24.3.14

the ice is getting thinner.


diken üstündeyiz. her an. her dakika. bir şey oldu, olacak. bir kuşun kanat çırpışı aralığında, özgürlüğümüzü kanatlara takmakla özgürlüğümüzden bir mil uzaklaşmak arasında gidip geliyor kalp çarpıntılarımız. nefesimizi kursağımıza taktık, bekliyoruz.

beklemekten başka bir şey yapamıyoruz. konuşmaktan başka. yazmaktan başka. sinirlenmekten ve üzülmekten başka, elimizden hiçbir şey gelmiyor. elimize geçen ve elimize verilen yapay gerçeklerden bir hayat inşa etmeye çalışıyoruz. eninde sonunda bir dalga gelip bozuyor oyunumuzu. tanımadığımız yüzlere bakmamaya çalışıyoruz, gelip bir adımda bozmasınlar diye oyunumuzu.

umutlarımız var. umacak kadar aptal olsak da, gerçekleşmesi için ruhumuzu masanın ortasına koyduğumuz umutlar. aklımızı da katalım istiyoruz içine. aklımız başka yerde. aklımız olması gereken yerden çok uzak.

bir enstrüman çalabilirdik örneğin. buna karar verdiğimiz an, hiçbir zaman geç olmayacak bir an olabilirdi. gittiğimiz okuldan, çalıştığımız işten ve tüm yükümlülüklerimizden tek seferde ayrılıp, bu anın peşinden gidebilirdik. oysa şimdi konsere bile gidecek gücümüz yok. müzik dinlemek bile kimi zaman fazla ve ağır ve saygısızca geliyorken, umutlarımızın bile sesine kulak veremiyoruz.

gezgin olabilirdik pekala. bunu yaşamak istediğimizi anladığımız an, hiçbir zaman geç olmayacak bir an olabilirdi. önümüze açtığımız dünya haritasının bir parmak mesafesindeki herhangi bir ülkenin, herhangi bir kentindeki, herhangi bir kasabaya gitmek için çantamızı toplamaya başlayabilirdik. onun yerine sadece birkaç günlük bir gidiş için bile önümüzde onlarca maddelik mühürlü kağıtlar sıralanıyor sanki azılı bir suçluymuşuz gibi. halbuki hepimiz biliyoruz, azılı suçlular olmak için fazla duygusal çocuklarız. ve gidememek bizi daha da duygusallaştırıyor.

yazar olabilirdik mesela. bunu istediğimiz an, hiçbir zaman geç olmayacak bir an olabilirdi. yazı yazmayı, ayırabildiğimiz zamanların en kuytu köşesine itmek zorunda kalmadan dileğimiz ve dilediğimizce yazabilirdik. başkası istediği için, yine o başkasının istediği sözlerle değil. olduğu gibi. bildiğimiz gibi. arkamızdan kapılar kapanır mı, diye değil; yeni kapılar açmak için. yazarak yaşardık.

aşık olabilirdik aslında. bunu içimizde hissettiğimiz an, hiçbir zaman geç olmayacak bir an olabilirdi. gözbebeğinden parmak uçlarına, köprücük kemiklerinden iliklerine kadar sevebilirdik birisini. uykuya dalar gibi; önce yavaş yavaş, sonra birden bire aşık olup her şeyimizi her şeyimizle açabilirdik. biz içimize bu kadar düşürülüp, kapılar üzerimize kapatılıp, biz içimizde bu kadar hapsedilmeseydik; kendi derinlemesine mutsuzluğumuzdaki ışığı aramak yerine başka yıldızların ışıklarıyla aydınlatırdık göğü.

çünkü biz üzücü öyküleri anlatmak için birçok yol varken eğlenceli şıkkı seçenleriz. ve bir araya gelen her şey eninde sonunda parçalanır.

*

bize iyi bak.

dünya üzerinde yaşayan bir insan başına 14 ölü düşüyor. ve biz, müzisyen olması, gezgin olması, yazar olması, aşık olması gereken yaşta ölen çocuklarız.

15.3.14

kusursuzluğu örten yapay kabuk: oleg dou*


Yüzler var. Gerçekle gerçek olamayacak kadar güzel olan arasına sıkışmış. İdeal olanla var olan arasından bakan.  Doğal güzelliği apaçık ortaya sererken saklamayı da kendine görev edinen. Gözlerle insanı kendine bağlayan. Tanıdık ve fakat başkalaşmış. Gerçek ve kurgu arasındaki gerginlik kadar donuk. Bakışlarla kendini ifşa eden yüzler.

Gerçek ve kurgu arasındaki gerilim alanı beden, yeryüzü ve şeylerin kesişme ilişkisi içinde kendini yaratan varlığın kendini sabitlediği dünyada tezahür eder. Bu gerilim alanının yarattığı kabuk, sorunun cevapla, ideal olanın var olanla, tanıdığın başka’yla kesiştiği yerdir. Anlam, bu kabuğun yüzlere sarıldığı anda yaşanan gerilimde saklıdır.

Kusursuzluğu metafor, manipülasyonu anlatı olarak benimseyen Oleg Dou, her an karşımıza çıkan ideal ve fakat yaşı, kimliği, duygusu tahmin edilemeyen beden anlayışını ters yüz ediyor. Fotoğrafladığı güzel veya çirkin, yine de yalın insanlara photoshop’la müdahale ederek onları sürreal bir anlatıyla hikayeleştiriyor. Her an karşımıza çıkan, yapay güzellikle yan yana gelen ve aslından bambaşka ‘şeyler’e dönüşen ideal algıya ustaca bir eleştirellikle karşılık veriyor. Fotoğrafladığı yalın insanlar, mükemmelliğin ve kusursuzluğun filtresinden geçip yüzlerindeki ifadesizliğe eriştiği an, gerçeklik algımız ters yüz oluyor. İdealin aynılığının ve farklılığın değersizliğinin karşısına yine benzerlerini koyarak tüketim kültürünün sömürüye dönüşen sonuçlarını sanata sızdırıyor.



13 Mart-12 Nisan tarihleri arasında Galerist’te ‘Faces/Yüzler’ adıyla sergilenecek olan Oleg Dou eserleri; yüzlerde görülmeyen acıya rağmen gözlerden süzülen su damlarının yer aldığı ‘Tears’ serisi ve cadı tırnaklı cinsiyetsiz suretlerin masalların akıldaki iz düşümünü silen ‘Mushroom Kingdom’ serisi seçkisinden oluşuyor.

*

Kusurluluğun kusursuzluğuna!


* bu yazı 15.03.2014 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

5.3.14

#normcore is the new black*


Her şey geçtiğimiz hafta, trendleri tespit eden firma K-Holeun elinden çıkan ve New York Magazine tarafından makaleleştirilen kelime #normcoreun internete ve dolayısıyla tüm hayatımıza bomba gibi düşmesiyle başladı. Kitle kültürünün –herkesin özel olduğu yerde hiç kimse özel değildir- sorununa, bireysel farklılığı ancak kendi kimliğini özelleştirerek gerçekleştirebilirsin, yaklaşımıyla cevap veren #normcore; kapsayıcı, temel ve insani olarak da tanımlanabilir.

Yükselen ve her zaman yüksek kalacak olan farklılık ve orijinallik duruşlarını, aynılığı sahiplenerek ters yüz eden bu yeni cool olma hali, çabasız sıradanlığın kalabalıklar içindeki farklılığı fikrine yaslanıyor. Bir kimlik yaratmak için para harcama fikrinin yerine ilenizin 20 sene önceki giyim tarzını yerleştiriyor. Moda endüstrisinin bir stili satın alma mantığının karşısına anne pantolonlarını ve iki yaz önce alınan parmak arası terlikleri koyuyor.

Sıradan ve albenisi olmayan kıyafetler. Fakat salaş değil. Düz kıyafetler. Fakat minimal değil. Babanızın veya Jerry Seinfeldin markasız, yok-stili gibi. Steve Jobsın dev bir elma önündeki kendinden emin duruşu gibi.

İnternetin ve küreselleşmenin bireysellik mitine meydan okuduğu bir dönemde, kendimizi zamanı ve yaratıcılığı bambaşka alanlara kanalize ederek gösterebileceğimizi salık veriyor #normcore. Bu, bir düzen baş kaldırısı değil ve fakat zamanı yeni bir şeyler yaratmak için harcamanın gardırobunuza yansıyan yüzü. Etiketi hala üzerinde duran kıyafetleri askıdan alıp düşüncelerinizi üzerinize geçirmenin yeni adı.

Kıyafetlerin değil fikirlerin bir şey demek olduğu bir dünyaya.

İmza

Taşlanmış kot, spor çorap, düz siyah kazak.


*bu yazı 05.03.2014 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

4.3.14

saint laurent ve kapanış*


Kaliforniyalı sanatçı John Baldessariye selam duran bir davetiye.
Ön sırada, Kate Mossun yanı başında, güneş gözlükleri, geriye doğru taranmış saçları ve dar deri pantolonlarıyla İngiliz müziğinin en çok arzulanan isimlerinden Alex Turner ve Miles Kane.
Ayak ucunda, ilerleyen dakikalarda havaya kalkarak modellerin yürüyeceği yolu altın bir patikaya dönüştürecek olan, devasa hidrolik çıkıntılar.
Podyumda, popun en saf yaşandığı dönem olan 60ların ortasına derin, ışıltılı ve kusursuz göndermeler yapan tasarımlar.
Podyumda, tanımak ve birlikte vakit geçirmek isteyeceğiniz doğallık ve çekicilikteki modeller.
Kendi başına birer karakteri olan, iç içe geçmiş, bir araya geldiklerinde sıradan bir deliliği ifade eden tasarımlar.
Kapşonu kürklü parkaların, lame bluzların, siyah taytların, kristalle kaplı Mary Janelerin, pelerinlerin ihtişamıyla örülü tasarımlar.
Işıkların teker teker sönmesiyle hidrolik kolların altın bir kemer oluşturarak kapandığı bir şov.


Meydan okumak ve bunu benimsemek, hala bir yaratım şekli.
İster Baldessariye, ister Warhola sorun.

İsterseniz Slimanee de sorabilirsiniz.


*bu yazı 04.03.2014 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

2.3.14

just hold on, we're going home.


gel, seninle bir yolculuğa çıkalım.

yanına çok fazla şey almana gerek yok. mümkünse, en hafif olanları hatta. kendi ağırlığını artıracak türden değil yani. birkaç kazak, birkaç kitap ve arasına sıkıştırılmış fotoğraflar, defter ve kalemler, telefon ve ona bağlı kulaklık, sana kim olduğunu hiçbir zaman unutturmayacak kolyen. ıssız bir adaya düşünce değil, ama bilmediğin bir yolculuğa çıkarken alacağın türden.

böylesi daha iyi. içinde taşıdığın yükün ne kadar ağır olduğu düşünülürse. ne kadar hafifsen, o kadar iyi.

peki geri kalan her şeyi arkanda bırakmaya hazır mısın?

evini örneğin. annenin sıcak omzunu, televizyonun karşısında ayaklarını uzattığın rahat koltuğu, kapısını kapattığın an kendini içine kapattığın odanı. veya cebindeki son parayla aldığın yıldız şeklindeki cam kaseyi, o kaseyi koyduğun sehpayı, binbir özenle askıya astığın kıyafetlerini, mevsim geçişlerinde üzerine örttüğün ekoseli battaniyeyi. dişinle tırnağınla inşa ettiğin kurulu düzenini. belki de hepsini dağıtmak en iyisi, bir daha toplamamak üzere.

aileni bir daha hiçbir zaman görmemeyi göze alabiliyor musun? belki her gün, belki senede on gün gördüğün annenin ve babanın bir anda hayatından çıktığını düşünebiliyor musun? sanki hiç yomuş ve olmamışlar gibi davranamazsın, biliyorum. yine de arkanda kalanların, senin en büyük parçan olduğunu kabullenmelisin. ancak kabullenerek göze alabilirsin.

arkadaşlarını düşün mesela. hangisini arkanda bırakmak istersin ki? hatta hepsi seninle gelsin istersin. en içten ve en imkansız dilek bu belki de. çocukluğunu, gençliğini, insanlığını; her şeyini, her şeyinle verdiğin o insanları geride bırakmanı istemek acımasızca belki de. sen teklif et, belki ağırlığını artık taşıyamayanlar da gelir bizimle.

çalıştığın iş belki de en son düşüneceğin şey olacak, biliyorum. biliyorum ki zaten mutlu değilsin. her sabah uyandığın ve evin kapısından çıktığın aralıkta tereddütsüz aynı eylemleri gerçekleştirdiğin, metronun merdivenlerinden indiğin ve masanın başına oturduğun aralıkta ayaklarını sürüdüğün, mesai bitimine kadar gözünün ucuyla saate baktığın o iş, geride bırakmaya hazır olduğun tek şey belki de.

ayrılmadan sokaklarla da vedalaşmak istersin belki. kaldırımı kırık, yokuşu dik, kokusu kendine has şehrin sokaklarını. her birinde bir iz bıraktığın, kendi izlerini yamadığın merdivenlerle birbirine bağlanan şehrinin çıkmaz sokaklarında son kez yürümek istersin. gitmeden bıraktığın izleri silmek için. seni görmediği zaman özlemeyecek olan şehrin sokaklarını son kez unutmak için.

bir de toprak mevzusu var tabi. doğduğun, büyüdüğün, koştuğun, düştüğün, ölümden döndüğün, öldüğün topraklar. artık sana ait olmayan, sana iyi gelsin diye basmaya her çalıştığında seni öfkeyle kusan topraklar. belki de en büyük ve en can acıtan sebebi bu, gitmenin. aldığın her nefesi burun deliklerini tıkayarak, parmaklarını gırtlağına dolayarak içine hapseden ve boğulmayı kabullenilemez bir doğallığa bürüyen topraklar. seni zaten hiçbir zaman kabul etmeyecek başka topraklara gitmenin sebebi, kendi toprağına karışamayacak olman belki de.

*

düşünmelisin. çünkü bildiğin her şeyi unutup yerlerine yenilerini öğreneceksin. aklın hep geçmişe gidecek; yaşadıkların, hissettiklerin, kalp çarpıntıların ve kırıklıkların. geride hep hislerin kalacak. yola kendinle çıkacak olsan da, geride bıraktıklarını düşünür insan.

üzülmelisin. çünkü biz duygusal çocuklarız ve bu çok hüzünlü bir gidiş olacak. aklın hep arkada kalacak; annen, evin, arkadaşların, bıraktıkların. geride hep bir parçan olacak. belki de en büyük parçanı yanına almış olsan da, geride kalan için üzülür insan.

heyecanlanmalısın. çünkü bu kararı almak uçurumdan atlamak gibi ve sen yüksekten korkmuyorsun. aklın hep bilinmeyende olacak; duracağın tren istasyonları, soluklanacağın kafeler, dokunacağın gök yüzü. geride hep izlerin silinecek. sen ne kadar inanmak istemesen de, güvenli sulardan lacivert okyanusa dalacağı için heyecanlanır insan.

anlamalısın. çünkü yaşadığın hayatta bir yabancı olmak ve her doğrunda yalancı çıkmak acı vermeye devam edecek. aklın hiçbir zaman olan biteni kabullenemeyecek; paslı, kirli, bozuk. geride hep zalimce bir savaş verilecek. sen ne kadar bunu hayata yakıştıramasan da, anladığı ve kabullenemediği için de gider insan.

*

kapıyı arkandan son kez kapatmadan, kedinin kulağının arkasını öpmeyi unutma.