.
* bu yazı 27.02.2014 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder