Paris'te tek günde gezemeyeceğiniz iki yer var: Musee du
Louvre ve Disneyland.
Üniversitede Sanat Tarihi okumak istemiştim. Çarpık sistemin
çarpık çocuklarındanım. Bu yüzden Louvre'u ziyaret etmek benim için son derece önemli.
Yine de zamanım kısıtlı olduğu için, hiçbir şeyi atlamamaya çalışarak geziyorum
eserlerin arasında. Hristiyanlık'ın sanat üzerindeki etkisini tablo
çatlaklarından anlamak mümkün. Her şey o kadar yoğun, derin ve ağır ki doğru
düzgün konuşamıyorum bile.
Her bir tablonun kendi hikayesi var. Bir araya gelen
eserlerinde bütünlüklü bir öyküsü. Aktarılmış, çarpıtılmış, deforme edilmiş
yine de sanatsallığından hiçbir şey kaybetmemiş öyküsü. Masallardan ve
resimlerden uzak büyütülen gözlerin gördüğünde geçmişinin ve hayatının
gerçekliğini sorgulayacağı türden. Yoğun, derin ve ağır gerçekliği.
Temiz hava almak için arka kapıdan Jardin des Tuileries'e
bağlanıyorum. Parkın içinden yürüyüp gölet kenarındaki sandalyelerden bir
tanesine oturmak iyi geliyor. Pont de la Concorde'dan geçip Seine
Nehri'ne açılan tahta kapı enstalasyonuna dokunuyorum. Sambre'nin sanatını
sokağa taşıdığı noktadan Pont Alexandre III bronz heykellerini içine alan
yapısı üzerinden yine karşı kıyıya geçip nehir kenarında kurulan ikinci el
pazarına uğruyorum. Eyfel'i gördüğüm tek nokta bu. Uzaktan sevmenin dayanılmaz
hafifliğini yanıma alıp Champs-Elysees üzerinden dönüş metrosuna biniyorum.
Aynı metro ağının Marne-la-Valle - Chessy durağı ise
Disneyland'a çıkıyor. Stüdyoları ve oteli ile burası bir yaşam alanı. Tek gün
geçirilecekse de görülmesi gereken ilk yer Park. Çocukluğun ve çocuksuluğun
bünyeni ele geçirip sadece gülümsemene izin veren bir yer burası. Her noktadan
farklı bir müzik ve karakter yükseliyor. Atlıkarınca, rollercoaster, labirent;
korsan gemisi, prensesin kalesi, uzay. Her yol yeni bir hikayenin peşine
takılmanı sağlıyor. Çocukluğumda kayboluyorum. Daha ne kadar mutlu olabilirim,
derken gökkuşağını çağıran bir yağmur başlıyor. Yağmurda ıslandığın için kızgın
olamayacağın tek yer, belki de burası.
Yorgun olmam gerek, diye düşünüyorum. Günlerce kısıtlı
uykuyla ve sayısız adımla geçmişken en ufak bir yorgunluk hissetmiyorum. Sadece
evimi ve ailem olarak kabul ettiğim arkadaşlarımı özledim. O kadar. Burada
olmak dışında düşündüğüm tek şey onlar. Ben dönmemeliyim onlar gelmeli, diye
geçiriyorum içimden. Çünkü burada olmak istediğim gibiyim. Olduğum gibi. Kimse
yabancı değil çünkü aslında herkes yabancı. Tüm bunları düşündüren Paris değil
aslında. Özel olarak belki Paris, evet. İnsanlar, binalar, duvarlar,
kaldırımlar ve gökyüzü. Ama 6 günün tamamına baktığımda özümden ne kadar
uzaklaştırıldığımı ve gerçekten yaşadığım yere ne kadar yabancılaştırıldığımı
düşünüyorum. Ne acı.
*
Adını bilmediğin sokaklarda kaybol. Hangi kapının hayatında
neler açacağı belli olmaz.
Tabi Paris'in de.
*bu yazı 30.04.2014 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder