12.11.11

to istanbul with love~

artık zamanı geldi. evet istanbul -sevdiğim, sevmek istediğim, nefret ettiğim...bütün duyguların, her şeyin kaynağı -senin hakkında yazmanın zamanı geldi. neden mi şimdi, çünkü kış resmen geldi. dolayısıyla şehre dair tüm yakınmalar teker teker ve birdenbire su yüzüne çıktı. gri hava, soğuk, yağmur, hiç bitmeyen trafik ve tabi ki, "tüm yıl gündüzleri 25, geceleri de 22 derece olan bir yerde yaşamak istiyorum," yakınmaları. classic and depressing.

tüm bu yakınmaların arasında aslında biliyorum ki ben başka bir şehirde yaşayamam. değil yaşamak bazı şehirlerin sınırları içine bile girmem. mesela, ankara. düşüncesi bile kötü. ne hissettiğimi anlatacak kelimeleri bulamadığım için sadece kafamı sallıyorum laf ankara'ya geldiğinde. no way, baby. no-fucking-way. bir de antalya faktörü var. ortaokul ve lise hayatımın geçtiği ve ailemin halen yaşamakta olduğu şehir. gittiğim zaman kendimi kapana kısılmış gibi hissettiğim, dört günden sonra nefes almakta zorlandığım, hava sıcaklığının yaşanabilir düzeyde olmasına rağmen bir türlü evimde hissedemediğim şehir. çünkü evim burada, istanbul'da.

istanbul hayat dediğim döngüye, her şekliyle -tekrar- dahil olduğum yer. kelimenin tam -ve her- anlamıyla kendi ayaklarımın üstünde durmaya başladığım yer; üniversiteye gittiğim, yalnız yaşadığım, arkadaşlarımla bir evi paylaştığım, çalıştığım, aşık olduğum, terk edildiğim, terk ettiğim, saçımı boyadığım, saçımı kestiğim, sokaklarında dans ettiğim, kaldırımlarında ağladığım, masalarında güldüğüm...

bizimkisi zor bir ilişki. her türlü duyguyu barındıran cinsten. sevgi ve nefret. beyaz ve siyah. ve bazen, gri. kısaca, aşk. ve bu duyguların en çok ayyuka çıktığı mevsim, kış. çünkü her şey siyahken, en kötüsünü görüyorken yani, aksini ispat edecek deliller ararsın ve bingo! eğer eşelediğin o delikte seni hayata bağlayacak aydınlık noktalar buluyorsan işte bu aşktır. bunlar, bulunduğun yerde seni ayakta ve hayatta tutan dayanaklardır.

hani bir şeyi aslında ne kadar çok sevdiğini onu kaybettiğinde anlarsın ya, işte bu tam da öyle. tiril tiril elbiseler giyerken birden kabanının fermuarını kapatmaya çalıştığın gün geldiğinde -ve bu konuda ağız dolusu küfürler ettiğinde- aslında o şehirde yaşamanın çok da kötü olmadığını görürsün. çünkü daha iyi günlerin olmuştur, özlediğin çok daha aydınlık günler. ve bilirsin ki, eğer sabredersen o günler yine gelecektir. yine üzerine bir şort ve atlet geçirip palmiyelerin altında sevdiğin insanlarla kahvaltı edeceksindir. kış dediğin şu beş aylık sürede (evet istanbul'da kış üç değil beş ay sürüyor) sigara içtiğin için donma tehlikesiyle dışarda oturmak pahasına da olsa, asfalt her ıslandığında trafikte ekstra bir saat geçirecek olsan da, ofisinin bulunduğu binaya girerken rüzgardan adımlarını bir türlü ileriye doğru atamıyor olsan da üzerindeki kabanı çıkarttığın gün yine bu şehrin içinde sakladığı sığınaklarda kahkahalar atıyor olacaksın.

eğer buna dayanacak gücün varsa bu şehri seviyorsun demektir. ve ben, tüm kalabalığına, tozuna, dumanına, trafiğine, yağmuruna, çamuruna; tüm yorucu ve tüketici yanlarına rağmen bu şehri seviyorum. gittiğim her yerde kendimi evimde hissediyorum. çünkü günün sonunda, evime döndüğümde, bu şehirde uyanacağımı biliyorum.

hem, aşkın kolay olduğunu kim söyledi ki.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder