26.6.12

everything.everyone.everywhere.ends.


insan statik bir canlı değildir; aksine hareket halinde olan, ordan oraya yürüyen, bir hayattan diğerine, bir hatadan öbürüne koşturandır. sürekli bir yer değiştirmeden ibaret olan anlarındaysa toplayan, dağıtan, yapan, bozan, yerine koyan, yerinden edendir. bu yer değiştirme olayının vücut bulduğu olguysa -genel anlamıyla- taşınmak'tır. peki nedir bizi sürekli yerimizden edip yepyeni yerlere sürükleyen taşınma hali? durup dinlenmek varken neden hep bir elimiz bavuldadır? bir şehirde, bir evde, bir elde geçirilen son gece ne hissettirir insana? bir insan sürekli taşınmaya ne kadar dayanıklıdır?

taşınırken -duygusal ve/veya fiziksel- bir şeyler yer değiştiriyor. sense değişime yetişmeye çalışıyorsun. kimi zaman terk etmek zorunda kalıyorsun olduğun yeri. ellerini ceplerine sokup arkana bakmadan devam etmeye çalışıyorsun. çünkü bakarsan, geri dönmeye çalışırsan cam kırıkları ayağına batar -daha önce battı- biliyorsun. alacaklarını bile içerde bırakıp kendini kapının dışında buluyorsun. bu sırada seninle birlikte içindekiler de yer değiştiriyor. içi boşaltılmış bir hayata adım atıyorsun. gücünü toplamadan önce, ampulü bile takılmamış bu odada oturuyorsun öylece. yerin tozu üzerine bulaşıyor. her hücrene işliyor boşluk. huzursuz, öylece oturuyorsun. ve bir gün olduğun yerden kalkıp silkeliyorsun üzerindeki ölü toprağını. pencereleri açıp havalandırıyorsun bir temiz içini. istemeden de olsa kendini bulduğun bu hayatı kendine benzetmeye çalışıyorsun. kitaplarını yerleştiriyorsun raflara, fotoğraflarını asıyorsun mandallara. anılarının tozunu alıp tüm ağırlığınla bırakıyorsun kendini yatağa.

kimi zaman da sen gidiyorsun. vakti geldiğini hissettiğin anda başlıyorsun toplanmaya. bu kez ellerin kıyafetlerini katlarken buluyor kendini. eşyalarını koliliyorsun, tek tek tozlarını alıp kitaplarının fotoğraflarını yerleştiriyorsun sayfaların arasına. bazı şeyleri de geride bırakıyorsun, anılarınla vedalaşıyorsun. için ferah. kapıyı usulca çekip arkandan, çıkıyorsun. yoluna devam edecek olmanın verdiği hafiflikle bırakıyorsun kendini yatağa.

taşınmak, yeni sorumluluklara gebe bir viraj aslında. hayatına yeni kapılar açan keskin kırılma noktaları bir yerde. ve sen ne kadar bir fil kadar yalnız olduğunu söylesen de -ki zaten herkes öyle- bir yerinde, bir şekilde aksini gösteren işaretler yakalıyorsun göz ucuyla da olsa. arkadan kapıyı kapatan, kolinin kapağını bantlayan, pencerenin tozunu alan, arkasından kapıyı kapattığın hep başka bir el var hayatında. ve taşınmak, duygusal ve/veya fiziksel olarak tazelenmek aslında. neden yaşandığını hiç unutmayacağın, yine de yepyeni bir hayata uzandığın keskin bir viraj. 





 

21.6.12

gel ve boynumda saklan.



hiçbir zaman sayılarla ve sayısalla arası iyi bir insan olmadım. öğrencilik yıllarımda fen derslerini 1,5'tan 2'yle geçmek en büyük hobimdi. eşit ağırlık bölümünü seçmemdeyse edebiyatın katkısını yadsıyamam. aksi durumda ne mi olurdu, hemen söyleyeyim: "merhaba, ben anatomi derslerini kaçırmayan tıp öğrencisi, büyüyünce adli tıp uzmanı olacağım." evet, bu kadar net. paralel hayatım için böyle bir olasılık pekala mümkünken halihazırda yaşadığım hayatta bu durum kendini, korkarım ki, kemik fetişizmi olarak gösterdi. 

