26.11.11
let me introduce you...
sana kendimden bahsedeyim biraz -daha-.
güne kahve ve sigara içmeden başlayamadığımı artık biliyor olmalısın. hani şu afyonu bir türlü patlamayan, baş ağrısı bir türlü geçmeyen insanlar vardır ya. bu ritüeli gerçekleştirmediğim takdirde, işte ben de onlar biri olurum. dükkanı açmak için kafein ve nikotine ihtiyacım var diyebilirim.
çikolatayı sevmem. çünkü ona karşı beslediğim duyguları ifade edebilecek doğru kelime sevgi değil. bu daha çok, bağımlılık gibi ya da zaaf. mesela şu an yediğim kinder shoko bons'u tavsiye ederim, ne kadar yediğimin farkında olmadan bir paketin dibini görebilirim. kısaca, çikolataya karşı koyamam diyebilirim.
saçlarımın enseme değmesinden nefret ederim. ve gözüme girmesinden. o yüzden çok zor günler geçirdiğimi itiraf etmeliyim. uzunlarken 47657 şekilde toplanabiliyorlarken şu an ensemde iki tane parmak kadar tokayla kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum diyebilirim.
uykuyla aramda seviyeli bir ilişki vardır. uyku diye ölüp kendimi bitirmem. an gelir alarm çalmadan önce bile uyanırım. ama iş birisini uyandırmaya geldiğinde o an cehennemi yaşarım. ne telefonla ne seslenerek... konu birisini uyandırmak olduğunda kendime kaçacak delik ararım diyebilirim.
eve girdiğim an üzerimi değiştiririm. günü geçirdiğim kıyafetlerin 1 saniye daha üzerimde durmasına dayanamam. isterse dünyanın en rahat kıyafeti olsun, ev sınırları dahilinde büründüğüm kılık birbirinden alakasız tişört ve pijamaların o anki kombinasyonlarından birisidir. bu anlamda rahatıma biraz düşkünüm diyebilirim.
terlik giymekten hiç hoşlanmam. kaldı ki çorap denen olguyla da bir türlü barışamadım. vücudumun kapana kısılmış hissinden kurtulmak için yaz kış evde çorapsız gezerim. yalın ayak gezmenin dayanılmaz hafifliğine varmak için yerlerin her daim temiz olduğu bir ev, en büyük hayalimdir diyebilirim.
bütün paramı, hiç acımadan, kitaba yatırabilirim. bir duvarı kitaplık olan bir odada yenilerine yer açmaya çalışırken obsesif tarafıma el sallarım zira kitapların sırası çok önemlidir. bu anlamda hayatımın bir odasını ya da en büyük duvarını kitaplarla kaplayacak kadar tutkuluyum diyebilirim.
hiçbir kuvvet beni zayıf olduğuma ikna edemez. bu 48 kiloyken de böyleydi 50 kiloyken de böyle. teoride kadınların fiziksel olarak belli bir kalıba sokulmasının ne kadar yanlış olduğunu savunurken pratikte bu savımı asla hayata geçiremem. kafamda birkaç tahtanın eksik olduğunu kabul edecek kadar da kendimdeyim diyebilirim.
bir şeye bağlanmak için onu gerçekten sevmem gerekir. aksi halde, hiçbir kuvvet bana sevmediğim bir şeyi yaptıramaz, başladığım şeye devam ettirmeye zorlayamaz, bir şans daha vermem konusunda ikna etmeye çabalayamaz. "tuttu yine sarı damarın," dedirtecek kadar inatçıyım diyebilirim.
eğer bir şeyi gerçekten seversem çok zor vazgeçerim. -bir noktaya kadar- bütün kapıları çalar, bütün şartları zorlar yine de o duygusal bağı sağlam tutmaya özen gösteririm. konu sevdiklerim olduğunda üzerine kendimi koyacak kadar bağlılık gösteririm. kendimi tanıdığım kadar da kendimden ödün veririm diyebilirim.
yeniliklere açığımdır. gitmediğim bir yer, yemediğim bir yemek, içmediğim bir kokteyl, izlemediğim bir film...şayet benim sınırlarım etrafında dolaşacak kadar bana yakınsa cevabım 'evet'tir. gidelim, yiyelim, içelim, izleyelim kalıplarının başına bir 'hadi' eklemem hiç de zor olmaz. kendi kalıbımın içine sıkışıp kalmayı sevmiyorum diyebilirim.
şu an 4,0 cl votka citron, 1,5 cl cointreau, 1,5 cl lime suyu ve 3,0 cl kızılcık suyunun buz ile beraber shaker'da iyice çalkalanıp bardağa süzüldüğü yerdeyim. sen buna cosmopolitan dersin, bense sadece Z. dengesizliğimden dengesi iyi ayarlanmış bir içki kadar zevk alıyorum diyebilirim.
tanıştığımıza memnun oldum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder