26.2.13

for i was once a kid with a pure and innocent soul.


her gün, çocukluğumuzda koynumuzda uyuttuğumuz evcil bir hayvanımızı kaybediyoruz. en temiz ve hayata en hazırlıksız anımızı ruhumuzdan ayırıp üzerine bir kova su boşaltıyoruz. her yeri kaplayan tüyler ayaklarımızın altına yapışıyor. 

tüm çirkinliğimiz ve titreyen ellerimizle avutmaya çalışıyoruz bedenimizi. bedenimizin daha iyi, daha emin, daha masum, daha genç ve daha güzel, daha saf birisine ait olduğuna inanmaya çalışıyoruz.

bir şeylerin değişmeye başlayacağına inanarak derimizi kaşıyoruz. tırnaklarımızın arasına biriken kan kurudukça gerçeğe uyanıyoruz. uykumuzda günahlarımızdan arınıp daha yorgun uyanıyoruz. gidecek bir yol bulmaya çalışıyoruz.

hissizlik anlarımızı standarda bağladığımız her beden için bir iz bırakıyoruz ışık çubuklarından. bir elin uzanıp, tüm renklerin içinden en sonsuz olanını çekip çıkartmasını ve saçlarımızın arasına takmasını bekliyoruz. asla uzatamadığımız, hep en kısa saçlarımıza.

sabahlarda bir umut ve bir ışık olacağına inanmak istiyoruz. ve eğer uyursak, çözümü rüyamızda bulabileceğimize. her sabah, bir başkası olarak uyanıyoruz. daha iyi, daha emin, daha güzel. daha saf.

konuşmakta zorlanıyoruz. iki lafı bir araya getirememenin sakarlığıyla birkaç pot ve çokça hayat kırıyoruz. karşımızdakinin gözlerinin içine bakamamanın amatörlüğüyle kör oluyoruz. yastığın soğuk ve hayatın acı veren tarafıyla huzur buluyoruz.

böyle şeyler oluyor. ve biz devam ediyoruz.


24.2.13

'cause all I want is the moon upon a stick.


dev bir kütle olarak her yeri kaplıyor zaman. çok uzun, çok geniş, çok derin bir zaman bu. bu yüzden, "zamanı gelince," diye bir şey hiçbir zaman var olmuyor. çünkü zaman gelip geçen bir şey değil. ve mekanın çekirdeğiyle bir araya gelmesi neredeyse imkansız. bu yüzden kesişen hiçbir doğru, doğru noktaya ulaştırmıyor. hayatın matematiği hep yaklaşık sonuçları koyuyor önümüze. fazlasıyla eksik, mütemadiyen fazla.

insan dünyanın belli bir yerinde, belli bir açıyla durmayınca içindeki sarkaç kaburgalara çarpmaya başlıyor, göğüs kafesini parçalıyor. doğru noktanın neresi olduğunu bulana kadar un ufak oluyor kemikleri. doğru yolda beklemenin şiddeti, yanlış yolda yürümenin cesaretine üstün geliyor. gözümüz gibi baktığımız, bize kör oluyor. yüzümüzdeki enkaz bir kez daha bombalanıyor. kimse yara izlerimizin nedenini sormuyor.

insan ancak sevilince öğreniyor kendini sevmeyi. öpüldüğü zaman gövde bir bütün oluyor. öpen gidince parçalara bölünüyor. ayak oluyor, karın oluyor, el oluyor, boyun oluyor. oluşlar, olamayışlar, düşüp kendini kaldırışlar her bir ekleminden ve tüm kaslarından okunur hale geliyor. yüzünü görmesen bile, baktığın her hücreden anlaşılıyor sakatlanmış ruhlar.

yaşadığımıza inanmak için insanlara güvensizliğin sürekli kaygısına boşverip, hayal kırıklığının anlık kederini tercih ediyoruz. kalp, orada olduğunu bildiğimiz ama sadece acıyınca fark ettiğimiz bir şey olup çıkıyor. çünkü biz, yaşadığımıza ancak böyle ikna oluyoruz.

ve kimse gerçekten yardıma ihtiyacımız olduğuna inanmadığından, bizim gibiler kendi kendini iyileştirmek zorunda kalıyor.


21.2.13

it won't ever be what we want.


salonun köşesinde biriken tozlarla yaşamayı öğreniyoruz. süpürgenin ulaşamadığı noktada, başka bir şeyin devreye girmesine izin vermiyoruz. açılan pencereden giren rüzgarın bile yerinden oynatmaya cesaret edemediği o anıları, seviyoruz.

acılarımızla yüzleşirken en büyük haksızlığı yine kendimize yapıyoruz. acımasızca saldırıyoruz benliğimize, sırf karşımızdakine zarar gelmesin diye. biz hala en çok o'nu seviyoruz.

üzüntümüzü hep en içimizde yaşayıp, bildiğimiz kadar susup, hissettiğimiz kadar saklanıyoruz. içimizdekileri saklayıp, dışımızdan renkli kurdeleler sarıyoruz karşımızdakilerin ellerine. en ufak bir kıpırtıyı bile yutkunarak bastırmaya çalışıyoruz. taşma noktasına geldiğimiz an, gözümüzü kapatıyoruz.

yaşadığımız kaosu bastıracak daha büyük ve daha şiddetli kaoslar yaratmayı deniyoruz. ilk adımda geri çekilip kendi dağınıklığımızda ve pisliğimizde boğulmaya devam ediyoruz. uzandıkça geriliyor, dokundukça acıyoruz. 

bedenimize silinmeyecek izler bırakıyoruz. unutmadığımız gibi her an hatırlamak için elimizden geleni yapıyoruz.

17.2.13

stop telling me because i just don't want to know.


birisi gittiğinde, kalan iki kez acıyor. çünkü önce karşısındakini, sonra da kendisini kaybediyor. ilki bulunmak istemediğindeyse, tüm yük ona kalıyor. unutamamanın ve hatırladıkça şekil değiştiren anıların ağırlığıyla yüklendikçe yükleniyor geçmişe. o tutundukça, zayıflıyor bildikleri. her seferinde daha şiddetli çarpıyor zemine. tüm kemikleri un ufak olana kadar kıpırdıyor dudakları. sessizce mırıldanıyor ve tazeliyor hafızasını.

kelebekler geçiyor gözlerinin önünden. teni suyun tuzundan ve güneş yanıklarından kaşınıyor. elmacık kemiklerindeki çiller takılıyor gözlerine. bir kayalığın tepesindeki rüzgarla karışıyor saçları, ve tüm mantığı. gözünü her kapatışında kemiklerin izini sürüyor elleri. unutamadığı bir yüzün haritasını çıkartıyor bellek. sonunu hiçbir zaman göremeyeceği bir yol gibi, yürüdükçe ayakları acıyor. kağıt parçalanırcasına yırtılıyor. duvara yazılan söz akıyor.  

belki de bitmesi için gerçekten tükenmesi gerekiyor. verilen sözlerin, gidilen yolların ve geçen zamanın. hepsi geçtiğinde, var olan o koskocaman boşluğun içi sarf edilen kelimelerle, adımlanan sokaklarla ve nefes alınan evlerle dolduruluyor. ortalık, tekrar dağıtılmak üzere, bir kez daha toplanıyor.

gerçeği bir de kendine itiraf ettikten sonra, teslim olmak icap ediyor. karşısında en zayıf ve en çirkin olduğun hayat için, tüm gücünle susman ve sonsuz beyazlıktaki ışığın içinde kaybolman yeterli oluyor. bitmesi için iğnenin tene değmesi gerekiyor.


şimdilik söyleyeceklerim bu kadar.

14.2.13

i count the falling stars, i will not be staying long.


geçmişi gülerek anımsıyoruz. anlattıkça dudağımızın kenarındaki kıvrım yukarı doğru uzuyor. o uzadıkça, cümleler kısalıyor. kelimeler aklımızdan parmak uçlarımıza akıyor. alkol masasına sürüyoruz yaşadıklarımızı. her masadan, birer leke bırakıp kalkıyoruz. tüm güzelliği ve olağanca çirkinliğiyle, ne bir eksik ama hep bir fazla uzaklaşıyoruz. severken değil, severek öldürüyoruz birbirimizi.

sonra bir adam çıkıyor, siyahlar içinde. sesinden ışık çubukları geçiyor. duruşu ne kadar dik olsa da, her bir hücresinden dram akıyor. umutlarını trajedisine asıp anlatıyor bildiklerini. bilmediklerini bize bırakıyor.

hayatın ta dibinden sesleniyor. yalanların arkasındaki gerçeği görmek için yerin dibine girmiş bu adam, yıldızlardan medet umuyor. bembeyaz ışıkların arasında kaybolup gidiyor.

avuçlarımız ıslanıyor. ellerimiz soğuyor. kulaklarımızın uğultusuna inat, hala bir şeyler mırıldanıyoruz. derin bir iç çekip, olduğumuz yere uzanıyoruz.

uykuyu bulup, olduğu yerden çıkartmaya çalışıyoruz. ama nafile.

hayatın ta dibini görmenin sonsuz beyazlığına sarılıyoruz.



* bu yazı 14.02.2013'te diskolata blog'da yayınlanmıştır.

9.2.13

and it keeps on coming and i just stand still.


ara vermek yeterli olmuyor. gök taşlarının birbirine teğet geçtiği boşluklardan geçiyoruz. mesafelerin hiçbir mekan ve zaman düzleminde birbirini kesmediği evrenler doğuruyoruz. 

yediğimiz yemeğin bizi mutlu etmesini bekliyoruz. ağzımızı alkolle çalkalıyoruz. bildiğimiz tüm yalanları bir kenara bırakıp kendimizi yenileriyle kandırmaya çalışırken hep yarım kalıyoruz. masadan, hep, tabağımızdakileri yarım bırakıp kalkıyoruz.

kulağımıza çalınan melodilerin adını öğrenip, daha şarkı bitmeden unutuyoruz. artık bir önemi yok, diyoruz. hiçbir şeye anlam yüklemediğimiz gibi var olan tüm anlamları da bir kalemde silip geçiyoruz.

kesilen parmaklardaki izlere bakıyoruz sürekli. o sızının varlığını bir an bile olsa inkar etmek istemiyoruz. içimizdeki parçalanmışlığın izlerini dışarı vuruyoruz. bir kahve içelim, diyoruz. veya tam şu an, çek ve vur beni.

uçsuz bucaksız çöllerde havaya saçılan boyalarla renklendiriyoruz yüzümüzü. en savunmasız ve çıplak halimizle karışıyoruz tanımadığımız insanların içine. ilk defa gördüğümüz ve belki de sonra sonsuzluğa gömülecek kalabalığın içinde bir nokta olup kayboluyoruz.

inşaat sesleriyle bölünüyor uykumuz. sinir uçlarımızda hissettiğimiz titreşimlerle açıyoruz gözümüzü. baktığımız her yerde kıvılcımlar patlıyor. demir çubuklardan kazıklar çakıyorlar bedenlerimize. olduğumuz yere çakılıp kalıyoruz. hiçbir yere kıpırdayamıyoruz.

buz gibi suyla yıkıyoruz yüzümüzü. dudaklarımızın uçlarını yukarı kaldırıyoruz. gözlerimiz kısılıyor. kimse içerde neler olup bittiğini fark edemesin diye, kalın kalın kazakların içine sığınıyoruz. boynumuz, bileklerimiz ve parmaklarımız hep boş kalıyor. zincirlerden kurtulup ağırlıkları atıyoruz.

kutular biriktiriyoruz büyüklü küçüklü. kapakları bir türlü kapanmak bilmiyor hiçbirisinin. bir kahkahayla ve her rüzgarla içinden hayatlar saçılıyor dört bir yana. yeni kutular bulup çıkartıyoruz. her şeyi sığdırmaya çalışıyoruz içlerine. tıka basa dolduruyoruz anıları. bir tek biz, dışarda kalıyoruz.

yarı açık perdelerin arkasında gecenin çökmesini bekliyoruz. yapay ışıkların ve gerçek insanların arasından kendimize çözülecek yer açıyoruz. binlerce kemiğe ve milyonlarca hücreye bölünüyor bedenimiz. her gece ölüp, kendimizden kendimizi doğuruyoruz.


3.2.13

come and scratch the light stains on the wall.


sonsuz bir döngü gibi geliyor bazen her şey. tamamlanmamışlık ve bir tarafın hep eksik olacağı fikrini yakana iğneleyip her şeye rağmen yeni ama temiz olmayan bir başlangıç yapabileceğine inandırmak istiyorsun kendini. 

her, "bu sefer..." yarım kalıyor. cümle daha tamamlanmadan yüklemin düşüveriyor. 

her boyunda bir iz arıyor gözlerin. bir işaret. isminin baş harfi. bulduğun an, bırakmama isteğin ve tutamama gücün arasında şiddetli bir mücadele başlıyor. gecenin sonuyla gündüzün başladığı an arasındaki o mavilikte boşluğa uzatıyorsun ellerini.

bildiğin sokaklardan geçip bilmediğin karanlıklara atıyorsun adımlarını. tanıdık bir ışık arıyorsun. havada yakalamaya çalışıyorsun hüzmeleri. her birini parmaklarına doladıktan sonra zamanın geldiğini anlıyorsun. bilerek ve isteyerek, süzülerek kaçıyorsun tekinsiz maviliğe.

inandığın her şeyin teker teker ve birden bire ellerinden kayıp gittiğini görüyorsun. havada süzülenleri toplayıp dolduruyorsun yine ceplerine. yere düşenlerin kırıklarını kimse tamir edemiyor. üzerlerine bastıkça kulaklarında yankılanıyor parçalanma sesleri. kimse dönüp, bir kez bile, bakmıyor.

uzanmak istedikçe ıskalıyorsun düşleri. gördüklerini hatırladıkça, içinin gerçek hayatın çirkinliğiyle nasıl da kaplandığını fark ediyorsun. ciğerlerin ziftten ağırlaşıyor. 

şubat başında açan güneş kadar şaşkın ve bir o kadar da olağan karşılıyorsun olan biteni.

dişlerini sıkıp devam ediyorsun.