27.1.13

they're going to clean up your looks with all the lies in the books.


bu ağır kitapların, ağır filmlerin veya ağır şarkıların altından kalkmak gibi değil. okuduğun, izlediğin ve dinlediğin her neyse, bunlarla doldurmak değil ceplerini. aksine, sökmek ve tekrar sökmek tüm bildiklerini.

zor güvenip kolay vazgeçtiğin, belki inandığın ama yine de ikna olmadığın bir daire çizdiğin. 

her yutkunuşunla geri gelen bir yumruk gibi, tam genzinin ortasında. ne ileri, ne geri. saklamanın tek yolunu susmak sanırken, her cümleyi kelimelerce kusmak gibi. her sarsıntıda bir harf ve bir diğeri. iki ileri, bir geri.

yitirdiğin, yine de yokluğuna alışamadığın şeylerle her gün yüz yüze gelince hafızanın geri çağrılması gibi. gelip midene oturuveriyor hatırladıkların. unutmadıkların gibi dolanıyor ayaklarına. dengesizliğin, dengen oluveriyor.

çok, her zaman yanlışı da beraberinde getiriyor. balıkların kapı eşiklerine dayandığı nemli bir havada yaşadıklarınla karlar altında kalmış botların her zaman aynı ibreyi işaret ediyor. farklı derecelerde olsa da, ekran hep karıncalı gösteriyor. bir öncesindeki olmamışlık ve bir sonrasındaki eksiklikse hiç doyurmuyor.

doğmayacak çocuklar ve olmayacak rüyalar geçiyor gözlerinin önünden. ölmek değil, en çok ölememek korkutuyor. bildiklerinle değil, yaşadıklarınla buruşuyor parmak uçların. çocukluğun giriyor rüyalarına. bir daha o kadar temiz ve masum olamayacak oluşun korkutuyor en çok.

yer çekimsiz boşluklarda süzülüyor düşüncelerin. ağzından çıkacak bir kelime için onlarcası geçiyor aklının derinliklerinden. hiçbir duygu bomba etkisi yaratmıyor. köprünün ayakları hiçbir zaman yıkılmıyor. karşı kıyıya yürüyerek geçmek ciğerlerini acıtıyor.

havada asılı kalanlardan çok yere çarpıp düşenler kırıyor kemiklerini. apartman boşluğunun tek ışık alan yerinde bir çiçek yetişiyor. kokusu, yemek ve tuvalet kokularına karışıyor. hiçbir zaman gerçek rengine kavuşamayacak olmanın kırık ve bir o kadar da savunmasız gururuyla yeşermeye çalışıyor.

konu yolculuktan açıldığında için burkuluyor. her mesafe yeni bir insan doğuruyor. içinden çıkılamayacak kalabalıklarla doluyor aklın, için ve evin. o hengameden kimse temiz ayrılamıyor. mutlaka bir iz kalıyor geriye, ne kadar yıkasan da çıkmıyor. yol çizgileri üzerine yapışıyor.

uzaklaşmak yetmiyor. boylu boyunca uzanıp, tüm kaslarını gerene ve tüm eklemlerinde benzer acıyı hissedene kadar büyümüyor göz bebeklerin. baktığın yer hep uzak, görmeye çalıştıkça çok yakın. hücrelerin böcekleniyor.

yerlerin kar tutması için biraz daha zaman geçmesi gerekiyor.


23.1.13

a massive labyrinth of laser sculptures in your eyes.


huzuru ışıklarda buluyorsun galiba bu aralar, diyor. kalma hiç karanlıkta.

oysa yıldızlarım vardı benim. şehrin çirkin ve kirli havasından sıyrılmaya çalışan ışık noktalarım. uykunun üzerimiz örttüğü en huzurlu anlarda, onlar da karanlığa karışırdı.

karanlıkta çok iyi görürdüm ben. göz bebeklerindeki parıltılarla bulurdum yolumu. yıldızları yere indirmiş gibi, aydınlık ışık noktalarımdı onlar benim.

tek ve en sağlam kalan yerim gözlerimdi benim. ne kadar açık tutmaya çalışsam da, kısık gözlerimden tanırdın beni. sözlerimle açtığım yaralarsa, her yerimde.

gülerken haritalar belirirdi yüzümde. hiçbir ize benzemeyen, gittiğin yerlerin yaraları. kalbimizdeki yara izleri yüzüme yansırdı güldüğümde.

aynı koltuğun iki ayrı ucunda otursak da sarılmanın en yakın yolunu bulurduk. biraz benden, birazı senden giden mesafeler aşardık. o kadar çok yol kat ettik ki, eridik. yine de tükenmedik.

gitme ve bırakma'ların yerini susmanın aldığı diyememe halleri. belki bilmek istemediğimiz, belki de söylecek bir şey olmamasının sancıları.

içimdeki özlemi nereye koysam sığdıramıyorum. ilk kez ve sanki bir daha böylesi olmayacak gibi.

karanlıkta yarım kaldım.

kendimi, tamamlandığıma inandırana kadar, kimseyle katlayamayacağım. ışık çubuklarına dolanıp sonsuz beyazlığı saçıma takıp, o an olacağım.

unutma, hava ne kadar çirkin ve kirli olsa da yıldızlar var. ve hayat, ne kadar tekinsiz ve tahmin edilebilir olsa da, devam ediyor.

şubat kapıda.

yolumuzu, ışık çubukları çiziyor.


21.1.13

someday this pain will be useful for you.


tüm bir günün kahvaltıdan ibaret olduğunu düşün. insanların hala rüyalarına bağlı olduğu, içine odaklandığı, ve etrafında dönen dünyaya tam olarak adapte olmadığını. tüm bir gününün böyle geçtiğini düşün; diğer insanların aksine, ne kahveden, ne duştan, ne de hayatta ve canlı hissettiğin anların gelmediğini düşün. zamanın bir kahvaltı olduğunu düşün. kendini daha iyi hissetmez miydin?

tüm bunları unut.

hayata bağlanmaya değer şeyleri düşün; sahip olduğunu unuttuğun bir parayı bulduğunu, uçak penceresinden doğan güneşi izlediğini, en sevdiğin müzik grubunu canlı seyrettiğini, en sevdiğin filmi, en sevdiğin kitabı, narlı portakal suyunu, yeni arkadaşlarını, eski arkadaşlarını, güzel sohbetleri, bir yabancını gülümsemesini, ilkbaharı, zaman çizgileri arasında dolaştığını, gece yarısı kumsalda oturduğunu, tembel günleri.

öncesini unut.

sustukça boyunu aşan hatalarını düşün. genzini yakan sigara dumanını ve boylu boyunca uzandığın koltuğu. insanların senin ölü veya diri olduğunu önemsemediği virajlardan kırıp direksiyonu, bilmediğin sokaklarda sonsuz aydınlıkla sarmalandığını düşün. tüm ışıkların aynı anda renk değiştirdiği ve hepsinin bir anda parmak uçlarına hücum ettiği huzurlu günleri.

sus, ve unut.


16.1.13


aşk vaadini ayrılıkla bir düşünenler, sevdikleri şeyi bulur ve onun kendilerini öldürmelerine izin verirler.

13.1.13

the prosess is the promisses i’m holding on to whatever you said to do and it’s goin on and I’ll be alright.


kırmızı, yeşil ve mavi ışık hüzmeleri spottan kopup zihnini ele geçirmeye başladığında kendini daha hissediyorsun. sanki dokunsan her birini çıktıkları yerden çekip saçlarına dolayacakmışsın gibi. uzandığında seni uzay boşluğuna taşıyacaklarmış gibi.

sarılmak geliyor içinden. gözlerinden taşan enerjinin her zerresini dokunarak hissetmek ve hissettirmek istiyorsun. müziğin içinden aynı adımlarla geçiyorsun, ritmik ve tutarsız. 

geçmiş denen şey aslında hiç geçmiyor, hep karşında, burnunun dibinde bitiveriyor. tam da evrenle senkronunu tutturduğunu sanırken yine yanılmıyor hayatın matematiği. tüm bu kozmik çarpışmalar arasında kucağına düşünmen gereken yeni ve her zamankinden bir şey bırakıp gidiyor.

tek fark, bu sabah biraz daha üşüyorsun.

8.1.13

how to disappear completely and never be found.


hangimiz okşayabilir ki zamanı?

kim zamana dokunduğunu iddia edebilir? o, öylece akıp giderken ve asla geri döndürülemeyecekken, kim zamana hükmedebilir? hangi zaman dilimi üzerinden geçip giderken bir tüy hafifliği hissettirir?

ruhların çalkalandığı ve bedenlerin salındığı şu hayatta, madde mi ağırdır, mana mı? kim ölçebilir ki hayatın ağırlığını? bir odanın tavanında birikip, giderek ciğerlere dolan duman gibi, kim tutabilir uçucu sözleri ve bir kaya kadar ağır hayalleri?

uykunun en hafif ve rüyanın en ağır olduğu anlarda gördüklerine ne denir? zamanın ve mekanın ölçülemeyen boyutuna erişmenin bedeli, her hücrenle özlemek midir? uykusuzluğun karşılığı, vücudundaki tüm kemikleri ve eklemleri saç diplerinden ayak parmaklarına kadar hissetmek midir?

ölümle sınanan hayatların, hayatta kalanların acılarıyla aynı denklemde çözüldüğü beton zeminlere çarpıyor yüzün. ruhun kemiğinden ayrılmadıkça, göz bebeklerinden öfke saçıyorsun. kalarak değil, kaçarak savaşıyorsun. bulunmak istemedikçe, daha çok anılıyor adın. sen, tüm öznelerin, zamirlerin ve yüklemlerin bittiği yerde başlıyorsun. ne kadar istesen de, olmuyor.

bu sefer kaybettin, hepyek.

6.1.13

it's not good enough to have you here in my head.


sis bütün şehri örttüğünde avuçlarını açıp içinden geçen çizgilere bakıyor. dokunuyor her birine tek tek. açtıkları yolları takip ediyor. kesişmeler ve asla bir noktada birleşmeyecek hayatlar. beklentiler ve asla gerçekleşmeyecek rüyalar.

- biz birbirimize benzemiyoruz, diyor, ellerim bile birbirine benzemiyor ki.

kar soğuğu bütün şehri kapladığında hafızalar tazeleniyor. hatırlıyor bütün olan biteni. tıpkı altı sene önceki ve tıpkı altı gün önceki gibi, altı dakika öncesi bile birbirinden farksız geliyor. umutlar ve asla tamir edilemeyecek kırıklar. karşılaşmalar ve asla bir araya gelemeyecek bakışlar.

- seni duyamıyorum, diyor, kendi sesim bile düzgün çıkmıyor ki.

bütün bu dağınıklığın sebebi kendinden başkası değil. herkes gitti ve ortalık birbirine girdi. bu yüzden toparlanamayacak şeyleri daha fazla dağıtmakta sakınca görmüyor. yine de bir şey ona engel oluyor. sesi içindeki o koca boşlukta yankılanıyor. içinden geçenleri söylememek ve haykırmamak için kendini zor tutuyor. yutuyor. içkisinden bir yudum daha alıp ağzındaki kuruluğu bastırıyor. şu an için bu kadarı yeterli. sonrasını düşünmek bile istemiyor.

karşısında kendini olabildiğince küçük, eksik ve çıplak hissediyor. oysa büyüyeli, azla yetinmeyi öğreneli ve olabildiğince sade giyinmeye başlayalı seneler oldu. yine de kendisini uzayda sürüklenirken buluyor. sonsuz boşluktaki her şeyden küçük, eksik ve çıplak.

daha kalabalık, daha gürültülü ve daha basık tavanlı yerlere gidiyor. dumandan burnunun ucundaki duvarı göremezken neye güldüğünü bile bilmiyor. bildiği tek şey, o an için hiçbir şey hatırlamadığı. unutmadıklarını oldukları yerde bırakıp, sadece o an için bulanık kelimeler duyup berrak kahkahalar atıyor. 

gece olamayacak kadar geç, sabah olamayacak kadar erken bir saatte sessizce odasına giriyor. işler yolunda gitmediğinde bozulan uyku düzeninin dengesini yine tutturamayacağını çok iyi biliyor. her şeyin fazla ve gereğinden yanlış olduğu bir gecenin kusurlarını uykusunda çözmeye çalışıyor. rüyasında gördüklerinin gerçek olduğunu sanıyor. sadece bir an. ve sonra sessizce kalkıyor.

belki biraz daha kalıp zaman öldürmek istiyor ve ölen diğer duygular gibi onun da yasını tutmayacağını çok iyi biliyor. yapacağı tek bir şey var, mutsuzluğu hayatın geneline adil biçimde bölüştürmek. 

ve devam etmek.

yine en yanlış saatte uyanıyor.


2.1.13

maybeshewill . in another life, when we are cats.mp3


belki zamanları. geleceğe dair yapılan kör atışları. olasılıkların, şansların ve olayların ne kadar ters ve ne denli belirsiz olduğunun bilinmeyen anlamları. 

anlamsız olamayacak kadar kısık gözlerle bakılan ufuk çizgileri ve otoyol şeritleri. sürekli gitmeye programlanmış hayatlar ve tedirgin atıldığı an kopacakmış gibi adımlar. hızlandıkça beraberinde gelen çabucak çökme ve sona ulaşma. birinin diğerini beraberinde getirdiği paket programlar gibi.

dünyayı çok çabuk tüketip, işini bitirenin ipini koparıp gitmesiyle geride kalanların keşke zamanlarının sonsuz boşluğunda yok olması. geçmişe dolanan ve dağıldıkça kopan adımlar.

tamamı yenmiş bir dünya ile ne yapacağını bilememe hali. aynı filmi milyonlarca kere izlemenin getirdiği bıkkınlık.

belki'lerin ve keşke'lerin arasındaki gerilimden doğan elektrikle yüklenen hafızalar. ezbere bilinse de asla aydınlıkta hatırlanmayacak suratlar. baktıkça aynılaşan ve birbirine benzedikçe çirkinleşen gözler.

insanların sömürülen hikayeleri ve hayatları.

deal with this. it's over.

and nobody knows anyone else, ever!