28.7.12

pinned together, falling apart




istanbul gibi bir şehirde yaşamanın en iyi yönü, şehirden ayrılmaktır. bütün karmaşadan, kaostan ve klişelerden uzaklaşarak hindistan cevizi kokulu güneş kremine bulanmanın paha biçilemez değerini çok yakın arkadaşlarla paylaşmak, bütün sene boyunca kurulan bir hayaldir. ve fakat işler beklediğiniz gibi gitmez ve 1 ay önce güle oynaya aldığınız uçak bileti tam da 5 gün önce tanıştığınız ellerinizde bir saatli bombaya dönüşür. kafanızı boşaltmak için uzanmanız gereken şezlong, kendinizi oradan oraya atmanıza sebep olan bir dikenli teldir adeta. sürekli anlatırsınız, dinlersiniz, konuşursunuz, susarsınız. en yakınınızdan bir çift göze en histerik gülmelerinizi ve tedirginliklerinizi emanet edersiniz. -koca bir hafta nasıl geçecektir ki?- ve susadıkça bira içtiğiniz bodrum'da da işler tahmin ettiğiniz gibi gitmez ve kendinizi, antalya'da, tam da 9 gün önce aşık olduğunuz adama sarılırken bulursunuz. 


- zeynep, ben antalya'ya geldim.


*


13 gündür yaz(a)madım. tatildeyken telefona notlar aldım. taşınırken kafamda bir dövme tasarladım. şu an, sırtım soyulmuşken, bütün koliler açılmışken ve yerine konması gereken tek bir eşya kalmamışken, yani tam da her şey yerli yerinde diye düşünürken everything is not in its right place. çünkü kelimelerimi bir araya getiremiyorum. şu an midemdeki -bundan tam 11 gün önceki gibi- bir kasılma ve boynumdaki bir ağırlıkla, uyuyamıyorum. sıcaktandır diyorlar ama bunun hava muhalefetiyle bir alakası olduğunu sanmıyorum. sonrasının hesabını yapanlar olduğunda kayıt tutmadığımı söylüyorum. duymuyorum. öngörülmesi çok da imkansız olmayan bir dram için hiçbir hazırlık yapmıyorum. çünkü güneşi bir kez doğurduktan sonra gerisi çorap söküğü geliyor. ve tabii ki sonunda, elde ip öyle bakakalıyorsun. kalacağımı biliyorum. ve kelimenin tam anlamıyla, umursamıyorum.


evet, hayat, istanbul'da aşık olduğunuz bir insana antalya'da sarılacak kadar mekansız; 40 gün sonra çekeceğiniz acıyı hiçe sayacak kadar zamansız. hiç beklemediğiniz bir anda da altüst olmaya o kadar müsait ki, geriye anahtarı bırakmaktan başka yapacak hiçbir şey bırakmıyor.


15.7.12

every key has its own story.



yatağa bu kez enlemesine yatıp kafamı sağa çeviriyorum. pencereden gelen serinliği arkama alıp odaya bakıyorum; çekmecenin üzerindeki ingiliz telefon kulübesinden, duvardaki the million dollar hotel afişinden, kitap raflarından, gardırobun yanındaki kutudan, masanın üzerinde dağılmış notlardan geçiyorum tek tek. bu parmaklarımı omuriliğinde gezdirmek gibi. hem tanımak hem vedalaşmak. şu an tam da o eşikteyim. yaşadığım ev ve bu semt. yeni bir hayatla tanışmak için geçmişle vedalaşıyorum.


öğlenden beri içimde düğüm olan geçmişin iplerini çözüyorum bir yandan. bu, unutmak demek değil. kimse vedalaştığı birisini veya bir yeri unutmaz. çekip çıksan da, dakikalarca sarılsan da önünde durduğun her kapının anahtarı bir kavanozun içinde birikir. sen gittiğin yerlere onu da taşırsın. hikayelerindir onlar senin, seni sen yapan satırlardır. günlerden bir gün veya her gün elini daldırıp o kavanoza, başlarsın anlatmaya. kimisi aşınmıştır artık ikide bir ele alınmaktan, kimisi de ilk kez çıkıyordur gün ışığına ta en dipten. hatırladıkça anlatırsın ve -yeniden- tanırsın, geri yerine koyarken vedalaşmak üzere.


salı sabah vedalaşıyorum bu şehirle, kısa süreliğine. ve döndüğümde senelerimin geçtiği bu semtten ve evden taşınmak üzere bir anahtar daha atıyor olacağım kavanozuma. 


*


an'ın hüznünün ve geleceğin belirsizliğinin çıkarttığı o sesi sen de duydun mu? 

10.7.12

sometimes we just need to hear "we", you know?


istanbul gibi bir şehirde yaşıyorsanız yoğun bir tempoya da hazırlıklı olmalısınız. sabah kalkıp insanların arasına karışarak işe gitmek, toplantılara girip görüşmelerden çıkmak, mesaiye kalıp akşam yemeğini ertelemek. şayet çalışıyorsanız benzer bir yoğunlukta ve stres altında haftanın beş gününü bu şekilde geçirmeniz kaçınılmaz. peki bu koşturma tam da böyle sürüp giderken sizi diğer insanlardan ayıran ve hayatı yaşanır kılan ne, hiç düşündünüz mü?


-sana da kahve yapayım mı?
sabah gözünüzün çapağıyla ketıla basarken yaktığınız sigarayı pencerenin önünde, ev arkadaşınızla karşılıklı içmek mi?


-simit ister misin darling?
metro beklerken bir yandan müziğe tempo tutup bir yandan da -istisnasız her sabah- arkadaşa yolu kahvaltıya çıkan mesajlar atmak mı?


-akşam ne yaptın?
kahvaltının yanında çayını içerken bir taraftan da ne olmuş ne bitmiş'in sohbetini yapacak dostluğu yakalamak mı?


-starbucks'a mı gitsek?
öğlene kadar tırtıklanan simit yüzünden es geçilen yemeği bir kahveyle telafi etmek mi?


-çok sıkıldım.
işin gücün yoğunluğundan nefes almak için sandalyenin tekerleklerini masalar arasında dolaştırıp kafa dağıtmak mı?


-akşam hiç eve gidesim yok.
iş çıkışı yapacak bir şey bulmak için zihninin çarklarını çevirmeye başlamışken kendini bir anda içki içerken bulmak mı?


-bi' bira daha içebiliriz bence.
ertesi sabah seni yine aynı temponun beklediğini bildiğin halde eve dönüş saatini umursamaksızın yanındaki insanlarla vakit geçirmek mi?


sen, eğer bir tanesine bile "evet," diyorsan, hayatını başkalarıyla paylaşmayı seven bir insansın demektir. istanbul'da yaşıyor olman bir noktadan sonra sadece seçenek fazlalığını getirecektir beraberinde, onun dışında aslında diğerlerinden farklı değilsin demektir. yani gün içinde yaşadığın yoğunluk seni diğerlerinden üstün kılmıyordur. zira zor geçen bir günün ardından içeceğin bir bira bile bütün yanlışları götürmeye muktedirdir. çünkü yorgunluğunu sandalyenin sırtına asıp çıktıktan sonra, bir arada olduklarınla, hayat sana güzeldir. ve o hayat, sandığın kadar da zor değildir. hayat, sen onunla didişmezsen şayet, aslında çok da basittir. altında hiçbir şey aramaman gereken cümleler kadar sadedir. neyse o'dur. şayet ne istediğini biliyorsan, hayat öznesi gizlenmemesi gereken basit bir cümledir.


peki hayatla yazılan bu hikayenin kahramanları yani özneleri kimlerdir? ister ailenle yaşıyor ol ister evini arkadaşlarınla paylaş, ister eve yalnız dön ister geceni kalabalıklarla geçir, ister beş saat sonrasından bahset ister on sene sonrasının hayalini tasvir et, kurduğun her cümle bir özne barındırır içinde. ve peşi sıra takip eden her yenisiyle, sen bir hayat inşa edersin kendine. kimleri dahil edip kimleri dışarıda bırakacağını noktalama işaretleri ayırır ve sen kaleme aldığın bu hikayede başkalarının sıfatlarıyla, zarflarıyla ve zamirleriyle karşılarsın bir sonraki paragrafı. ben yerine biz'e, sen yerini siz'e, o yerini onlar'a bırakır. dolayısıyla hayat, kimi zaman da çoğul kurulması gereken bir cümledir.


hayat, karşınızdakini yenmeye çalıştığınız bir oyun değil, aklınızın iplerini duygularınıza bağlayarak kaleme aldığınız bir hikayeyken yalnızlığınızın arkasına saklanarak bencilliğinizi haklı çıkartmaya çalışmak, cümleleri devirmekten başka bir işe yaramaz. zira istanbul'da hayat, ancak "biz" deme cesaretini gösterdiğiniz zaman yaşanır kılınır.    



7.7.12

people puzzles



insanları ne kadar iyi tanıyoruz? hayatımızdaki insanları gerçekten tanıyabiliyor muyuz? ilk kez karşılaştığımız birisine karşı hissettiğimiz duygular zamanla değişirken, aslında değişen ne oluyor? birisine dışardan bakmakla içini görmek arasında geçen sürede aslında ne yapıyoruz? biz insanları gerçekten tanıyabiliyor muyuz?


şu an hayatınızda olan insanları bir düşünün. nasıl tanıştığınızı hatırlıyor musunuz? ilk kez nasıl konuşmaya başladınız? ilk nerede görüştünüz? yanınızda kimler vardı? üzerinizde ne vardı? müzik hala kulağınızda mı? her şeyi hatırladığını iddia eden bir insan bile, hayatındaki herkes için bu soruların tamamına doğru cevap veremeyecek kadar normalleştirmiştir geçen zamanı. "aynı mahallede büyüdük." "orta okulda ön sıramda oturuyordu." "caddebostan toplaşmasındaydık." "aynı şirkette çalışıyoruz." her şeyi olağan çıplaklığıyla tasvir etmek için fazla genel, yine de belli bir kalıcılığı olması açısından ziyadesiyle önemli. peki bu insanları ilk gördüğümüzde şu an hayatımızda oldukları yerde konumlanabilecekleri aklımıza gelir miydi? cevap veriyorum, hayır.


kim 5 yaşındayken aynı topun peşinde koşturduğu insanla aynı masada rakı içebileceğini öngörebilir? veya aynı okulun beton zeminini arşınladıktan seneler sonra aynı evi paylaşabileceğini söyleyebilir? onlarca insanın arasından yanına bağdaş kurduğu insanla daha sonra aynı şezlongda fotoğraflanacağını düşünür? günaydın'la başlayan sohbetlerin "belli, bir şey olmuş,"a dayanacağını sezebilir? hiç kimse. peki insanlar bu noktaya gelebilecek ilişkileri nasıl inşa ederler? 


bakmakla görmek arasındaki fark tam da bu noktada devreye giriyor zira çevremiz ilkiyle değil ancak ikincisiyle bağlandığımız insanlardan oluşuyor. biz buna tanımak diyoruz. ve yine başa dönüyoruz, insanları gerçekten tanıyabiliyor muyuz?


bulmaca çözmekle arası iyi olanların bile zorlanacağı bir iş insanları çözmek. kimse, hiçbir zaman, karşısındakini tam olarak tanıyamıyor. iyi veya kötü, bir sürprizle karşılaşılması hakkı her daim saklı kalıyor. deri değiştiren yılana hayranlık besleyen insan da zaman içinde değişiyor. "bazen ben bile kendimi tanıyamıyorum," demesi tam da bundan kaynaklanıyor. tanınırlığı ise en içten geliyor. kemiklerine işlemiş olan karakteri, derisi ne kadar değişse de, aslında bütün kodlarını deşifre ediyor. kimsenin ertesi gün ne olacağının veya hissedileceğinin garantisini veremeyeceği hayatta bir çeşit güven duygusu şekilleniyor. ilişkiler güvenin getirdiği rahatlık ve aynı orandaki sorumluluk çerçevesinde, mantığın ve duyguların üzerinde -çoğu zaman ne ara olduğunu anlamadığımız bir anda- yerli yerine oturuveriyor. ve hayat devam ediyor.


yine de hayat her zaman bu kadar kusursuz işlemiyor. bazen senelerinizi geçirdiğiniz bir insan, günün birinde, pat diye, kötü bir sürpriz yapıp kapıyı çekip çıkıyor. buna kısaca, "yanlış tanımışım," deniyor. bazen de kendinizi duygularınıza öyle kaptırıyorsunuz ki tanıdığınızı sandığınız insanın yanında aslında yalnız olduğunuzu fark edemiyorsunuz bile. bu gibi durumlarda emek verdiğiniz bir insan, bir türlü, kemiklerine kadar ulaşmanıza izin vermiyor. dolayısıyla hiçbir şey yerli yerine oturmuyor. ve hayat devam ediyor.


*


bulmaca çözerken soldan sağa cevapladığımız her doğru soru, yukardan aşağı inerken bize bir kapı oluyor aslında. bilmediklerimizi atlasak da bir süre sonra doğru kelime için ayrılan boşlukta beliren harfler bizi doğruya yaklaştırıyor. insan, hiçbir zaman tamamlanmış bir bulmaca olmayacaksa da hepimiz en az boş kutuyu bırakmak için uğraşıyoruz aslında. 


5.7.12

so hard to swallow.


- doydum.

standart bir insanın günde ortalama iki kez kurduğu tek kelimelik bu cümle aslında bir sınır. yemeğe karşı, belirsizliğe karşı. hayata karşı.

tabağımızdakiler arkamızdan ağlamasın diye yüksek tuttuğumuz doyma eşiğimiz, yediklerimiz ne kadar lezzetli olursa olsun, sınırına yaklaştığı oranda rahatsız edici olmaya çok yatkın. yemeğin tüm keyfini kaçıracak bir mide bulantısını beraberinde getirmesi açısından aslında geçilmemesi gereken bir eşik.

karşımızdaki anlamasın diye içimize attığımız tüm duygularımız, hissetiklerimiz ne kadar yoğun olursa olsun, karşılığını bulmadığı oranda rahatsız edici olmaya çok yatkın. sevgi denen şeyin tüm naifliğini zedeleyecek bir iç sıkıntısını beraberinde getirmesi açısından aslında cevaplanması gereken bir soru.

düzenimiz bozulmasın diye tolere ettiğimiz tüm davranışlar, yapanı ne kadar seversek sevelim, devam ettiği oranda rahatsız edici olmaya çok yatkın. yaşananların tüm büyüsünü bozacak bir huzursuzluğu beraberinde getirmesi açısından aslında üstesinden gelinmesi gereken bir sorun.

ne istediğini bilmek ve kek gibi kararlı olmaksa tüm bunlara karşı geliştirebilecek bir panzehir aslında.

*

hazır hava güzelken pencereyi açık bırakıp yat bence.

3.7.12

bush - letting the cables sleep.mp3


anatomik olarak dirençli olduğunu anlamanın yolu hiçbir şeyden değil ama mideden geçiyor. tükettiğin besinlere ve alkole olan dayanıklılığın aslında bir yerde senin rüştünü ispatlama yöntemin oluyor. "gittiği yere kadar," diye tabir edilen mesafe uzadıkça sen de yaş alıyorsun ya, daha bir dik duruyorsun. içilmemesi gereken o son kadehe kadar sayıyorsun ya, ertesi gün hatırlayacak kareler biriktiriyorsun. peki gerçekten böyle mi, yani tüketemediğin besinler arttıkça ve sarhoş olma eşiğin aynı seviyede saydıkça daha mı güçsüz oluyorsun? peki sadece yiyip içmek mi mideni harekete geçiren? yoksa mide sandığın şey aslında pimi çekilmiş bir bomba mı?


benim mideme karşı bu kadar duyarlı olmam tam da en güçsüz olduğum döneme denk geliyor. '04 yazı. yemek yemeden, ağlama krizleri eşliğinde geçirilen günler. sonuç? alerjilerin yanı sıra yenebilecek şey sayısının minimuma düşmesi. kronik sancılar. duygusal her iniş çıkışın karşılığını ağrı olarak göstermesi. nokta.


peki bugüne gelirsek... nasılsa dokunuyor diye çoğu zaman yemek konusunda ilkokul çocuğu gibi seçici davranma. şaşırtıcı olsa da alkole karşı dayanıklılık. ve her duygu değişiminin gelip bir de mideyi yoklaması. bir akşam yaptığın bir konuşma sonrası gece güç bela daldığın uykudan uyanıp kusmak gibi mesela. veya bir akşam yapman gereken bir konuşmayı ertelemek zorunda kaldığında taş yutmuş gibi ağırlaşmak gibi. tabi aşık olduğunda yiyecek hiçbir şeyi kabul etmeyen bir yumruk gibi aynı zamanda. hepsi geliyor ve tek bir noktada çörekleniyor. 


ister tenekeden olsun, isterse incecik bir zarla tutsun birbirini, yediklerin veya içtiklerin değil, içine attıkların kadardır midenle kurduğun ilişki. zira üzüntünü ve sevincini yansıttığın bir tek miden kaldıysa geriye, bir durup düşünmek ve konuşmak, içindekilerden bir temiz arınmak gerekir. 


1.7.12

bare and dirty feet, dirty bare feet.




çocukluğumuza dair hatırımızda kalan en eğlenceli anlar -özellikle yaz tatillerinde- eve toz toprak içinde döndüğümüz anılardır. ya boş bir arsada çekirge toplamaya çalışırken çimlerde sürünmüşüzdür, ya son sürat yokuş aşağı giderken bisikletten düşmüşüzdür, ya da bir topun peşinde koşarken tozların içinde almışızdır soluğu. tüm bunlar olurken biz hem gelecekte gülümseyerek hatırlanacak yaralara -gerçek yaralara- kavuşuruz hem de eve girdiğimiz an, "doğru banyoya!" talimatıyla suyun altına yollanırız. kanla karışık kahverengi su aktıkça üzerimizden biz ertesi günün heyecanlarına kapılırız.


ve derken büyürüz...


artık ne çekirge toplayacak arsa kalmıştır yazlıkta, ne zincirini tamir edecek bisiklet ne de top oynayacak boş sokaklar. evden okula/işe koştururken dinlenme fırsatı bulduğumuz her insana yara izlerimizden bahsederiz. yüzeydeki belli belirsiz izleri heyecanla anarken içimizde açılan yaraların kabuklarını kaşırız bir yandan. yine de sokağın kapısını üzerimize kapatıp ayakkabılarımızı çıkarttığımız an, yere yalın ayak basmaktan kendimizi alamayız. banyoda akıp gidecek olan iki damla kir bile mutlu eder bizi böylece. üzerimizde olmasa bile hayatın tozunu toprağını en azından ayaklarımızın altında hissetmeye devam etmek için terlik giymeyi reddederiz. 


ve yine bu yüzdendir ki oturmak istediğimiz zaman yer ayırt etmeksizin çimeni de taşı da aynı samimiyetle kabul ederiz. denize giderken terliklerimizi yanımıza almasak da tabanlarımızı yakan sıcağa eyvallah deriz. üzerimiz güneş kremine, kuma, toprağa bulanmış, çantamızda ıslak havlu eve dönerken kilidi çevirdiğimiz kapıyı otel odası zannederiz. çünkü biz hayatı tatilde gibi yaşar, evde çıplak ayakla gezeriz.