24.11.14

gravity always wins.


bir sabah. her sabah, bazen akşam. bir keresinde sokakta. gözünün ulaştığı yerde. gözlerinin içinde biriktiriyorsun söyleyeceklerini. bir esnemeyle dağılıyor uykun. durağa gelmişsin. yollar ayrılıyor. ne düşüneceğini ne hissedeceğini bilmiyorsun. adı yok. adı metrodaki çocuk. salondaki sehpanın ortasına bırakıyorsun. gidip geldikçe yakıyorsun ucundan. bitmiyor. samsun 216 gibi. bıraktığında orada kalacağını biliyorsun. nerden biliyorsun? ya kalmazsa? 

*

ayrılan yolların kesiştiği bir paralel var. apartman boşluklarından ve ışık çubuklarından geçen. paralellerin de kesiştiğini biliyorsun. sonsuz boşlukta teğet geçen onca şeyin arasından bir şey kesiyor gözlerini ve göğüs kafesini. serbest kalıyor bütün kuşlar ve içindeki diğer tüm hayvanlar.

*

hayvanları her zaman daha çok sevdin zaten. çünkü insanlar kötü, biliyorsun. kendinden biliyorsun. istemedenler'i bir kenara bıraksan kötü bir insan sayılmazsın aslında. yine de insanlığın bu dünyanın başına gelebilecek en kötü şey olduğunu bilecek kadar insansın. bundan kaçamayacağını bilecek kadar da. olduğun yerden kaçmak istiyorsun o yüzden. oturduğun her masaya bırakıyorsun biletini. tek yön, diyorsun. dönüş yok.

*

dönüp geriye bakmıyorsun artık. arkada bir şey kalmadı. yazdıkların zaten üzerinde. her şey kristal beyazlığında. bir o kadar da parçalı. paramparça olmuş hikayenin ucundan yakıyorsun ara sıra. arap kağıdı inceliğinde bir leke bırakıyor parmaklarında. diğerlerinin arasında dağıtıyorsun. diğer parmaklarına da eşit dağıtıyorsun geçmişi. gri bir toz karışıyor havaya.

*

siyahın ve beyazın ortasında dalgalanan bir renge dönüşüyorsun. köşelerine yaklaştıkça parmak uçların yanıyor. yazamıyorsun. hikayen yarım kalıyor. her anlatışta daha çok kısalıyor. kısaldıkça uzuyor gölgesi. bir şehir efsanesi gibi yayılıyor dudaktan kulağa. ara sıra tıkıyorsun kulaklarını. çünkü hiçbir hikaye mükemmel değil. o sırada bir şey takılıyor dudaklarına. sen yedikçe iyileşiyor onlar yine de. iyiyim aslında, dediğinde kapı kapanıyor. yağmur dışarıda kalıyor.

*

yağmurlu geçen bir yazın sabahları, sertleşecek bir kışı çağırıyor. yerin yedi kat altından ve senin içinden bir metro geçiyor. boya kalemleri ve bilet, diye yokluyorsun ceplerini. neyin varsa orada. geride bir şey kalmıyor. hayat, oluyor.

11.11.14

catnip.


bazen hayat en beklemediğin yerinden gelir. uzun zaman sonra yazmaya başladığın an, göğüs kafesine oturan kedi gibi. kalkmasını istemezsin. çünkü sıcaktır. ısıtır. duygularına dokunur en nihayetinde. ama kalkmazsa da yazamazsın. çünkü sen hareket ettikçe rahatsız olduğunu hissedersin. kıyamazsın yazmaya. 

durmayı ve nefesini dinlemeyi tercih edersin.

2.11.14

it's a waste of time.


evet. bir süredir bedenimi ve ruhumu koyacak bir yer bulamıyorum. ait olma hissinin et kesiklerine bepanthen sürüyorum. kalacak, gidecek, diyecek bir yer yok. var. olan biten tam olarak bu. yokluğun içinde bir hayat var etmeye çalışmak. yeni yerler, yan yollar aramak. arka sokaklardan ve tekinsiz serserilerden biri olmak. birini diğerine yeğlememek. pat, diye. öyle birdenbire. sessiz ve sakince. en şiddetli haliyle. kafa karışıklığının içinde gerçekten ne istediğini bulup çekmek. kısa çöpü çeker gibi. şansızlar arasındaki en şanslı olmak. ne yapmak istediğini bilerek ve isteyerek olduğun yerde durmak. ileriye gidersen insanlar var. insanlar çirkin. insanlar bencil. insanlar saygısız. insanlar dinlemez. insanlar duymaz. insanlar umursamaz. kararlar alınır. sözler verilir. hiçbiri bir kokunun gölgesinde yeşeremez. yazılar gelir. yazlar geçer. noktalama işaretleri bir anlam ifade etmez. gitmek her zaman en iyi ihtimaldir. ihtimaller kaideyi bozmaz. kalan her zaman otoban şeritlerinin arasına sıkışır. bir tekerleğin altında ezilmiş tavşan gibi. yola çıkılır. anılar üzerinden geçer. yol geçer. sen kalırsın. hayat o kadar da ciddiye alınacak bir şey değildir. o zaman anlarsın.

gitmek her zaman en iyi ihtimaldir.

kusursuz sarsıntı: jack white.*


gece olmuş. herkes uykuya dalmış. senin keyfin kaçık. belki değil. belki düşüneceklerin, kendinle konuşacakların var. mutfakta kendine bir kahve -duruma göre viski- hazırlayıp odana çıkıyorsun. pencereyi açıp bir sigara yakıyorsun. yıldızlara yaklaştıkça düşüncelerin dağılıp dağılıp birleşiyor. o sırada bir ses duyuyorsun. uzak değil ve fakat bozuk. yan evdeki çocuk olmalı. garajda gitar çalıyor. biraz blues. biraz 60'lar rock. bozuk gitar riff'leri. çatlayan bir ses. mükemmel değil. belki de mükemmelliği burada. beyaz teninde. dağınık saçlarında. her zaman çatık duran kaşlarında. siyah tişörtünde. fedora şapkasında. ruhlarda yarattığı kusursuz sarsıntıda.

john anthony gillis. nam-ı diğer, jack white.


detroit'te on çocuklu bir ailenin en küçüğü. klasik müzik tutkunu olarak geçen çocukluğunda en çok dinlediği gruplar the doors, pink floyd ve led zepplin. en sevdiği şarkı, son houses'tan grinnin' your face. 15 yaşında yanında çalışmaya başladığı aile dostları ile iki albüm kaydederek müzşk dünyasına resmi olarak giriş yapıyor. 1996'da bir kafede tanışıp evlenerek soyadını aldığı meg white ile bir mobilya firması kursalar da mobilyaların içine şiirler yazdığı ve faturaları pastel boyayla kestiği için işler pek de istedikleri gitmiyor. bu sırada meg davul çalmayı öğreniyor ve kırmızı-siyah-beyaz üçlüsünü kendilerine kullanma kılavuzu ilan ederek the white stripes'ı kuruyorlar. 2001'de çıkardıkları white blood cells albümü ile garage rock tınısının sınırları ne kadar aşabileceğini gösteriyor. 2007'de çıkardıkları altıncı albümleri icky thump'ın ardından meg'in akut anksiyete ile mücadelesi yüzünden turlar erteleniyor, müzik sessizleşiyor ve ikili şubat 2011'de grubu dağıttıklarını ilan ediyor. 

garajdan yükselen ses yine de kesilmiyor. 2005 senesinde brendan benson'ın evinde buluşan; jack white, jack lawrence ve patrick keeler'dan oluşan ekip kendilerine the reconteurs adını veriyor ve broken boy soldiers ve consolers of the lonely adlı iki albüm kaydediyor.

consolers of the lonely'nin turnesinde bronşit olarak sesini kaybeden jack'e turnede aynı sahneyi paylaştıkları the kills grubunun vokali allison mosshart da eşlik etmeye başlıyor. ikilinin tutan kimyası the reconteurs'un bassçısı jack lawrence ve queens of the stone age'in klavyecisi ve gitaristi dean fertita'nın da eklenmesiyle the dead weather grubunun doğmasını sağlıyor. ekip, 2009'da horehound ve 2010'da sea of cowards'ı kaydediyor.


dönemsel olarak beck, alicia keys, the rolling stones ve bob dylan gibi isimlerle solo kayıtlarda yer alan jack, 2012'de blunderbuss adındaki ilk solo albümünü çıkarıyor. sahne ışıklarının bu kez sadece kendi üzerinde patladığı jack, bütün orkestrayı tek başına yönetiyor. sınırlarını ortadan kaldıran yeni sesler ve enstrümanlarla adeta evrimini tamamladığını ispat ediyor. durup, dinleyip ve deneyimleyip anlamlandırılabilecek bir eser çıkıyor ortaya. ana temasını ölümü oluşturduğu albüm, jack'in karanlık fantezisinin bir güzellemesini sunuyor.

sene 2014'ü gösterdiğinde ikinci albüm lazaretto ile tanışıyoruz. yine hayal kırıklığına uğratmayan gitar riff'leri ile müzik dünyasına damgasını basıyor. şarkıdan şarkıya geçerken çağlar ve tempolar atlıyor. karanlık sözleri, yine satır aralarının da dinlenmesini salık veriyor. jack, temelini gençken yazdığı şiirlerden ve hikayelerden alan kayıtta orta yaş krizleri söylenmelerini ve duygularını adeta tükürüyor. sonuç olarak ortaya, 40 bin satış rakamıyla 1994'ten beri en çok satılan albüm çıkıyor.

hala analog kayıt yapan ve bantlarını tıraş bıçağı ile düzenleyen; en büyük hayali uzayda çalan ilk müzisyen olan ve bununla ilgili gizli projeleri olduğunu doğrulayan bu adam, 7 kasım cuma akşamı babylon'un kabına sığmayan konser serileri kapsamında volkswagen arena'da olacak.

*

biz üçgenin iç açılarını seven nation army klibiyle hesaplayan nesiliz. son on senede kırmızı-beyaz-siyah dendiğinde hayal gücümüzü başka kim bu şekilde ele geçirebilirdi ki.


*bu yazı 31.10.2014 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.