27.9.11


ilkokul hayatım günlük tutarak geçti. özellikle yaz tatillerinde, her ne kadar aynı çemberin etrafında döndüğüm günler geçirsem de sıkılmadan yazdım. daha dün gibi aklımda çünkü hepsini saklıyorum. sonra bu, çantada taşınan büyüklü küçüklü defterlere bıraktı yerini. günlüğün masumiyetinin yerini karton kapaklı defterler aldı. sağ üst köşelerine tarihler atmak suretiyle yürüdüğüm zigzaglı yolun haritasını çıkarttım kendimce. son üç senedir de moleskine denen ajandalarda alıyorum soluğu. ilk iki sene haftalık bölümlere ayrılmış dikdörtgenlere birer ikişer kelime, üç beş satır dahi olsa, o gün ne olduysa ufak notlar düşüyordum. ve bu sene, her sayfası bir gün eden versiyonuyla yaşamaya başladım. çantamda yine de, her ihtimale karşı küçük sayılabilecek bir defter olsa da moleskine günümün muhasebesini tutmak için hep elimin altında oldu. gittiğim konserler, izlediğim filmler, okuduğum kitaplar, kutlanacak doğum günleri... her şey. 
ve az önce, eve geldiğimde, biten kitabımın notunu düşerken, tuhaf bir duyguya kapıldım. sadece yirmi beş -rakamla 25- güne ben koskocaman bir kalp sığdırmışım. hani diyorum ya, birdenbire, öyle pat diye, tam da öyle. 
aslında tam da tatlı yer gibi. önünüze konan cheesecake'ten ya da sufleden ilk lokmayı alır gibi. çiğnemeye başladığınızda, o tadı damağınızda hissettiğiniz an gibi. vücudunuzdaki her hücreye tek tek nüfuz eden o his gibi. ve sonraki lokmayla gözlerinizin parlaması, zihninizin aydınlanması, yüzünüze kocaman bir gülümsemenin yayılması... dışarda olan bitenle bütün bağınızın kopması gibi.
işte ben tatlı yerken tam da böyle oluyorum. ve -hepitopu- şu yirmi beş günde sanki her gün tatlı yiyorum. tabağımda kırıntı bırakmaksızın.



""bana yapabileceğin, aklında tutabileceğin şeyler söyle," dedi, "haftaya bunların ne kadarını başardığını konuşuruz." "okula gitmeye çalışacağım." "iyi. sahiden iyi. başka?" "bilmem. belki aşırı duygusallaşıp bir şeyleri mahvetmemeye çalışırım." "başka?" "anneme daha iyi davranmaya çalışırım." "başka?" "yeterli değil mi bunlar?" "yeterli. fazlasıyla. pekala, tüm bunları nasıl başarmayı düşünüyorsun?" "duygularımı içime gömeceğim." "duygularını gömmek derken?" "ne hissedersem hissedeyim belli etmeyeceğim. ağlayacaksam, içimden ağlayacağım. kanayacaksam, bir yerlerimi morartacağım. kalbim sapıtırsa kimseye söylemeyeceğim. herkesin hayatını daha beter etmekten başka işe yaramıyor." "ama duygularını içine gömersen sen gerçekten sen olmazsın, değil mi?" "e?""

-jonathan safran foer, aşırı gürültülü ve inanılmaz yakın, s. 229

25.9.11

nereden başlamalıyım, bilmiyorum.

sondan?

- seni seviyorum.

yattığım yerden yıldızları görebiliyorum.

veya baştan?

- günaydın.

uyandığımda bulutlara bakabiliyorum.

** 

her an her şeyi yapabilirmişim kadar yoğun.

her zamanki kahvemi içerken her zamankinden farklı bir güne başlayacak kadar, gün içinde içilen iki türk kahvesinden de farklı tad alacak kadar. huysuzluk etmeksizin, sıradanlaştırmaksızın. sadece yanında uyanarak.

saçlarımla oynatacak kadar, saçlarımı kısacık kestirecek kadar. bilmeksizin. bakmaksızın. sadece inanarak.

elini tuttuğum an ısınacak kadar, koluna girdiğim zaman kendimi kalabalıktan koruduğumu sanacak kadar. üşümeksizin. korkmaksızın. sadece dokunarak.

iki tane çimden dövme taslağı kurgulayacak kadar, kalkıp o dövmeyi yaptıracak kadar. sıkılmaksızın. ertelemeksizin. sadece "hadi" diyerek.

yara izlerimin hikayelerini anlatacak kadar, i got bruises on my knees for you, yara izlerine dokunacak kadar. utanmaksızın. sakınmaksızın. sadece daha iyi tanıyarak.

**

bir 24 saate huzurla başlayıp hüzünle nokta koyarken, i'm permanently blue for you, kendime sakladığım kelimelerim önce boynuna dokunuyor. kulağına fısıldıyorum sonra. göğüs kafesimden kuşlar uçuruyorum. bu kelimeler sadece benim değil artık. göğüs kafesine kuşlar koyuyorum. çünkü onlara bana baktığın gibi bakarsın, biliyorum. 


20.9.11

itiraf ediyorum. ben yalnızlığıyla mutlu olan birisiyim. yalnızlığın dramatik ruh halini hayatımın mekaniğine bir biçimde yerleştirmiş, mevcut dengeyi bir şekilde korurken yaşayıp giden birisi. bu düpedüz bencillik aslında, biliyorum.

içimdeki onlarca odada sayısız fotoğraf. odaların kapıları kilitli. ben izin vermedikçe aşılamayacak sınırlar. izin vermediğim için aşılamayan sınırlar. bir yandan barışırken bir yandan da beni seven insanları cezalandırdığım bir geçmiş. arkasına sığındığım, uğruna kabuk üstüne kabuk bağladığım hikayeler. içinden bir türlü çıkamadığım kendime ait bir oda. bu da düpedüz bencillik aslında, biliyorum.

ama sonra...

oturduğum yerden gökyüzüne bakıyorum. ağaçların yaprakları arasından bulutları seçmeye çalışıyorum. bulutlar: kuşların konuşma baloncukları. oturduğum yerden kuşları duymaya çalışıyorum.

aklına anahtarlar bırakıyorum. ellerine. boynuna. kalbine, belki. birer birer. fotoğraflar koyuyorum önüne. ve hikayeler anlatıyorum. teker teker. sanırım bu aralar bu yüzden bu kadar çabuk yoruluyorum. içimden geçip giden zamana yetişemiyorum. bir şeyler o kadar çabuk oluyor ki rüzgarından saçlarımı tutamıyorum. yine de o esintide koluna girip ısınabiliyorum.

itiraf ediyorum. aslında kapılar açıldıkça korkuyorum. kendime sakladığım ben'in savunmasızlığı. öyle birdenbire güneşe bakamıyorum. kuşları dinliyorum. yüzümü bulutlara dönüp gözlerimi güneşe alıştırıyorum.

içinde yaşatmayı başardığın çocukla çocukluğuma dönüyorum. sadece bir dakika için bile olsa o yokuşunda iki katlı evlerin sıralandığı yemyeşil semtte yaşayabilecek olma fikrini duyunca yine o çocuk oluyorum. belki sen görmüyorsun ama aklına çocuklar bırakıyorum. top oynamayı, mutfak tezgahına oturmayı, resim yapmayı seven çocuklar.

sonra ellerime bakıyorum. mavi. huzur ve hüzün. şu an neresinde duracağımı bilmeden, şaşkınlıkla bakakalıyorum.

17.9.11

junk of the heart


release date için 12 eylül tarihi verilmişken ancak bugün tanışabildik, ihmal ettim seni, kusura bakma.
ilk dinleyişimde önceki iki albümün enerjisini hissedememiş olsam da, luke bebeğim, senin aksanın yeter.
bir de yalnızlığ(ın)a alışmış insan var. "zaten herkes kendi içinde yalnız," diye avunan.

sanırım bu en tehlikelisi.
mantığıyla hareket eden insan uçlardaki duyguları yaşadığını itiraf edemez kendisine. aklının iplerini bırakmak istemez. gevşetecek bile olsa o ipleri, dengesinin bozulacağını bilir. bilir ki sendelerse düşer. incelirse kopar.

ayaklarını yere sağlam basmak ister mantığıyla hareket eden insan. işbu yüzdendir uçlardaki duygularla yüzleşemez bir türlü. bastığı zeminin kaydığını hissederse tutunmaya çalışır. çırpındıkça hırçınlaşır sonunda.

uçlarda yaşanan duyguların zayıflık olduğunu düşünür mantığıyla hareket eden bu insan. esen her rüzgarda savrulmaktansa kapatır içindeki kapıyı pencereyi. üç eksinin bütün artıları götürdüğü denklemler kurar. aklının galip geldiği, duygularının söz hakkına sahip olmadığı denklemler.

duygularını aklının önüne geçirmemeye çalışır bu insan. yine de inanmak ister ikiyle ikinin beş ettiğine. sonuca etki edecek bir sürprizin mutlaka çıkıp geleceğine. işte o zamandır ki duygularıyla barışmaya çalışır mantığıyla hareket eden insan. duygularıyla da yaşamaya çalışır. geçer karşısına oturur. susar ve dinler hislerini. sıkı sıkı tutar kollarından. bırakırsa kopar.



12.9.11

kendimi kötü hissettiğimde bunu dışavurabileceğim o kadar çok kelime var ki... en başta sessizlik. ve hikayeler. durmaksızın yazdığım. sayfalarca anlatabilirim sana içimin nasıl acıdığını. o tarifsiz duyguları ifade etmek için ağzından girer burnundan çıkarım paragrafların. dilim döndüğünce, aklımın çekmecelerini bir bir dökerim önüne. ağlamam belki ama sel olur duygularım. ellerim düşer kucağıma. büyük büyük laflarla susarım. gözlerimi kapatırım. ama...