bu biraz da ulaşmakla alakalı aslında. insan çok tuhaf bir varlık. neye nasıl tepki vereceği, kimi nasıl seveceği asla kestirilemiyor. kimisiyle yüz yüze gelmekten kaçınırken bir başkasının gözlerinin ta içinde bakmadan duramıyorsun. yolda yürürken birisine temas etmekten son derece rahatsızlık duyarken bir başkasına sarılmaktan kendini alamıyorsun. bakmak ve dokunmak istediğin insanlarınsa içini görmek istiyorsun, her formuyla. 

kişiliğini ve karakterini gözlerinle okuyorsun. jestler ve mimikler sana pek çok şey anlatıyor aslında. yeri geldiğinde konuşmadan, şıp diye, bir bakışta anlaşacak noktaya geliyorsun kimi zaman. ve tanıdıkça karşındakini, içini okuyorsun. gerçekten görebiliyorsan eğer, zaten bakmaktan kendini alamıyorsun. 

dokunmaksa bambaşka bir tanışıklığa işaret ediyor. ruhuna belki ama, en çok da derinin altına ulaşmaya çalışıyorsun. temas ettiğin kemikteki her kıvrım bir iz bırakıyor, o izleri takip ederek yolunu buluyorsun. en basiti, el. -parmakları ne kadar uzun, bilekleri ne kadar ince- bir ressam edasıyla dolaşıyorsun eklemlerin üzerinde. veya omurilik. kendini açık etmeye enseden başlayan yirmi dört kemiğin hepsini tek tek ve birdenbire arşınlıyorsun bir gezgin gibi. örneğin, leğen kemiği. genişliğine ve derinliğine kapılabiliyorsun tehlikeli sularda yüzer gibi. ama en çok da köprücük kemiği. nasıl ki boyun, insan vücudunda saklanılabilecek en naif bölgeyse, köprücük kemiği de seni koruyacak bir duvar gibi.

bir insanı tanımaya başladığın yer kelimelerdir. baktığında gördüklerinin bir yansımasıdır en içten gelerek ağızdan dökülen sözler. bir insana en yakın olduğun yerse köprücük kemiğidir. onun içine açılan güvenli bir kapıdır boynunda bıraktığın her iz.     

18.6.12

Ajandanızda yer açın: Pozitif Günler*


Kışın kasvetli havalarında hafta sonu kadar kısıtlı bir süreye sıkıştırılan programlar yerini “İş çıkışında/dersten sonra ne yapalım?”lara bıraktığından beri evin yolunu bulamaz olduk. Montlar yerini gömleklere, botlar yerini havadar ayakkabılara bıraktığından beri kendimizi daha hafif hisseder olduk. Günler uzadığından beri saatin farkında olmaksızın alışveriş yapmasak da sokaklara, yemek yemeyecek olsak bile bir içkilik sohbetlere daldık fütursuzca. Günlük yorgunluğumuzu ofis sandalyemizin sırtına asıp plazalardan, arkadaştan aldığımız ders notlarını çantaya atıp sınıflardan çıktığımızdan beri İstanbul’un altını üstüne getirmeye başladık. Eğer siz de havalar ısındığından beri evlere sığamayan, balkonlardan taşanlardansanız Haziran’ın 25’inden 28’ine ajandanızda mutlaka yer açın çünkü Pozitif Müzik bu dört akşam boyunca planlarınıza ortak olmaya son derece kararlı görünüyor. Evet, Pozitif Günler başlıyor!

25 Haziran’da önce Gotye’nin “Somebody That I Used to Know” parçasına yaptıkları cover’la Youtube’da 100 milyonun üzerinde hit almayı başaran Kanadalı grup Walk Off the Earth, ardından 80’lerin ünlü new wave ve punk parçalarına yaptıkları bossa-nova cover’ları içeren ilk albümleriyle dünya çapında büyük yankı uyandıran Nouvelle Vague,  özel kabare şovu “Dawn of Innocence” – Masumiyetin Doğuşu- ile kışkırtıcı ve seksi şovuyla izleyicilerle buluşacak.

26 Haziran’da kırmızı halıdaki post-modern stiliyle de adından sıkça söz ettiren Jessie J, ilk kez Türk izleyicisiyle buluşacak. Çıkış sarkışı olan “Do It Like a Dude” ile ilk hafta İngiltere listelerinde üst sıralara çıkmayı başaran İngiliz şarkıcı, ardından yayınladığı 2. single’ı “Price Tag”i hep bir ağızdan söyleteceğe benziyor.

27 Haziran gecesi ise üzerinden iki sene geçmesine rağmen dinlendiğinde hala ilk günkü etkisiyle dans etmenizi sağlayan “Je Veux” şarkısını seslendiren Zaz sahnede olacak. Efes Pilsen katkılarıyla yeniden Türkiye’ye gelen Fransız şarkıcı, romantik ve bir o kadar da neşeli bir gece geçireceğinizin adeta garantisini veriyor.

28 Haziran’da ise Garanti Bankası sponsorluğunda gerçekleştirilecek olan Metronomy ve Two Door Cinema Club konserleriyle Ada havası İstanbul’a taşınacak. Sadece yüksek enerjileriyle değil sahnede kullandıkları ışıklarla görsel olarak da unutulmaz bir performans sergileyen Metronomy’nin ardından indie rock’ı synthler ve elektronik öğelerle yoğunlaştırarak sunan Kuzey İrlandalı Two Door Cinema Club, bitmek bilmeyen enerjilerini İstanbulluların üzerine yaymaya hazırlanıyor. 

Siz siz olun, “Ertesi gün iş var,”, “İki gün sonra sınavlarım başlayacak,” bahanelerini bir kenara bırakın. Hatta bir adım daha atın, rutininizden sıyrılın ve kendinizi müziğin tartışmasız sonsuzluğuna teslim edin. Hala bilet almadıysanız Biletix’in gişesini veya sitesini ziyaret edin ve 25-28 Haziran’da öncelikle kendinize söz verin: Pozitif Günler’le müziğe doyacağım!

Biz sözümü tutacağız, sizi de bekleriz!



* bu yazı 18.06.12 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

14.6.12

looking for a breath of life


istanbul'da yaşıyorsan sıcağa tüm gücünle göğüs germen şart. hele bir de çalışıyorsan ve tatil denen şey senelik iznin kadar kısıtlıysa, bu şehri daha çok basmalısın bağrına, yoksa sağ çıkamazsın sonbahara.

zaten alışkınsın ya sürprizlere, bir sabah şehrin ana damarlarından ikisinin üç aylığına kapalı kalacağını öğrenebilirsin mesela. arabanı ve metrobüsü at o zaman bir kenara, vapur özlemini gidermek için ideal bir bahane değil mi sence de?

zaten dirençlisin ya her şeye, bir sabah yutkunamayarak ve burnun akarak uyandığında, "çivi çiviyi söker," diyip yepyeni bir dondurma deneyebilirsin pekala. iki gün sabreder sonra yine devam edersin duşunu sabah alıp kendini sokağa atmaya.

zaten bir şekilde hızına ayak uydurmaya çalışıyorsun ya, zaman ve mekan dinlemeden katılmalısın organizasyonlara. "ertesi gün iş var," demeksizin git konserlere, "onca saat nasıl dayanırım?" diye endişelenmeksizin katıl festivallere. aksi takdirde çok pişman olacağından eminsin aslında sen de.

zaten manzarasında kendini kaybediyorsun ya, içine gir o manzaranın baya baya. al yanına en sevdiklerini, yanlarında en 'sen' olabildiklerini ve atla tekneye. bikini içinde, kaptan nereye demirlerse. mangalda balık üstü güneşlenirken uyuyakalma tadından mahrum kalma.

zaten ömrün sürekli yollarda geçiyor ya, hafta sonlarını yaşanır kılacak mesafelere yolculuk etmekten kaçınma. şile, ağva, kıyıköy, bozcaada ve hatta cunda. ne kadar yakın o kadar sakin/hareketli, buna değer, unutma.

*

bodrum-antalya hattında geçecek olan bir haftanın bana yetmeyeceğini bildiğim için, bu yaz, istanbul'u her yönüyle nefes alınır bir yer haline getireceğime inanıyorum. ve inanınca oluyor, biliyorum.

11.6.12

papatya suyu


hiç ananeni başka bir hayatta düşündüğün oldu mu? yani onun senden ve annenden çok önce, mesela ilkokula giden bir çocuk veya sevgilisiyle buluşup elele yürüyen genç bir kadın olduğu hayatı. annenin siyah önlükle okulunun ilk günündeki halini veya mini etekle bir arkadaş evindeki partideki halinin fotoğraflarını gördün belki ama peki ya ananen? ben düşündüm ve gözümde hiçbir şey canlandıramadım. 

hatice hanım, ananem. üç tane daha torunu olmasına rağmen dünyaya sadece benim ananem olmak için gelmiş gibi bir düşünce var aklımda. yani o kadın, sadece bunun için yaratılmış olmalı. bana gözü gibi bakmak, dünyanın en güzel yumurtalı ekmeğini ve mantısını yapmak, "zenoş" demek için.

hiç bıkmadan anlatılan bir hikaye vardır. annemlerin ben 2,5 yaşındayken tatile gittikleri ve döndüklerinde bronzlaştığı için annemi tanımayarak ananeme sarılıp kucağından inmediğim anın hikayesi. işte anane böyle bir şeydir benim için, annedir aslında bir yerde. ilkokul boyunca her yaz tatilini yanında geçirdiğim, o mantı açarken yanında durup unlara bulandığım, deniz kenarına gittiğimizde şişen ayağını kumlara gömdüğüm, bitlendiğimde saçlarım kesilmesin diye beni dizine yatırıp hiç şikayet etmeden onları temizleyen, papatya sularıyla tarayan yeşil gözlü kadın.

ve yıllar içinde o yeşil gözlü kadının yaşlanmasına tanık olmak, her ameliyatında elini tutup ağlamak, rahatsızlandığında koskoca bir acaba'nın gelip içine oturması... 

hayatı anlamak için ölümle yüzleşmek şart, evet. ama yaşlanmak gerçekten çok acımasızca. tüm bencilliğinle sevdiğin insanların, belki ertesi gün olmayacakları fikrine kendini alıştırmaya çalışmaksa geçmek bilmeyen bir mide ağrısı gibi. hayatın ölüm gibi bir sürprizi de içinde barındırdığı gerçeğini bilsen de onu en yakınındakine yakıştıramıyorsun ya bir türlü, işte o en zoru.

10.6.12

to things we didn't say


as hamlet said to ophelia, "god has given you one face and you make yourself another."

nefes aldığımız her an hayata karşı direniyoruz aslında. düpedüz hayatta kalmak için savaş veriyoruz. ciddiye al veya alma, bizler yaşamak için önce kendimizle savaşıyoruz. sürekli kendimizle çatışmıyor muyuz? aslında biz kendimizle barışmaya çalışıyoruz. kimi duygularını koyuyor masaya, kimi aklının iplerine asılıyor sonuna kadar. aslında her şey korunmak için. her şey, kendimizi hayattan korumak için. bu yüzden sürekli anlatıyoruz, dinliyoruz, seviyoruz, susuyoruz, itiraf ediyoruz. peki hiç mi yalan söylemiyoruz? hiç mi bir şeylerin arkasına saklanıp inkar etmiyoruz? kaçıp saklanmıyoruz? biz hayatta kalmaya çalışırken aslında, kendimize yeni bir hayat yaratıyoruz. kendimize sakladığımız benliğimizin önüne bir başkasını yerleştiriyoruz. peki bunu yaparken aslımıza ne kadar sadık kalıyoruz? aynaya baktığımızda gerçekten kimi görüyoruz?

pandora, zeus tarafından kendisine hediye edilen ve fakat kapalı kalması gereken kutuyu açtığından beri hepimiz ortalığa saçılan kötü özelliklerden nasibimizi alıyoruz. her sabah rüyalardan soyunup, egomuzu bir zırh gibi kuşanıp atıyoruz eşikten adımımızı ta ki uyku üstümüzü örtene kadar. her gün yeni dikenler çıkartıyoruz başkalarına batırmak üzere. ve her gece eve ellerimiz kan, üstümüz başımız toprak içinde dönüyoruz. 

çünkü anlatmıyoruz, dinlemiyoruz, sevmiyoruz, yalan söylüyoruz, inkar ediyoruz. aksini yaptığımız an, kendimizi açık etmekten korkuyoruz. ya maskemiz düşerse diye, ait olmadığımız hayatlar yaşıyoruz. bizler, hayatta kalmak için aslında, birbirimize zarar vermekten başka hiçbir şey yapmıyoruz.

gerçekten yapmıyor muyuz? zaaflarımızı ve zayıflıklarımızı hiç mi deşifre etmiyoruz? sabah aynaya baktığımızda gördüğümüz yüzü başka kimlere gösteriyoruz? içimizi göstermekten korkmuyoruz? kimlere dokunduğumuzda ellerimiz kanamıyor? kiminle konuştuğumuzda üzerimiz temiz kalıyor?

peki ya kelebek? sandığın dibindeki tek iyi şey, ümit. ona ne oluyor? 

kutudan saçılanları tek tek yerine koymaya başlayınca dağılıyor aslında bütün bulutlar. zırhla değil, olağanca zayıflığınla çıkıyorsun o kapıdan. aklın ve duygularınla karşılıyorsun hayatı. iplerini gevşetip kartlarını tek tek açmaya başlıyorsun. korksan da, insanların seni 'sen' olarak görmesine izin veriyorsun. kızsan da, arkasında durmaya devam ediyorsun ağzından ve kaleminden çıkanların. üzülsen de, kaçmak yerine, "inanırsak olur bence," diyebiliyorsun.

artık diyebiliyorsun. ve işte o zaman bir ayna kadar net oluyorsun. 


5.6.12

keep the streets empty for me

hiç hayata doyamadığın oldu mu? sabah ne kadar yorgun uyanırsan uyan, ne kadar uzun süre o yorganı üzerinde tutmaya çalışırsan çalış afyonun patladıktan sonra, puf, bir bakmışsın koşar adım dalmışsın hayatın içine. 9'da kararan hava hızını kesmemiş, eve girmek istemez olmuşsun. ne zamandan beri tam kestiremiyorum ama ben, bir süredir düpedüz hayata doyamıyorum. eğer sen de benim gibiysen ve fakat her zaman gittiğin yerler dar gelmeye başladıysa iki önerim var:

emrah özhan, yüksek ihtimalle
milk gallery 



"göz bakar, beyin tanımlar, insan deneyimler... hangisi olacağın ya da neyi paylaşacağın tamamen senin elinde. bu mu, yoksa öteki mi bazen başkalaşmak her şeye? seçeneklerin sonsuzluğu zorlaştırıyor kim olacağına karar vermene yüksek ihtimalle..."


arkın (mercan dede) & carlito dalceggio, revolution revelation
borusan kültür sanat


dear seeker

awake!!! kiss the ancient wisdom
embrace the visions-give yourself to the spirits
erase your memory
abandon your past and your future
open your eyes open your soul
burn burn burn
spread your wings into your own fire
drink the poison-taste the elixir
be the antidote
charm your own shadow
be blinded by your own light
open all doors swallow all keys
beat the drums of defiance to reverse destiny

who are we?
lovers and poets,
pearl divers and seekers
black sheeps of the immaculate white spiral
we are the magicians of earth
transforming the universe
as we transform ourselves
our inner revolution
will lead to the universal liberation
we smoke the peace pipe
but we rage from the inside
this is our scream of resistance
this is our song of compassion
our romantic rebellion

provoke your own illumination
set yourself on fire

4.6.12

just shut up and watch me walk!


öyle anlar gelir ki, bütün doğrular tek bir yanlışla siliniverir. nefes aldığın 24 saatlik periyodun son noktası o yanlışla konur, ve perde kapanır.

- sadece 5 dakika daha yaşamak istedi, tüm öldürülen kadınlar gibi.

son günlerde perdeyi hep kadınlar kapatıyor. o perdelerin arkasında neler yaşandığını sadece kadınlar biliyor.

kendimizi "şanslı" hissetmemiz için her gün yerlerde sürüklenen, evlerinden tabutla çıkartılan kadınların görüntüleri veriliyor ekranlara; "halinize şükredin," der gibi. hala nefes alıyorsak, şanslı sayılıyoruz. küfreder gibi.

her gün bir adam çıkıp bedenimize kastediyor sözleriyle; "tecavüze uğrayan anne ölsün, çocuğun günahı ne?" diyor. hala uslanmıyorsak, canımızı teslim ediyoruz ellerine.

benim artık elim gitmiyor izlediğim bir film hakkında yazmaya; mavi farlı kızla sarı fularlı erkeğin kaçış hikayesini anlatmaya mesela. hiç içimden gelmiyor zamanın kimisine iyi kimisine de kötü geldiğinden dem vurmaya örneğin. ya da neredeyse 24 saati dolu dolu geçen günü bir nefeste yazmaya. veya yeni bir hayata adım atacak olmanın heyecanının soluğunu uzun uzun çekemiyorum içime. hep bir yerde tıkanıyor. sürekli bir mide bulantısıyla uyumak kalıyor geriye.

"sonuçta kadın da insan," lütfunda bulunmak yetmiyor. aslında kadınlar direniyor. çünkü onlar tüm benlikleriyle yaşıyor. her şeylerini ortaya koyuyor. her şeye rağmen onlar da sinemaya gidiyor, seviyor, içiyor, taşınıyor ve fakat siz kafanızı her yastığa koyduğunuzda bir kadın ölüyor.

bu yüzdendir ki pantolonunuzun kemerini değil ruhunuzun iplerini çözün öncelikle. aklınızı ve duygularınızı kullanmak için buna ihtiyacınız olduğunu düşünüyorum. kadınlardan ne istiyorsunuz, gerçekten bilmiyorum.