11.6.11
tuhaf.
bu, bir araya gelmesi zor şeylerin 7 güne sıkıştırıldığı bir hafta oldu. zihnen ve bedenen yorucuydu. tıpkı hava gibi. ne zaman ne yapacağının belirsizliğiyle bir açmış, bir kapatmış, yorulmuş ve ağırlığını -artık bugün- yağmur olarak dökmüş olan hava gibi.
hafta tez danışmanımın "okuldayım, gel istersen" çağrısıyla başladı. turist gibi gittiğim ofisten yine aynı aylaklıkla okula geçip çok sevdiğim ve saygı duyduğum o adamın karşısında sorumsuzluğum yüzünden yerin dibine geçtim. evet, kendimce haklı gerekçelerim vardı; dedemi kaybetmiştim, defalarca antalya'ya gidip bir de operasyon geçirmiştim ama bunların hiçbirisi yazmak istediğim teze 5 ay boyunca elimi bile sürmememi açıklayamazdı. çantamı doldurup çıktım yanından. bibliyografya yazacağıma söz verdim. temmuz'un ilk haftasında ona bir konu akışı hazırlayacağıma söz verdim. kaynak taramasına devam edeceğime söz verdim. çantam iyice ağırlaştı.
ertesi gün d.'nin hastaneye yattığını ve -kendi tabiriyle- boyu kadar serumlarla ayağa kalktığını öğrendim. mide ve stres. bir araya geldiğinde çok tehlikeli oluyor. ve d. kırılmaya müsait. tutmak için elimden gelen bir şey olsa keşke.
sonra warhol in motion sergisine gittik b. ile. mısır apartımanı, 4. katta bulunan galerist'e. andy warhol'un fabrika'da çektiği videoların gösterildiği sergiye. fabrika'dan geçen hayatlardan kesitler izledik. hepsi bir yana beyaz duvara yansıyan edie sedgwick görüntüsü yüzünden gözlerim doldu. dramatik hayatının her anı okunuyordu gözlerinden, sigarayı tutuşundan, dumanı üfleyişinden.
bir gece gece telefonum çaldı. hiç hesapta olmayan bir telefon. hüzünlü. telefon kapandı. tekrar açıldı. konuşmak çok zor oldu.
kuzenim doğum yaptı mesela. şanslı bir çocuk. şanslı bir ailede doğduğu için hayata 1-0 galip başlayan bir çocuk. ve birileri doğarken, ben, birisinin ölmekte olabileceği düşüncesiyle dudaklarımı kanattım yemekten. içim kanadı.
başka bir gece eve yürürken, saat 11'e doğru annemi aradım. "anne, ben yalnız ölücem sanırım." söylediğim ilk şey bu oldu. o kadar çok konuştuk ki sonrasını hatırlamıyorum. aksi konusunda ikna olmadan kapattım telefonu.
dün akşam da şaşkınbakkal'daki açılan hayal kahvesi'ne gittik, yine b. ve başka iki kişiyle. alakasız. benden tamamen bağımsız bir dünyanın göbeğinde sohbet ettik, yedik, içtik. insanların ne hayatlar yaşadığını içerden görmek açısından oldukça şaşırtıcıydı. hala da şaşkınım. bir şehir, binlerce farklı suret.
şimdiyse makale okuyorum. o kadar uzağım ki, hayret ediyorum. kafamı toplamak için arka arkaya sigara yakıyorum. bir yandan da dig dinliyorum. 2 ekim 2010'da, hakkında sözlüğe "iki insan arasında sahip olunabilecek en kuvvetli bağa ithaf edilebilecek bir incubus parçasıdır. bir taraf düşerken diğerinin kaldıracağına, bir taraf kafayı yemişken diğerinin en 'akılcı' ilaç olacağına, bir tarafın egosu tavan yapmışken diğerinin onu 'her zamanki' haline döndüreceğine ve diğer her şey yok olmuşken/kaybedilmişken her zaman birbirlerine sahip olacaklarına dair muazzam sözlere sahiptir." diye bir entry girdiğim şarkı. zaman ellerimizin arasından nasıl da kaydı, tutamadık.
ve birazdan abimi negatif'e, dövme yaptırmaya götüreceğim. seneler önce bana laf eden abimin elini, tam da laf ettiği şey için tutacak olmak. tuhaf ama keyifli.
*
bütün bunlar olurken kendimi american beauty filminde, rüzgarda savrulup duran torba gibi hissediyorum. içi boşaltılmış. oradan oraya. hayata dair ciddi kaygılar taşıyorum. insanlarla ilgili, işimle ilgili ciddi kaygılar. sürekli bir kaybetme korkusu. ihtimallerle gelen duraksamalar.
zor zamanlar.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder