25.5.13


"unutmak kelimesi undan çıkmış. öyleymiş. unutmak için un ufak etmek gerekiyormuş. birini bütün olarak unutamazmışsın zaten, öyle pat diye, unutamazmışsın. böyle yavaş yavaş gidermiş, yavaş yavaş unuturmuşsun. gözleri, kaşı, burnu ile kulağı, sesini yavaş yavaş. unuttuğun zaman da o kişi olmazmış. hatırlamazmış. sonra unuttuğunu unuturmuş. ben unutmak istiyorum lan. her gün ne zaman unutacağım diye soruyorum kendime. her gün sorduğum zaman da her şeyi yeniden hatırlıyorum ben. daha net. unutamıyorum ben."

23.5.13

the end of the world has come often, and continues to come.


bazen, ne zaman ve nereden başladığının bile farkına varmadan, elindeki her şeyin birer birer kaydığını görürsün. yıkım, hiç beklemediğin bir anda, hiç beklemediğin bir yerde çarpar yüzüne. gözüne kaçan toz zerreleri yüzünden, önce anlamazsın. içinde bulunduğun kaosun dinmesi ve bir yenisinin ve daha şiddetlisinin başlaması arasında geçen o kısacık süredeyse, nerede ve hangi zaman diliminde olduğunu anlayamazsın. her şey değişmiştir artık. tüm topraklar, tüm binalar, tüm kaldırımlar ve tüm insanlar. tüm o yüzler ve bedenler yerini yenilerine bırakmıştır. hiçbir yeri ve hiç kimseyi tanıyamazsın. konuşulan diller ve tutulan eller değişmiştir. fazlasıyla anlamsız ve olabildiğince soğuktur artık.

dünyanın sonu gelene kadar savaşacak olmanın getirdiği yorgunlukla ve ölemeyeceğini bilmenin bıraktığı izlerle, hayata dair yeni bir şeyler canlandırmanın peşinde sürüklenirsin. silinmeye çalışılan hafızana, apartman boşluğunda yetiştirdiğin çiçeklerle karşı koyarsın. inadına, sonsuz beyazlığın gözü delip zihnin en kör noktasına ulaşan kayıtsızlığı karşısında direnip daha ve daha fazlası için savaşırsın. o kör noktaya yansıyan gerçeklerini boynuna dolayıp, daha şiddetli sarsıntıları adımlarsın. daha çok yıkılıp, onların yıkmaya çalıştığı şeylere karşı durursun.

içindeki boşluğu doldurmaya çalışırsın. bulabildiğin çirkin ve kötü ne varsa, onlarla yıkarsın kendi. onların verdiklerini değil, kendi istediklerini yutarsın. olabildiğince çirkin ve kötü olana kadar doldurursun bedeni. rüyalarında dahi huzursuz olana kadar zorlarsın zihnini. bitmeye en yakın noktada, yeniden başlarsın. bu kez ve bir kez daha, daha şiddetle geçirirsin tırnaklarını. yıkılan ne kadar şey varsa, hepsinin altında teker teker kalıp daha çok hatırlarsın. okyanustan onun kalbine doğru çizdiğin görünmez beyaz çizgiye sarılıp en derin ve en huzurlu uykunu uyursun.

daha büyük bir kaosta uyanmak üzere.

19.5.13

can i stay here? i can sleep on the floor.


ve bir anda, vücudundaki tüm kasları tepeden tırnağa hissetmesine sebep olacak bir uğultu yükseliyor omuriliğinden. virgüllerinde durulmadan okunan bir yazı gibi, her hareket ve her ses ve her koku ve her ışık birbirinden ayrılıyor. her biri ayrı ayrı akıyor parmak uçlarından. saç diplerinden ayak parmaklarına kadar, her hücresiyle, unutuyor. her hareketiyle tüm anılar teker teker ve birdenbire doluyor hafızasına. gözlerini her kapatışında, karanlıkta bir yüz beliriyor. yüzü, bir prizma gibi, tek bir ışık çubuğundan onlarca hüzme yaratacak kadar kırılıyor. kırıldıkça parçalanıyor anılar ve tekrar canlanmak üzere saçlarının arasına saklanıyor.

sonra, bir anda, sanki tüm geçmişi bastığı zemine karışıyormuşçasına, dolanıyor adımları. her hareketinde bir an ve hikaye toprağa karışır gibi hafifliyor. bilinmezliğin ve unutkanlığın ağırlığından göz kapakları düşüyor yastığa. tüm eklemlerini hissettiren bir gerilimle, titreyerek, karanlığa yürüyor. yüzünü tekrar görmek için adını mırıldanıyor.

zamansal ve mekansal değişikliklerin farkında olmadan geçen süre, bir sonraki unutuşlar ve yeniden hatırlayışlar için kaygan bir zemin hazırlıyor. bilinmeyene doğru sürüklenen her isim, en çirkin ve en kötü maskesini en yeni ve en güzeliyle değiştiriyor. en parlak makyajlar, her zaman, karanlıkta daha çok kaybolmak için yapılıyor. üzerinden sarkan kumaş parçalarına bulaşan toz toprak, her gün batışından diğer gün doğuşuna, daha ve daha çok kirleniyor. kötü insanlardan böyle ayrılıyor. kendi kiri hiç kimseye bulaşmıyor çünkü. anılar bırakıyor sadece geride, elini dokunduğu her yerde bir hikaye anlatılıyor sessizce.

ve bir anda, dokunduğu yerden bastığı zemine kadar, her şey, ama her şey dokusunu yitiriyor. tek bir sertlikte ve olabilecek en yumuşak halinde beliriyor cisimler. görüntüler ve hareketler olağanca yavaşlığında akmaya başlıyor bu kez. bildiği ve duyduğu her şeyi o an unutup, hiçbir yeniye fırsat vermeden, yerçekimini yok sayıyor. havada süzülen hikayelerini yakalamak için salınıyor. her hareketinde bir eskisine dokunup doluyor bedenine. uzaklaşmasına izin vermeden, en uzaktakini yanına çekmeye çalışıyor. boynuna dokunuyor. aynı parmaklar duvarlarda ve merdiven trabzanlarında gezinirken bile sertleşmiyor. hiçbir güç izin vermiyor gerçekle yüzleşmesine. mesafeler arttıkça, duygular akışkan hale geliyor. gün ışığına çıktığı an, bütün aynalar kırılıyor.

zamanla yerçekimine de alışıyor.

13.5.13

what's the good in being good?


dünya eskiden sessizdi. şimdiyse gürültüden durulmuyor. dikkat dağıtan cızırtılı ve yoğun sesler, bölünüyor. parçalandıkça parçalıyor. kötü ve çirkin ne kadar isim, sıfat ve fiil varsa tırnak diplerine doluyor.

kırılmalar çağında yaşıyor. ne kadar odaklanmaya çalışırsa çalışsın, o kadar unutuluyor hakkında bilinenler. çünkü ne kadar dağınık olunursa, o kadar var olunuyor. kaos, ışık çubuklarından sigara izmaritlerine kadar, parmak uçlarına kazınıyor.

her şeyin içinde yer almak, içindeki her şeyi teker teker yakıyor. tene değen kimyasal gibi, köpürdükçe çirkinleşiyor. neye temas etse, kesif bir koku yayılıyor etrafa.

ne kadar yavaş nefes alırsa alsın, hızından başı dönüyor. ta ki düşünecek bir aklı ve hissedecek bir ruhu kalmayana kadar. dönüyor. en başa. ta en başından bildiği şeyleri unutana kadar.

dünya tek bir anlığına sussa, sadece tek bir an için, gençliğinden bir melodi duyacağına inanıyor. her notayla daha temiz ve daha genç olacağına inandığı her an, bir cızırtıyla kesiliyor nefesi. hiçbir zaman o sonsuz beyazlığı geri getiremeyeceğini biliyor.

belki de her şeyi yıksa, yerle bir etse tüm geçmişi, her şeyi yeniden yerli yerine koyabilse? her şeyi yeniden bir araya getirip, yeniden altında kalacak olmanın gerçeğiyle yüz yüze geliyor. 

ellerini, ayaklarını ve sesini, her şeyi geride bırakıp, boylu boyunca uzanmanın, boynuna uzanmanın fırtınasında sesi bile çıkmıyor. gürültüden hiçbir şey duyamaz oluyor.

bunlara nasıl dayandığını bilmiyor. belki de bilse, dayanamaz.


5.5.13

to all the bad movies and all the earthquakes.


zamanın nasıl geçtiği ve mekanlar arası mesafenin nasıl uzadığı hiçbir zaman kestirilemiyor. gerçeklik, göz altı morluklarında halkalanıyor. beklenmeyen anlarda, daha ne olduğunu anlamadan bulunulan yerlerde kelimeler havaya asılıyor. kelimeler takılıyor dallara. hikayeler birikiyor masanın üzerinde. daha tozu alınmamışken üzeri yenileriyle kaplanıyor. en köşede kalan, en çok seviliyor. 

yalnızken kulaklardan akan sessizlik, kalabalıkta inceden bir mırıldanmaya dönüşüyor. kurulan her cümle, yatağın altına itilmiş bir kutunun kapağını aralıyor inceden. içerisi ve dışarısı birbirine karışıyor. bütün sınırları alt üst eden bir kaos türüyor bilinmeyen coğrafyalarda. her beden, kendi isimsiz krallığını çökertiyor bir yenisini ve en kötüsünü kurmak için. 

tüm şeritlerin tersten aktığı bir hayatta, sadece yol çizgilerini birbirine bağlayanlar sağ kalıyor. bütün düğümlerin tek bir yanlışta koptuğu aşklar yerini sıradan hatalara bırakıyor. kaybolan ışık çubuklarını geri getirecek bir adam, bir kadın, bir el, bir tutam saç, bir. hiç oluyor. geçmişin yükü, ayak tabanlarındaki bir çamur kadar leke bırakıyor.

her hücresiyle sevip olağanca beyazlığıyla inanan herkes, er ya da geç, tüm çirkinliğiyle karanlığa çekilip sonsuz hırçınlığıyla derisini yırtıyor. bildiği her şeyi unutmaya çalışan herkes, olacakları bilmeye muktedir olduğu her an, daha çok ölüyor.

ister inan ister inanma, yol ne gideni ne de kalanı affediyor.


*fotoğraf: furkan akbayrak