Gitmenin her zaman için bir olur tarafı var. Çünkü gidersen,
geri dönüşünü de garanti edersin ve o geri dönüş hiçbir zaman eskisi olmaz. O
yüzden, gidersin. Eskisi gibi olmamak için, eskiden uzaklaşmak için; döndüğün
yeri yeniden görmek için gidersin.
Ben de gittim.
Yılın en soğuk ayında aldığım uçak bileti ile, hayatın en
boğucu ve ülkenin en gri olduğu döneme denk gelen bir aralıkta uykusuz bir
gecenin gün doğumunda 18E numaralı koltukta Paris’e gittim. Sevdiklerimi değil
fakat boğuculuğu ve griliği geride bırakarak, döndüğümde hiçbir şeyin eskisi
gibi olmayacağını bilerek.
Verili tüm değerlerden, bilinen tüm algılardan, klişeleşmiş
tüm romantizmden uzak bir 6 gün geçirdim. Telefonu sadece fotoğraf çekmek için
kullanarak ve internete sadece sabah evden çıkmadan ve gece yatmadan önce
bakarak. Türkiye'den uzak. Yakın durduğum ve daha çok yaklaşmak istediğim tek
şey, yerellikti. Metro ağının ulaşabildiği her durağın arka ve bir arka
sokağında neler olup bittiği; insanların ne yiyip içtiği, ne konuştuğu, ne
dinlediği, ne izlediği; kamusal alandaki insan ilişkileri, özel alandaki insan
ilişikliği; sokaklar, duvarlar, kaldırımlar ve tabii ki gökyüzü.
Ve daha ilk gece kendimi, tüm bunları ayrı ayrı ve bir arada
görebileceğim en özel noktalardan birisinde buldum: Chez Gladines.
Metrodan Place d’Italie durağından çıktığın, bulvarın
etrafında yarım tur attığın ve 30 Rue des Cinq Diamants sokağına girdiğinde 13
numarada görebileceğin Bask restoranı, Chez Gladines. Kapısındaki kalabalık
içeride seni bekleyenin habercisi aslında. Zira bir masaya oturup yemek
siparişi vermen için en azından bir saatin var. O zamanı da en iyi, bardan
alacağın bira veya şarabı yine kapının önünde içerek değerlendiriyorsun.
İsmini, içkiden ıslanmış barın üzerine yapışan kağıtların üzerine kurşun
kalemle yazıyorlar. Bağırılan isimler ve siparişler arasından insanları
izliyorsun. Masalara göz atıp ne yiyebileceğini kestiriyorsun gözüne. Eski ve
birbirinden farklı ahşap masa ve sandalyelerin arasından kendine yol açmaya
çalışıp, yaklaşık 1,5 saat sonra sana gösterilen yere oturuyorsun. Beklemekten
sıkılman veya sinirlenmen gibi bir şey söz konusu bile değil. Sadece açlık
üzüyor. Onun dışındaki her şey tam da olması gerektiği gibi. Tüm o salaşlık ve
kalabalık arasında insanların gülümsediğini görebiliyorsun. Çünkü oldukları
yerden memnunlar; her şey yerli yerinde.
Dev metalik kaselerin içinde gelen salataların ve büyük
tabaklardaki soslu et servislerinin ortak noktası patates. Yuvarlak ince
dilimlenmiş, kızartılmış. Eşlikçileri ise şarap veya bira. Saat ilerliyor,
yemekler yeniyor, şişeler boşalıyor; o daracık ve tüm eskiliğine rağmen genç
duran mekandaki yüzler değişse de ses hiç bitmiyor. Herkesin konuşacak bir
şeyi, tanışacak yeni arkadaşları, siparişini vereceği tatlısı oluyor.
*
Masanı yeni insanlarla paylaşmaya açık ol. Hayatın ne
getireceği belli olmaz.
Tabi Paris'in de.
*bu yazı 28.04.2014 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder