Cumartesi günleri Colonel Fabien ve Belleville durakları
arasındaki orta kaldırımda pazar kuruluyor. Evet; kaldırım ve cadde arasında,
sıralı ağaçların dikili olduğu bir orta kaldırım var. Çünkü Paris o kadar
geniş. Yapılar ve alanlar o kadar geniş ki insan tüm yapaylıklarından ve
egolarından soyunmak zorunda kalıyor. Ve tüm olağanlıklarıyla orta kaldırımda
kurulan pazardan alışveriş yapıyor. Taze sıkılmış meyve suyu almak için ideal.
Sokağın köşesindeki pastane de kruvasan için.
Kahvaltının mutlulukla ilgisi çok açık. Parc des
Buttes-Chaumont'sa bu mutluluğun altına imza atabileceğin bir yer. Parkta
kahvaltı yapmanın; bunu koşan, evlenen, ders çalışan, şarap içen, öpüşen
insanların arasında yapıyor olmanın tuhaf bir dinginliği var. İçimi, 'bu anı
sanki daha önce yaşamıştım' hissi kaplıyor. Daha sonra bu hissin, zaten
hissetmek istediğim bir yoğunluk olduğunun farkına varıyorum. Aitliğin
getirdiği yoğunluk. Bunu yaşadığım yerden binlerce kilometre uzaklıkta
hissetmem ne acı.
Paris, sadece yürüyerek bile bitirebileceğiniz bir şehir.
Basit matematikle kurulmuş, eskiyen tarihiyle yenilenen, tüm ara sokakların
birbirlerini keserek ana bir caddelere ve oradan da Canal Saint-Martin'e
bağlandığı dümdüz bir şehir.
Ben de yürüdüm.
İnsanları, sokakları, duvarları, kaldırımları ve tabii ki
gökyüzünü izleyerek yürüdüm. Rambutea'dan Hotel de Ville'ye, Republique'den
Etienne Marcel'e, Chatelet'teden St Gemain'e, St Michel'den St Thomas
d'Aquin'e. İki gün boyunca, sadece yürüyerek ve izleyerek bütün ara sokaklardan
ana caddelere bağlandım. Nehir boyunca yürüyüp köprülerden geçtim. Görkemli
binaları birbirinden ayıran geniş alanların arasında küçücük kaldım.
Yapaylıktan ve egodan uzak, kare kare kazıdım hafızama. Renkleri daha iyi görmek
için güneş gözlüğü takmadım. Gittiğim her noktayı ve geçtiğim her sokağı
haritada işaretledim. Fotoğraf çektim. Space Invader'ın moziklerine ve Le
Diamantaire'nin elmaslarına dokundum. Yağmurda ıslandım. Eve hep yorgun ve
fakat dinlenmiş döndüm.
Gecelerse dansa teslimdi. İster Porte de Saint-Ouen'de bir
evdeki doğum günü partisinde olsun, ister Alimentation General'deki swing
gecesinde. Cevap hep danstı. Çünkü insanlarla bir şekilde anlaşabiliyorsun.
İngilizce'nin yetmediği noktada jestlerin devreye girdiği gecelerin en davetkar
olanı, dans. İnsanların çoğu ritmi adımlarıyla eş zamanlı kovalıyor. Herkes o
kadar iyi dans ediyor ki, tanımadığın insanların ayağına her bastığında
anlayışlı bir gülümsemeyle karşılaşıyorsun. Çünkü insanlar yabancı olduğunu anlıyor
ve seni aralarına davet ediyor. Gülümsemenin getirdiği aidiyet hissi. Yine aynı
his. Aidiyet hissi. Bunu tanımadığım insanların arasında hissetmem ne acı.
Paris, özellikle hafta sonu gecelerini sabaha
bağlayabileceğiniz bir şehir. Arkadaş gruplarının evde veya partide bir araya
gelip sohbet ettiği ve dans ettiği rahat, davetkar ve gülümseyen bir şehir.
*
Tanımadığın insanlarla dans et. Hayatın hangi müzikle eşlik
edeceği belli olmaz.
Tabi Paris'in de.
*bu yazı 29.04.2014 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder