30.4.14

paris'te olan paris'te kalmaz -3-*


Paris'te tek günde gezemeyeceğiniz iki yer var: Musee du Louvre ve Disneyland.

Üniversitede Sanat Tarihi okumak istemiştim. Çarpık sistemin çarpık çocuklarındanım. Bu yüzden Louvre'u ziyaret etmek benim için son derece önemli. Yine de zamanım kısıtlı olduğu için, hiçbir şeyi atlamamaya çalışarak geziyorum eserlerin arasında. Hristiyanlık'ın sanat üzerindeki etkisini tablo çatlaklarından anlamak mümkün. Her şey o kadar yoğun, derin ve ağır ki doğru düzgün konuşamıyorum bile.


Her bir tablonun kendi hikayesi var. Bir araya gelen eserlerinde bütünlüklü bir öyküsü. Aktarılmış, çarpıtılmış, deforme edilmiş yine de sanatsallığından hiçbir şey kaybetmemiş öyküsü. Masallardan ve resimlerden uzak büyütülen gözlerin gördüğünde geçmişinin ve hayatının gerçekliğini sorgulayacağı türden. Yoğun, derin ve ağır gerçekliği.

Temiz hava almak için arka kapıdan Jardin des Tuileries'e bağlanıyorum. Parkın içinden yürüyüp gölet kenarındaki sandalyelerden bir tanesine oturmak iyi geliyor. Pont de la Concorde'dan geçip Seine Nehri'ne açılan tahta kapı enstalasyonuna dokunuyorum. Sambre'nin sanatını sokağa taşıdığı noktadan Pont Alexandre III bronz heykellerini içine alan yapısı üzerinden yine karşı kıyıya geçip nehir kenarında kurulan ikinci el pazarına uğruyorum. Eyfel'i gördüğüm tek nokta bu. Uzaktan sevmenin dayanılmaz hafifliğini yanıma alıp Champs-Elysees üzerinden dönüş metrosuna biniyorum.


Aynı metro ağının Marne-la-Valle - Chessy durağı ise Disneyland'a çıkıyor. Stüdyoları ve oteli ile burası bir yaşam alanı. Tek gün geçirilecekse de görülmesi gereken ilk yer Park. Çocukluğun ve çocuksuluğun bünyeni ele geçirip sadece gülümsemene izin veren bir yer burası. Her noktadan farklı bir müzik ve karakter yükseliyor. Atlıkarınca, rollercoaster, labirent; korsan gemisi, prensesin kalesi, uzay. Her yol yeni bir hikayenin peşine takılmanı sağlıyor. Çocukluğumda kayboluyorum. Daha ne kadar mutlu olabilirim, derken gökkuşağını çağıran bir yağmur başlıyor. Yağmurda ıslandığın için kızgın olamayacağın tek yer, belki de burası.

Yorgun olmam gerek, diye düşünüyorum. Günlerce kısıtlı uykuyla ve sayısız adımla geçmişken en ufak bir yorgunluk hissetmiyorum. Sadece evimi ve ailem olarak kabul ettiğim arkadaşlarımı özledim. O kadar. Burada olmak dışında düşündüğüm tek şey onlar. Ben dönmemeliyim onlar gelmeli, diye geçiriyorum içimden. Çünkü burada olmak istediğim gibiyim. Olduğum gibi. Kimse yabancı değil çünkü aslında herkes yabancı. Tüm bunları düşündüren Paris değil aslında. Özel olarak belki Paris, evet. İnsanlar, binalar, duvarlar, kaldırımlar ve gökyüzü. Ama 6 günün tamamına baktığımda özümden ne kadar uzaklaştırıldığımı ve gerçekten yaşadığım yere ne kadar yabancılaştırıldığımı düşünüyorum. Ne acı.

*

Adını bilmediğin sokaklarda kaybol. Hangi kapının hayatında neler açacağı belli olmaz.


Tabi Paris'in de.


*bu yazı 30.04.2014 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder