25.9.12

all those moments...


sanırım her şey olanla olmasını istediğimiz arasındaki ayrımda salınmaktan yorgun düşmemizle başladı. öyle ki, sırtımızı ilkine yasladığımızda gerçekçi, duygusuz ve soğuk; ikincisinin ayaklarının dibine serildiğimizde hayalperest, duygusal ve zayıf olduk. aynalardan kaçmakla aynı aynalara başkalarının gözünden bakmak arasındaki her gidiş gelişte daha çok uzaklaştık kendimizden ve bu kez de zaaflarımıza teslim olduk. ne kendimizi doğru dürüst tanıyabildik ne de başkalarının tanımasına izin verdik. ellerimizle kurduğumuz ilişki hep ceplerimizin söküklerini büyütmekten ibaret oldu. çıkartıp baktığımızda kabaran damarlarımızdan kimyamızın dengesini şaşırdık. denklemdeki bir bilinmeyen eksik kaldı. hep x'ler ve y'ler ve z'ler geçti gözümüzün önünden. ellerimizin içini, avuçlarımızı hiç açamadık. sıkılı yumruklarımızdan bir kurtulsak aslında hepsi gözümüzün tam da önünde duracaktı. göremedik. perdeler ve perdeler, hiçbir zaman kalkmadı. gerçek ve hayal arasındaki bağı bir türlü kuramadık. ya saklandık ya da saldırdık. durduğumuz yerdeki salınımımızı rüzgara bağladık. kim olduğumuzu hep unuttuk. 

bir tek kendimizi unuttuk. 

geçmişi kelimesi kelimesine hatırlarken ve hatırımızdakilerle yeni geçmişler inşa ederken avuçlarımıza bir bakabilseydik. ellerimizden bir ayna tutabilseydik yüzümüze doğru. bütün bu zamanları çirkinliğinden arındırıp oldukları en saf halleriyle bir köşeye kaldırabilseydik. tüm o zamanlar -bizimle birlikte- oldukları gibi kalsalardı.


23.9.12

we're done here.


buralardan gitmenin oldukça kolay ve aslında çokça yorucu olduğu yenilenmiş bir taktiğimiz var. her ruh halinin üzerini örterek zihinsel deformasyonun dibini sıyırtan cinsten. biletler, pasaportlar, kalınacak yer, gezilecek yer listesinin sayfasını çevirip yeni bir liste yapıyoruz. gidecek yeri bir şekilde buluyoruz, olmasa da varmış gibi davranarak. tek derdimiz biraya alternatif olarak hangi kokteyli içeceğimizi seçmek oluyor. hayata buzların ve pipetlerin arkasından bakıyoruz. ayaklarımız sabit değil. eller sürekli hareket halinde. fotoğraflar çekiliyor. bir aşağı bir yukarı yürünürken müzikler ve insanlar değişiyor. sigaralar yakılıyor. eve hep ellerimiz yapış yapış dönüyoruz. leş gibi olmuş ayakkabımızı çözmek için dakikalar ve dakikalar harcıyoruz. uyandığımızda bir elimiz başımızda; bir diğeri duvarları tutuyor. aradaki upuzun mesafenin dengesi başka türlü bulunmuyor. yüzler yıkanıyor. çaylar ve kahveler yapılıyor. kahvaltıdaki lokmalar hatırl(am)ıyorum'larla bölünüyor. telefon hangi çirkinliklerin kapısını aralamış, kontrol ediliyor. unutmanın tadına bir türlü varamıyoruz. yarı uyur yarı uyanık koltuk üstünde geçen ertesi günden bir sonraki haftanın planları yapılmaya başlanıyor. ve sayfa yeni bir liste yapmak için çevriliyor. 

bu seferki de bize -tekrar- yenilene kadar. manipülasyonun şerefine.

20.9.12

leaving question marks aside for a hope-second.


korkular, tedirginlikler ve soru işaretleri dönüp dolaşıp aynı tırnak içinde buluşuyor: gelecek. bu tıpkı upuzun bir koridorda karşına çıkan perdeleri aralayarak ilerlemek gibi. önünü görmeden. bunu atlattık, şimdi sırada ne var? 

hep en çirkinini ve en kötüsünü düşünerek atılan adımlar yüzünden ayaklarımızın altı toz toprak olmuşken, bir kez -ve belki de bu kez- perdeyi önce ellerimizle aralamak isteği. önce aydınlık yaksın gözümüzü. diğerleri gibi olmasın. göz bebeklerimizden saçlarımızın arasına ışık demetleri süzülsün. belki üç gün, olmadı bir ay sonrası için bir ipucu dahi olsa keşke. -henüz gerçekleşmemiş olaylar için bile bir 'keşke' atıyoruz kenara.-

bir de, tabii ki, perdenin önünde durup bekleme hali. kulağımıza sürekli bir şeylerin fısıldandığını hissedip heyecanlanmalar ve açılan kartlar için umarım'lar eşliğinde kendi kendimizi motive etme çabaları. devam etmekle etmemek arasındaki gerginliği olduğumuz yerde salınarak atacağımızı sanmanın tuhaf uyuşukluğu. ve bir de arada bir geri dönüp -aslında- kapanmış perdelere yine burnumuzu sokma denemeleri. arkada bırakılan perdelerden uzatılan ellerin haritasını çıkartmanın son çırpınışları.

yine de bulunduğumuz noktada -ölmediğimiz sürece ki bunu beceremediğimiz de ortada- sonsuza kadar kalamayacağımız  bir gerçek. mutluluğun tartışmaya açıldığı ve fakat keyifli olma halinin sabitliği ve yavaşlığı. evet, keyifli ve yavaş. fırtına öncesi sessizliğin alttan alta vuran temposu gibi. bir yenisini karşılamadan önce verilen derin nefes.


pencereyi açar mısın? içerisi havalansın biraz.


17.9.12

what if?


bir sürü yol, bir sürü yan yol. bir sürü seçim, bir sürü hata. hayata dair şüpheler, noktayla sonlanmayı bekleyen soru işaretleri. bekleyişler, yerinde duramamalar, yerinden kalkamayışlar.

kendimizden saklanmayıp, "keşke," diye başladığımız cümleler için.


14.9.12

çekici detoneliğin kitabı*



Aynaya günde kaç kez bakıyorsunuz? Aynaya her bakışınızda kendinizi gerçekten ne kadar görebiliyorsunuz? Veya hangi hayallere dalıyorsunuz kalabalıklar içinde? Bambaşka yerlerde, farklı vücutlarda olduğunuzu hiç mi düşünmüyorsunuz? Hayatın gerçekleri arasında kendinizi nasıl tanıyor ve tanımlıyorsunuz? Kaç kimlik ve kişilik yüklüyorsunuz benliğinize? Hiç düşündünüz mü? Siz içinizde kaç kişilik bir hayat taşıyorsunuz?

Cevap verme sırası Paul Banks’e geldiğinde onun verecekleri şöyle özetlenebilir: 3 Mayıs 1978 doğumlu Paul, 1997’den beri Interpol grubunun vokali olan Paul Banks, 2009 senesinde Julian Plenti Is… Skyscraper albümünü ve 2012’de Julian Plenti Lives… EP’sini çıkartan Julian Plenti ve 23 Ekim’de Banks albümünü yayınlayacak olan Paul Banks.

Evet, Paul Banks tek bir vücutta –en azından bildiğimiz kadarıyla- dört kişilik hayat yaşayan/taşıyan bir adam. Melankolik sesini her duyduğunuzda başını göğsünüze yaslayıp, “Üzülme, geçecek, geçmese de buradayız işte,” demek isteyeceğiz türden bir adam. Interpol’le verdiği kalabalıklar içinde kaybolmuş hissinin yanında Julian Plenti’yle kendini ikili ilişkileriyle tanımlamış bir adam. Kendi adını taşıyan solo projesiyle özüne dönen ve fakat halihazırda olduğu ben’den kopmadığının sinyallerini vererek bizi yine saykodelik ruh hallerine sokmayı vaad eden bir adam.

1 Haziran 2011’de Küçükçiftlik Park’ta gerçekleştirilen Interpol konserinin ardından -bu kez- Paul Banks ‘adıyla’ bir kez daha İstanbul’a gelecek olan bu adam, 13-14 Şubat 2013 tarihlerinde Babylon sahnesinde yazacak çekici detoneliğin kitabını, bir kez daha. Grubun Turn on the Bright Lights adlı çıkış albümünün üzerinden on sene geçmesine rağmen ateşi asla düşmeyen, yazdığı şarkı sözlerini içimize işleyen gitar riffleriyle harmanlayan ve sesinin büyülü tınısından hiçbir şey kaybetmeyen bu kim olduğu asla tam olarak bilinemeyecek adamla buluşmamıza daha aylar varken biletlerin 14 Eylül’de satışa çıkacak olması günlerin de benzer hızla geçeceğinin bir işareti.

İster aynaya baktığınızda sadece kendinizi görün ister geleceğe dair planlar yapmaktan kaçının, yine de siz siz –veya bir başkası- olun bu orta vadeli planı takviminizin bir köşesine not etmeyi unutmayın!

* bu yazı 13.09.2012 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

10.9.12

once upon a time, someone else ago.


hiçbir zaman sicilyaya taşınmayacaktık ve hiçbir zaman sadece sen ben ve akdeniz olmayacaktı ne sen deniz kabuğundan bir teknede çalışıp güneş yanıkları içinde eve dönecektin ne de ben gölgede uzanıp şarkı sözleri yazacaktım ve geceleri farklı farklı yıldızlar çalmayacaktık gökyüzünden günler tartışmadan geçmeyecekti ve tek bir kişi olamayacaktık dinleyip geçecektik güzel de olsa ütopyaydı işte söylenip geçilecekti herkesin bir hayatı vardı ve kimse aldığı kararlardan dönmeyecekti hiçbir zaman olduğumuz noktaya dönemeyecektik hayatla yüzleşip kendi gerçeklerimizle mücadele edecektik ve hep yenilecektik hep güzel şeyleri yarım bırakırken pes etmeksizin dibini sıyıracaktık çirkinliğin geçmişi kağıtlara döküp çantamızda taşıyacaktık onlar gelip izi kalmış yaralara dokunacaklardı ve bisikletten düşermişçesine gülerek anlattığımız çocukluk anılarına dönüştükleri an aslında ne kadar hafiflediğimizi fark edecektik kimisini de iki kişilik sırlar hanesine yazacaktık unutmamız mümkün değildi hatırlamadığımız veya özlemediğimiz bir an bile geçmeyecekti yine de bir şekilde devam edecektik ölümü hep bir tıkla ıskalayıp hayatın eşiğinde alkolle ve uyuşturucuyla yuvarlanıp gidecektik sahip olmadığımız bedenlerimizi oradan oraya yuvarlayacaktık çarptığımız yerlerimizdeki çiziklerimizi ve çürüklerimizi gözlerine sokacaktık yaşıyoruz çünkü ölemiyoruz diye bağıracaktık iki cümlede bir serpiştirdiğimiz soru işaretlerimiz ve ünlemlerimizi bir türlü noktalara bağlayamayacaktık hiçbir noktalama işareti cevap olamayacaktı sorumuza her kapı hayata çıkacaktı adı hep hayat olacaktı

7.9.12

i like pretending.


şu sıralar kendimi en iyi metaforlarla ifade edebiliyorum. çünkü her şey o kadar gerçek, sığ, samimiyetsiz ve yalancı; reddetme ve kabullenmeye çalışma hali de bir o kadar zor ki... örneğin bugün, özenle yıkadığın bir tabağı kuruması için kenara koyarken elinden düşürüp kırmak gibiydi.

gelen haberler ve ihtimaller, belki umutlar ve tabii ki histerik kahkahalar. ardından gelen kaçınılmaz gerginlikler ve şiddetli baş ağrısı.

ortası bulunamayan ruh halleri ve cuma iş çıkışı bozan hava için, saygı duruşu.

alkolle tozu alınacak zamanlar için.


4.9.12

i’ve seen love, and i followed the speeding of starswept night.


önce ketılı kontrol ediyorsun. su miktarının yeterli olduğundan emin olunca düğmeye basıyorsun. fincan, temiz veya dünden kalma, fark etmiyor. hiçbir zaman etmedi. göz kararı koyuyorsun kahveyi. her şeyin ölçüsüz, hep göz kararı. suyun kaynama sesini duyduğun an kapatıyorsun ketılı. suyu dolduruyorsun fincana. tüten dumanı tek nefeste içine çekiyorsun.

hayat, sade(ce) bir kahveyle devreye giren yüz yirmi trilyon elektronun çarpışma hızına yetişmekten ibaret artık.

derinin altına harfler kazınıyor tek tek. p, i, n, n, e, d... bilek sonsuzluk için kıvrılıyor. çünkü hiçbir şeyin sonu gelmiyor. her şey tekrarlıyor, hep bir döngü içinde. göğüs kafesinde yeni bir hayat kuruluyor. akmaya devam eden hayatına en güzel yerinden tutunan bir el. unutulması mümkün olmayan bir şeyi hatırlamaktan kolay ne olabilir ki?

gece, gözünü kapattığında canlandırdığın, yine de tasvir etmek istemediğin, sadece olan ve olduğu için nefes aldıran bir form artık.

*

her sabah bambaşka ruh halleriyle ve dağınık saçlarla ve uykusuz gözlerle uyanmaktan yorulmuyorsun.

uykusuzluktan sersem gibiyim.


2.9.12

now there's that fear again


hiçbiri 'yeteri kadar' olmuyor. sabah ayılmak için içilen sigaralar ve kahveler, bayılmak için içilen kokteyller ve shot'lar; unutmalar ve çokça hatırlamalar; soluklar ve nefesini tutmalar; dokunmalar ve bakmalar, bakamamalar; özür dilemeler ve teşekkürler; gidilen yerler ve gidilemeyecek adalar; kalmalar ve sürekli beklemeler, gidememeler; durmalar, susmalar ve gülümsemeler; cevaplanan sorular ve noktalar, ünlemler; dinlenen şarkılar ve yazılan kelimeler, sokaklar ve evler, okunan kitaplar ve izlenen filmler; sarılmalar ve uzaklaşmalar, uzak durmalar; gerçekler ve rüyalar, uyumalar; çöpe atılan hikayeler ve biriktirilen anılar; kutular, saklanmalar ve kaçmalar; arada sevmeler ve belki nefret etmeler; sıcak havalar ve soğuğu özlemeler; gündüzler ve geceler, günler. 

yer çekimi ve tekinsiz beyazlık.

hiçbir zaman 'yeteri kadar' olmayacak.