**
- sen ne hissediyorsun?
- ben, iyiyim ya.

**

... ne kadar mutlu olduğumu dile getirecek kelimelerim yok benim. sadece gözlerim ve ellerim.

6.9.11

**

- jamiroquai; legen, wait for it, dary! legendary!

- düne kadar mojito içmemek konusunda inatlaştığım hayat, kusura bakma, sen haklıymışsın.

- bugünümün güzel geçmesindeki belki de en büyük etken, sabah evden çıkarken posta kutumda bulduğum, paris mühürlü, bütün günlerden başka bir isim, belki de d. imzalı kart. teşekkürler güzel insan.

- istediğin süratle gelebilirsin ifw, senden korkmuyorum. istersen bittiğinde tekrar konuşabiliriz.

- akşam 7'de açık elektrikçi bulduysan fazla sevinme zaten birazdan kapatacaklardır.

- şaşırmak güzeldir, bunu sakın aklından çıkartma.

- köpük kutuda gelen strawberry cheesecake dondurma yüzünden, ben&jerry's, insanlığını bir kez daha sorguladığımı itiraf etmeliyim.

- i am not a biennial artist vs. 12. istanbul bienali müsabakasında söz sahibi olmak istiyorsan seni önce gümüşsuyu'na sonra da tophane'ye alalım.

- küçük prens sevgin depreştiyse kitabı baş ucundan eksik etme.

- hayat sorgusuz sualsiz, birden bire ellerine bir sürpriz bırakırsa öyle, pat diye...dur, sus ve gülümse. 



4.9.11


şu hayatta pazartesi sendromu diye bir gerçek var.
bazı kadınların ilk çocukları, sevgilileridir.

bu öyle bir sevgidir ki kadın ellerini verir önce adama, gözlerini ve sonra kelimelerini. adam kadının elleriyle dokunur. dokundukça şekillenir etrafındaki cisimler. o cisimlere, kadının elleriyle şekil verir. sonra bir ayna gibi açılır önünde hayat. adam, kadının gözleriyle görür. kadının onu gördüğü gibi bakar hayata. tıpkı aynaya bakar gibi, kendine bir şekil verir. ve kelimeler dökülmeye başlar adamın içinden. dile geldiği her an kadından bir parçayı da bırakıverir havaya, kağıda. söylediği her sözde bir hecedir artık kadın. 

ve sonra adam, gider.
yaşaması için gitmesi gerekir ya, giderken kadının ellerini, gözlerini ve kelimelerini de götürür yanında. 

hani önce, tam olarak da gidilemez ya, kadın ellerini, gözlerini ve kelimelerini çekmez adamın üzerinden. farkında olmadan, kendinden parçalarla yarattığı çocuğun, onun elleriyle dokunan, onun gözleriyle bakan -baktığı aynada tam da kadının onu gördüğü gibi bir silüetle karşılaşan- ve onun kelimeleriyle konuşan çocuğun iyi olduğundan emin olmak ister bazen. en naif, en öfkeli, en mutlu ve en kızgın. her şeyiyle o olduğundan emin olmak.

ve sonunda kadın, gider. sevgilisine, ilk çocuğuna, bir veda bile etmeden.

3.9.11

what she loved:

life,

o eski pesimizmden eser kalmadı üzerimde. sanki her şeyi yapabilirmişim gibi bir his. kabul, hayat hala gözümü korkutmaya devam ediyor. değişen şey, bu korkuyla başa çıkacak gücü kendimde bulabiliyor olmam. gülümsediğim sürece hayatı sevmemek için de bir sebep bulamıyorum.


seaside,

ayağın toprağa basması kadar gözün denizi görmesi, kulağın o dalga seslerini işitmesi gerek ki sakinleşebileyim. yüzmesem de ayağım o tuzlu suya değmeli. zeytinyağıyla pişen yemekler yiyebilmeliyim. boğazıma takılmasın diye balığın kılçığını ayırmalıyım itinayla. yüzleri güneşten aydınlanmış insanların arasına karışmalıyım. sen de biliyorsun ki bunlar hep sahillerde. hayat, denize kıyısı olan yerlerde.


this moment of season.

ağustosun eylülden gün aldığı zamanlar, gündüzlerin sıcak ve esintili gecelerin ılık ve havadar geçtiği günlerdir. ne nefesin daralır ne de üşürsün. arada bir geçip giden bulutlarla toprak ıslansa da ayağıma parmak arası terliklerimi geçirir çıkarım dışarı. gözümde güneş gözlüğü. akşama çantama atacağın tek şey en incesindendir uzun kolluların. yürürken bir hafiflik çöker üzerime. o hafifliktendir durup, susup, gülümsemem.

bu da biterken dinle diye: