30.5.11

pazar raporu.

tam da o. ile önceden konuştuğumuz gibi, meteorolojiye inat 11'de çıktık kadıköy'den. hava bulutlu ama sıcak, yağsa da umrumuzda olmayacak kadar eminiz açlığımızdan. istikamet belli: koşuyolu. gidenler bilir, gitmeyenlerse ancak hayal edebilir. ortasında yol boyunca uzanan bir parkın iki yanından akan yol ve sırasındaki 2 katlı müstakil evler; alabildiğine ağaç, alabildiğine temiz hava ve hayat. ama buranın benim için apayrı bir yeri var. ben burada doğdum. babamın dişiyle tırnağıyla yaptığı, benimse sadece 4 sene yaşayabildiğim dolayısıyla pek bir şey hatırlamadığım ve fakat gözümde çok naif anılar canlandırdığım evimizin olduğu yer burası. abimin peşinden futbol sahasına emeklediğim, arka bahçesinde dedemin gözetiminde toprağından solucanlar çıkarttığım, yavru kedilere kutudan sığınak yaptığım gibi naif, hiç kirlenmeyecek anılar.



ve yine o yolun üzerinde bir evin dekore edilmesiyle yeniden anlam bulmuş biber café. sanki bir arkadaşınızın evine gitmişsiniz de sizi evinin -o saklı, gizli, kapısı başka bir yere açılan- arka bahçesinde ağırlıyormuş gibi hissediyorsunuz. en azından ben öyle hissettim. kahvaltı tabaklarımız geldikten sonra da buna bir kez daha ikna oldum. tam da olması gerektiği kadardı. tam da öyle bir yerde olması gerektiği kadar. ve kediler. ve vişne likörüyle birlikte gelen türk kahvesi. ve temiz hava. haftalardır burnumda tüten kahvaltıyı ağaçların altında, -adeta- ev(im)in bahçesinde yapmanın değeri gerçekten paha biçilemezdi.


ve caddebostan. aslında fenerbahçe'den başlayan yürüyüş maratonunun caddebostan caffé nero'da sonlanması demek daha doğru olur. iki üst sokağın -ki kendisi bağdat caddesi oluyor- mahşer yerini andıran kalabalığından uzak, ayaklarınızın altında uzanan çimenler ve kafanızı kaldırdığınız zaman göz göze geldiğiniz denize karşı brownie cheesecake yemek, hatta bunu serçelerle paylaşmak... 


ve bugün bir şeyden emin oldum: istanbul, her zaman, benim karşıma bir ayna koyuyor; beni kendimle yüzleştiriyor. trafiğinde, kalabalığında, gecesinde, gündüzünde; her an, bana beni anlattırıyor. ve bu şehir şu ara neye ihtiyacım olduğunu da çok iyi biliyor. ben öyle bir yerde yaşıyorum ki istediğim zaman denize bakabiliyorum, denizi dinleyip koklayabiliyorum; şehirden uzaklaşmadan şehirle bütün bağlantımı kopartabileceğim arka bahçelere gidiyorum, kedilerle kahvaltı yapabiliyorum. şehirdeyim ama sığınabilecek bir yer mutlaka buluyorum. içimde kopan fırtınaları dindirebilecek huzuru bulmak için hiçbir şeyden kaçmama gerek kalmıyor, çünkü bu şehir bana bütün gizli kapılarını açıp beni oralarda saklıyor. ta ki ben bulunmak isteyene kadar.

28.5.11

yalan söylemedim, "aşık değilim," dedim; ona tırnağının ucu kadar değer vermeyen kadın oldum.
sevgim yetmediği için dünya benim etrafımda dönüyor oldu.
üzüntümü ortalığa dökmedim, anlatmadım, yazmadım, içime attım diye bencil ve umursamaz oldum.
her şeyin fazlasıyla zor olduğu şu süreçte, bu hayatta ihtiyacımız olan tek şeyin huzur olduğunu bildiğim ve dilediğim için her şey benim için çok basit oldu.
içimdeki boşluğun başka türlü doldurulamayacını bildiğim için "hayatım sana hep açık," dedim; küçümseyen oldum.

ben bunları duydum ya artık kimse bana beni tanıdığını söylemesin. 
lütfen.


bir sabah klasiği.

27.5.11

iki haftadır sıcak havada götümden ter akacak tempoda çalışayım sonra haftasonu için kahvaltıydı, caddebostan'dı diye program yapayım ama hava kapatsın, soğusun ve hatta yağmur yağsın. pes.

ulan meteoroloji, sen mi büyüksün ben mi, göreceğiz.

26.5.11

24.5.11


SPOTTED: somewhere between breathing and being out of breath.



hiçbir şey yapmak istemiyorum. masa başında, sandalye tepesinde, bilgisayar karşısında yapılması gereken hiçbir şey. dışardan daha sıcak, havasız, gerilim yüzünden havaya parmağınızı kaldırdığınız an elektrik çarpma potansiyeli yüksek bir ofiste yapılacak hiçbir şey.

uzanmak istiyorum. ayaklarımı uzatmak.

nefes almak istiyorum.

duvarları içi kitap dolu raflarla çevrelenmiş, kare masalarının üzerindeki bardaklarda minik çiçekler duran bir kafede ayaklarımı hapsoldukları bağcıklardan çaktırmadan kurtarıp sallamak, okunmayı bekleyen kitaplardan birisi önümde açık dururken kahvemi içmek istiyorum mesela. aslında kahve içmek değil istediğim. sıcak havada içilen kahve sersemliği çağrıştırır çünkü. uyku sersemliği, şaşkınlık sersemliği, hüzün sersemliği. hayat sersemliği. tercihimi limonatadan yana kullanıyorum. bir sigara yakıyorum. defterimi çıkartıp bir şeyler karalıyorum belki. arada kalkıp raflardaki kitaplara göz atıyorum. gözüme çarpanı alıp sayfalarını karıştırıyorum. bir cümle yakalıyorum içinden. bir not buluyorum sayfa arasında kim bilir kime yazılmış. sonra toparlanıp kalkıyorum. saatler geçmiş. hava hala açık. belki biraz fotoğraf çekmek istiyorum. anlık kareler yakalamak. anı yakalamak. hayatı kaçırmamak. yürüyorum. yürümeyi seviyorum. adımlarım hep acele olsa da.

veya

sahile gitmek istiyorum. denizin sesini duymak. havayı koklamak. havadaki denizi solumak. çıplak ayak çimenlere basıyorum. o an, işte tam o an nefes alıyorum. hala nefes alabiliyorum. uzanıyorum. yanımda getirdiğim her neyse ucundan tırtıklıyorum. havalar düzeldiğinde iştahım da kapanır benim. yemek yemektense soğuk bir şeyler tüketmeyi tercih ederim. içim açılsın diye. bir sigara yakıyorum. kalkıp yürüyorum. belki biraz fotoğraf çekiyorum. bu anı kaçırmamak için. bu anı hep yaşatmak için. eve dönme fikrini düşünmek istemiyorum. hava aydınlıkken bulutlara bakmanın dayanılmaz hafifliği.

tüm bunlar olurken saçlarımı toplamak istemiyorum mesela. başım ağrımasın. rüzgarı hissedebileyim ki aldığım nefes tüm hücrelerime nüfuz etsin. pantolon da olmasın üzerimde. elbise iyidir. böyle zamanlarda tercih edilebilecek en iyi alternatiftir. hiç takı takmamalıyım. belki bir yüzük. sade. sadece.

*

bugünün salı olduğu gerçeği masamdaki takvim sayesinde gözüme sokulsa da çizdiğim bu iki resimden birisinin içinde olmak, o resmin içine birisini daha yerleştirmek çok da uzak değil. dört kuş uçuşu gün. hepsi o kadar. hepsi bu.                              
"when you think that you've lost everything,
you find out you can always lose a little more."

bob dylan'a saygı duruşu.

23.5.11

bazen öyle iyi uyar ki bir kapakla kutu birbirine, 
tanrı bile kıskanır birlikteliklerini. 
durmadan kıpırdatır onları.
biri diğerinden kurtulana dek...
bazen sözle yürek öyle iyi uyar ki birbirine, 
tanrı bile kıskanır birlikteliklerini.
ya birini ya ötekini susturur.
birer ayna koyar karşılarına...
eduard.
ilk sevdiğim.
ilk çocuğum.
ilk yenilgim.
ilk..

bazı kadınlar böyledir, ulaşamazsınız onlara hiçbir şekilde.

tam "benim" dediğin anda giderler. veya "benim" diye kabullendiğin anlarda aslında hiç "senin" olmadıklarını anlarsın.
ulaşamazsın. belki de en iyisi bu. belki de bir bildikleri var. ulaştığında sıkılacaksın, ulaştığında bitecek, ulaştığında onun da herkes gibi olduğunu anlayacaksın.
bu sebeple giderler.. hep giderler.. kalplerde sabit yerleri yoktur. göçebedirler.

- bir şey söyleyeceğim

- söyleme, ben biliyorum... ..ya hiçbir zaman benim olamayacağını izlemek zorunda kalacağım ya değişeceksin ya da gideceğim.

bazı kadınlar böyledir, mutlu olmayı çok görürler kendilerine.

tam "mutluluk kalbimde çözünmüş, ulaşamaz bana yanlış sesler" dedikleri anda bitirirler bir şeyleri. yarım kalır mı bilmem, o apayrı bir konu. ama mutlu olamazlar. mutluluk kendilerine ne haksa..

- git. ben değişmem.


bazı kadınlar böyledir, hiçbir zaman kimsenin olmak istemezler.

iyelik eklerini sevmezler.
ama en çok istedikleri şey sevilmektir.

bazı kadınlar böyledir, sevdikleri adamları çocukları ederler. büyütürler, anne olurlar. büyütürler, sevgili olurlar.

bazı kadınlar böyledir, ilk çocukları sevgilileridir.


*


bir gün, o gider. bunu sen istersin. ama değişemezsin. çünkü bazı kadınlar böyledir, sen de onlardan birisin.
bilirsin, ben çok konuşan biri değilimdir. bazı anlar gelir, bütün kelimelerimi dökerim ortaya. sana kelimeler veririm en güzel yerine yerleştir diye cümlelerin. 
bakınca sana gözlerim kamaşır. sonra gökyüzüne bakarım. hava açıktır. 
ellerim kucağına düşer.
ama ne zaman ki ellerim bir tutam saça, bir kumaş parçasına, bir çakmağa uzanır işte o zaman toplamaya başlarım kelimeleri bıraktığım yerden. ve artık ellerimi nereye koyacağımı bilemememdendir böyle çok sigara içmem. sigara duyguları saklar.
duman gökyüzünü kaplar, hava bulutlanır. 
ve ne zaman ki yağmur başlar, ben susarım. havada asılı ne kadar cümle, söz, ne kadar umut varsa yere çöker. suya karışır. 
işte o zaman ben ellerimi cebime sokarım. bazen beklerim dinsin diye, ama bazen yürürüm. arkama bakarsam düşerim. o anlarda başım hep önde olur. damlalar enseme çarpar. 
boynum yara olur. 

peki ya bize ne olur? 

biz bunu daha önce de yaşamıştık, değil mi? biz bunu zaten hep yaşıyoruz. arkadaş oluyoruz, dost oluyoruz, sevgili oluyoruz ve sonunda hiçbir şey olup çıkıyoruz. 
biz hiçbir bok olamıyoruz. 
kahvemizi, sigaramızı, cümlemizi yarım bırakıp masadan kalkıyoruz. biz konuşmayı bile beceremiyoruz. 

ben susuyorum. kelimelerim tükendiğinde ellerimi ceplerime sokuyorum. üzgünüm, ama yürüyorum. boynum yara oluyor. senin onu iyileştirmene izin bile vermiyorum. sen ordasın, ama ben bunu görmüyorum. 
adımlarım o kadar hızlı ki geçerken neleri kırıp döktüğümü fark etmiyorum. 
seni hiç sormuyorum. 

sahi nasılsın?

21.5.11

dün akşam ofisten 20:30 gibi çıktık. işimiz bittiğinden değil, bina (plaza) yönetiminden ancak o kadar izin alınabildiği için. ama bir flash bellek dolusu materyali de yanımıza almayı ihmal etmedik. sonra f.'ye gittik. evde çalışacak olmanın dayanılmaz hafifliği vardı üzerimizde. önce kendimize bir salata yaptık, cevizli ve beyaz peynirli. karnımızı doyurduk. daha sonra mac'in başına geçtik. elimizde dergiler. masanın üstünde çay bardakları ve hızla dolan bir kültablasıyla 4 tane sıfır sayfa çizdik. saate baktığımızda 02:07'yi gösteriyordu. bu kadarını biz bile beklemiyorduk. oğluyla birlikte çıktık evden ve 3 dakikalık yürüyüşten sonra eve geldim. home sweet home. buna bir kez daha ikna oldum. bir sigara yaktım. d.'nin benim için aldığı mavi ojeleri kokladım. alarmımı 10'a kurdum çünkü ertesi gün, bugün, yani cumartesi günü, kalkıp yine ofise gitmem gerekiyordu. ne ara uykuya daldığımı bilmiyorum ama bir hayli hızlı olmalı çünkü d. ve e.'nin kapılarını kapattığını bile fark etmedim. ve sabah, yandaki metruk evden gelen inşaat sesiyle uyandım. saat 09'da. dayanabileceğimi sanmakla çok büyük bir hata ettim tabi. uyumaya devam edebilirim, yataktan çıkmayı erteleyebilirim diye düşünürken yarım saat geçmedi ki kendimi banyoda buldum ve yapabileceğim en iyi şeyi yaptım; kafamı soğuk suyun altına soktum. bir kahve yaptım. başka türlü nasıl sakinleşildiğini bilmiyorum çünkü. ve belki kahvaltı. ne de olsa kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı. bu bir kase müsli bile olsa.

20.5.11

kendimi havasız, merdiven altı yerlerde karın tokuluğuna çalışan vietnamlı bir çocuk gibi hissediyorum.

19.5.11

ben köşeleri olan bir insanım. 
net ve sivri köşeler. 
bir şey 'evet'se evet'tir, 
'hayır'sa hayır. 
'bilmiyorum' gibi gri bir alan bile bir netlik içerir: 
'şu an bilmiyorum ve didiklemek istemiyorum.' 
bu kadar açık. 
bu kadar basit. 
buna rağmen o köşeler törpülenmeye çalışılırsa, 
o sınırlar zorlanırsa 
-evet, kabul- 
acımasız olurum. 
çok daha keskin çekilmiş çizgilerle kendimi savunurum. 
susarım. 
çünkü sonrasında nasıl bir tepki vereceğimi kestiremem. 
vereceğim tepkiden korkarım. 
bazen benim bile kendimi tanıyamadım anlar olur. 
hal böyleyken de 
nobody knows anyone else, 
ever. 
o yüzden, 
lütfen, 
sınırı aşmadan. 
sırnaşmadan.
hayat çok zor.
neden mi?
çünkü asıl sorumluluğum olan okulum şu an sırtımda bir kambur.
çünkü büyük umutlarla başladığım yüksek lisans tezim başladığım/bıraktığım noktada olduğu gibi duruyor.
çünkü evde olduğum zamanlarda okuma yapacak zihinsel enerjiyi kendimde bulamıyorum.
çünkü çalışıyorum.
çünkü üç kuruşa it gibi çalışıyorum.
çünkü yarın resmi tatil olmasına rağmen işe gitmek zorundayım.
çünkü cumartesi günü de işe gitmek zorundayım.
çünkü bir sonraki hafta üç -rakamla 3- günde sekiz -rakamla 8- forma dergi çıkartmak zorundayız.
çünkü kendi ayaklarımın üzerinde durabilmek için gerizekalı insanların gerizekalı egolarıyla mastürbasyon yapmasına ön ayak oluyorum.
çünkü değil makale, roman okumaya bile zaman ayıramıyorum.
çünkü çantam çok ağır.
çünkü mayısın ikinci yarısında hala hırkayla, ceketle geziyorum.
çünkü hava çok soğuk.
çünkü hava sahilde çimlerde oturamayacak kadar soğuk.
çünkü içim soğuk.
çünkü içimi ısıtacak bir tatile ne zaman çıkabileceğimi bile bilmiyorum.
çünkü hayatın bana neler getireceğini kestiremiyorum.
çünkü hayat çok zor.

17.5.11

bugüne kadar kimi tanıdıysam ilk anda onlara ne kadar soğuk göründüğümden dem vurmuşlardır. en kibar haliyle, "ne nemruttun abi, resmen duvar gibiydin. korktuk yanına yaklaşmaya." kaldı ki ben ilk gördüğü insanla kırk yıllık ahbap gibi ilişki kuranların samimiyetini de sorgularım. durup dinlemeyi, bakıp görmeyi tercih ederim. içimi açmadan önce içine bakmayı. çünkü ben kapılarımı açtığım zaman girecek insanı kırmızı halılarla karşılar, ikramda kusur etmeksizin mümkün olan en uzun süre için en iyi şekilde ağırlamaya çalışırım. anahtarımı veririm. hem evimin hem hayatımın. -belki de bundan bütün yorgunluğum- çok az kişi girebilir ordan. hayatım az ama öz insanlar kümesidir. onlar önemlidir. onlar ailedir. ama insanlar kırıp dökmeye bayılır ya, işte öyle bir savaş alanına döner içim onlar giderken. bazen kapı aralık kalır. öyle bir eser ki içerisi bütün anılar, fotoğraflar, mektuplar, kelimeler birbirine karışır havada. ve ben o ayazda benden geriye kalanları toplayıp biraraya getirmeye çalışırım. olduğu kadar.

yine böyle, bundan seneler önce biri girdi o kapıdan. normalde asla yan yana gelemeyecek iki insan seneler ve ne emekler verdik dostluk denen çocuğu büyütmek için. ne akşamları sabaha bağladık kelimelerimizle. ne sigaralar yaktık göz yaşlarımızı sildiğimiz ellerimizle. içimiz dışımıza taştı, içimiz dışımız bir oldu. beş sene sonra bir an geldi, biz ne olduğunu anlamadan bir şeyler kırıldı. "beni hiç tanımamış," en çok kurduğum cümle oldu. "yanlış anlaşılmalar" kalbimizi kırdı. çocuğumuzun ayaklarına bir şeyler battı. elleri kanadı. gözleri kapandı. yüreği sustu. sadece gölgesi kaldı fotoğraflarda ve arada çınlayan sesi, içimdeki boş odada. evet, r. gittiğinde içimden bir oda boşaldı. kapısını kapatmak bana düştü.

işte bu yüzden, içimi açtığım insanlar benden hep bir şeyler götürdüğünden, artık kimsenin içine bakamıyorum ve kimse için anahtar yaptırmıyorum. var gücümle olanlara sarılıyorum.


p.s.: "bu yazının deftere yazıldığı gece rüyamda r.'yi görmek de neyin nesi?" diye sordum bütün gün kendine. cevap, yok.

14.5.11

les amours imaginaires.


tek gerçek, mantığın ötesindeki aşktır.” -alfred de musset- alıntısıyla başlayan bir aşk üçgeni hikayesi.

eşcinsel bir erkek ve heteroseksüel bir kadının arkadaşlığının arasına giren sarı, bukleli adonis. zor bir düğüm ve sancılı bir çözülme.

aşk nedir? nasıl yaşanır? seni ne hale sokar? sen karşındakini ne hale getirirsin? sen aşık olduğun zaman ne hale gelirsin? arkadaşlıkların nerede durur? sen nerede duramazsın? karşılık bulamadığın zaman ne olur? sen artık ne olursun?

soracak soru bu kadar çokken cevapları sadece 95 dakika içinde verebilen bir film les amours imaginaires. aslında pek de film sayılmaz zira ziyadesiyle gerçek. kendi hayatınızdan kesitler bulmanız pekala mümkün. çünkü hepimiz aşık olduk. hepimiz aşık olduğumuz insanı bambaşka bir yere koyduk. ona öyle anlamlar atfettik ki anlamsız kaldık; biz, biz olmaktan çıktık. ona kelimelerimizi, ellerimizi, gözlerimizi, kedilerimizi verdik koşulsuz. arkadaşlarımıza sırtımızı değil belki ama yüzümüzü çevirdik. bir an geldi, içimiz içine sığmadı ve taştık. var gücümüzle, dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık. ve bir duvara çarptık. o öyle bir duvardı ki her bir parçamız başka bir yere savruldu. dağıldık. sancı çektik, ilerde öldüreceğimiz yeni umutlar doğurduk. belki toparlandık ama eskisi gibi olamadık. bir sigara yaktık. hayata kaldığı yerden devam etmeye çalıştık. biz bunu hep yaptık.

süreci en iyi aktaran monolog ise "i'm in a cafe. i'm waiting for him. and he is late. but only a minute. so it's not serious. so stage one: loving his being late. you go, it makes him human. gives him sex appeal. stage two: checking my agenda. you know, i question myself. maybe i got it wrong. i invent scenarios. i picture myself arriving late at another cafe. so i look where i am, i am in the right place. i am been 32 minutes. stage three: i tell myself i don't mind waiting. i keep myself busy. i read. i pretend to read. the same fucking paragraph. i go to the bathroom, order stuff. now, i hate him. i insult him in my head. i think of cool quotes that will be perfect for when he shows up. i am been 39 minutes. he arrives. all out of breath. handsome. traffic was bad. so i excuse him. i say, of course, only normal that he is late. 'cause i am weak, someone you put on a pedestal is always right. fuck." olsa gerekti.

filmin yazarı ve yönetmeni xavier nolan bir de francis rolünde arz-ı endam ediyor james dean edalarıyla. monia chokri, adeta bir audrey hepburn havalarında eline sigaranın çok yakıştığı marie'yi canlandırırken. ve adonis, niels schneider nicolas rolünde. isimsiz kahramanların aşka dair tecrübelerini aktardıkları diyolaglar ise takdire şayan. görüntüler muhteşem. müziklerde bazen bir fransız, bazen bir fever ray esintisi. bazen de sadece sessizlik.

acı ama leziz.
"you don't know love like you used to.
you don't feel love like you did before." 

ben beş kez aşık oldum. bu öldü. bu tecavüz etti. bu telefonlarıma bile çıkmadı. bu aldattı. bu vazgeçirmeye çalıştı. "hani bana, hani bana" diyecek gücüm kalmadı. bütün parmaklarım kırıldı.
bunlar olurken ben okudum, daha çok okudum. kitapların arkasına saklandım. kelimeler yetmedi, sokaklar kısaldı ve evler küçüldü. ben büyüdüm. içim o kadar büyüdü ki bedenime sığmadı. içimi sokacak bir yer bulamadım.
yaşadıklarımdan hiç pişman olmadım. havadaki tüm toz bulutu yere çökünce saçlarımı kestim ve hep topladım. yerdeki tozun eteklerimi uçuran rüzgarla harekete geçip gözüme kaçmasına izin vermedim. ama sonunda bu oldum.

11.5.11


benden iyi benden uzak bir ben bulamam.
ne kadar kaçsam o kadar iyi ama hiç engel olamam.

ben iyi, ben kötü, ben en çirkini güzellerin.
benden iyi benden uzak bir ben bulamam.

benden iyi benden uzak bir yer bulamam.
ne kadar yoksam o kadar iyi ama görünmez olamam.

ben iyi, ben kötü, ben çirkini güzellerin.
benden iyi benden uzak bir yer bulamam.

10.5.11

fotoğraflar geçmişi temize çekebileceğiniz en acı verici ve en gerçek görüntülerdir. bundan on, bilemedin altı, hiç bilemedin bir sene geriye dönüp arşivinizdeki fotoğraflara baktığınızda zamanın nasıl da ellerinize sığmayıp avuçlarınızdan kaydığını görebilirsiniz rahatlıkla. sadece bir iz olarak kaldığını sandığınız yaraların aslında hala kabuğa durduğunu, siz onu kaşımaya başladığınız an kızarıp kanadığına şahit olabilirsiniz. unuttuğunuzu ama aslında hep hatırlayacağınızı.
 
sadece fotoğraflar da değil. etrafınıza bir dönüp bakın. sekiz sene öncesinden bir kutu, üç sene öncesinden bir kitap, bir ay öncesinden bir tişört muhakkak çarpacaktır gözünüze. işte o zaman anlayacaksınız, mutluluk denen şey siz onu elde ettiğiniz anda kaybettiğinizdir. olmak istediğiniz ve fakat her seferinde elinize yüzünüze bulaştırdığınız.
 
işte bu yüzden hep cebi olan şeyler giymeyi tercih edersiniz. dokunduğu şeyleri eninde sonunda lekeleyen ellerinizi koyacak en iyi yer o ceplerdir. eninde sonunda.

8.5.11

anne'm.

ben yaramaz bir çocuk olmamışım, öyle diyorlar. en çok da annem "beni hiç üzmedi küçüklüğünde," diye başladığı cümlesini "yemek saati, uyku saati hep belliydi, hiç yormadı,"yla kapatıyor bıkıp usanmadan. tabi ben o yaşlarımı hatırlamıyorum. ben annemi üzdüğüm zamanları hatırlıyorum. büyüdüğümde, "kazık kadar kız" olduğumda anneme nasıl da karşı geldiğimi, onunla konuşmadığımı, konuştuğum zamanlarda sesimin dozunu nasıl ayarlayamadığımı, söylediği her şeyin ama her şeyin tam tersini yaptığımı. o ne anlardı ki halimden, ne bilirdi ne yaşadığımı, laf'tı. evet, belki bilmezdi gerçekten ne yaşadığımı ama hep dediği çıkardı. bir insanın hep dediği çıkar mı? onun çıkardı. ben anlatırken utanırdım sular durulduğunda. o sarılırdı. o bana hep sarıldı. hiç dönmedi sırtını. hep vardı. hep oldu. "dizinin dibindeyken" de bilirdi, 800 km. mesafedeyken de anlardı neler olduğunu. ellerini tutup gözlerine bakarak içini gördüğü kızını anlamak için artık sadece telefonda sesini duyması yeter oldu. "anne olunca anlarsın" aşamasına gelmeme gerek kalmadı, ben de ona hak verir oldum sonraları. işte o zaman arkadaşım da oldu.

bu denli futbol tutkunu olmamda -abimle birlikte- payı olan da oydu, bu kadar iyi yemek yapmamda da. 2010 dünya kupası'nda almanya-sırbistan maçını izlerken "bu hakem çok kart getirmiş yanında," deyip dediğine gülen de oydu, tiksinerek içtiğim ne idiği belirsiz "hastane çorbası"nın bir kaşık tadına bakan da. -hala ve hala- söylediğinde burun kıvırdığım şeylerin başıma geldiğini çıtlattığımda bana ne yapmam gerektiği konusunda destek olan da oydu, "büyüdün artık, bundan sonra ne yapacağını da bilirsin," diyerek moral veren de.

fiziksel olarak baba tarafına benzerim. abimle olan fotoğraflarımız, yanyana gelmemiz bile yeter bunu ispatlamaya. huy olarak da çok farklı sayılmayız. ama yine de, her geçen sene anneme ne kadar benzemeye başladığımı gördükçe şaşırmadan edemiyorum. "gittikçe anneme benzedim," mırıldanmaları eşliğinde kitaplarımı yayınevlerine, yazarlarına, içeriklerine göre tekrar düzenlerken, mutfakta tahta kullanmayıp malzemeleri elimde keserken duruyorum, susuyorum ve gülümsüyorum. evet. ben, çok değil, yaklaşık 5 senedir annemi hatırlardığımda gülümsüyorum.

incelikler.

hayat akarken onu yakalamak için adımlar atar, basamakları çıkar, bazı yollara gireriz. yaptığımız seçimler, bir dala tutunmaktan çok o ağacın kendisi olmak, "bir şey" olmak içindir ki biz ilerleriz. her gün, her ay, her sene değil her dakika bile belki bir seçimin üzerinden şekillenir, bize şekil verir. bu seçimler o kadar hassas dengeler üzerine kuruludur ki incelikleri dikkate değerdir. bahsetmek istediğim şey adım atarken, basamak çıkarken, yol ayrımına gelmişken önceliklerimiz içinden en birincisini seçme noktasında nelerin ön planda olduğudur.

insanlar: bu evrensel kümenin içi aile, arkadaşlar, sevgili gibi hayatınızda yer alan alt kümelerden oluşur. duygusal bağ kurmuş olmak bu kümeye dahil olmak için yeterlidir ve fakat dengeleri değiştiren, yeniden kuran, kurulan bağın inceliğinden geçmektedir. benim için aile, kan bağı tanımından ziyadesiyle uzak olduğundan mütevellit içine sadece 5 kişiyi yerleştirdiğim bir çekirdektir ve kendileri titrleri bakımından burada ikamet etmektedir. arkadaşlar kümesindeyse içimi, dışımı bilen elimden tutup benimle yürüyen insanlar yaşamaktadır. paylaşımın ve içerdiği duygunun yoğunluğu itibariyle bu insanların azlığı beni bir hayli memnun etmektedir. sevgili ise bir olan, bir olmayandır dolayısıyla bu konuya fazla girmek istemiyorum.

gelelim para mevzusuna. şu "her kapıyı açan" şey eğer beni mutlu etmeyecekse çok da umrumda olmayandır. bir kanıt gerekiyorsa üç kuruş'a denebilecek bir meblağya köpek gibi çalıştığım ve fakat içinde olmaktan mutlu olduğum ofisim gösterilebilir.

sağlıksa bundan birkaç ay öncesine kadar bu listeye gireceğini tahmin bile edemeyeceğim kadar önemsizken şu an hayatımın en ince çizgilerinden birisini oluşturmaktadır. ayak parmağının çatlamasını bile umursamayan ben, dün gece acil'e gidip gitmemenin gerekliliğini sorgulamak için üç saatte bir uyanıp kendimi kontrol ederken, iyi ya da kötü ne duyacağımı bile bilmediğim bir telefonu "duymadım." nokta. tam her şey "neredeyse bitti" derken yaşadığım artçı sarsıntının etkisiyle önceliklerimi temize çektim. üzerinden 24 saat bile geçmeyen bu "ufak çaplı" şokun etkisiyle diyebilirim ki; bedenim benimdir. çalan telefonu açmayacak, böylesi güzel bir havada dışarı çıkmayacak, r.'ye sarılmayı erteleyecek kadar benim.

6.5.11


ilkokul çağımdayken aynı evde yaşamamızdan mütevellit amiga 500'de hunharca street fighter oynadığım, her joystick kırdığımda aramaktan çekinmediğim, evcil hayvan alırken yanımdan ayırmadığım;
ortaokul ve lise dönemimde biz şehir değiştirdiğimiz ve o evlendiği için tatillerde yanında kaldığım, istanbul'un altını üstüne getirmek suretiyle haftasonlarımı panayıra çeviren;
üniversite dönemimde özüme geri dönmüşken geçirdiği bekarlık sürecinde yaşadığı içe kapanma haliyle kendisinden ve benden uzaklaşan, içimi burkan ama hep içimde bir yerde olan, ara sıra telefonda konuştuğum;
ve şu an, ben hayatımı farklı bir boyuta taşımış ve o evlenmiş ve bir de çocuk sahibi olmuşken, bana halalığı tattıran, ps 2'de mortal combat oynadığım, günün her saati arayıp dertleşebildiğim, pazar sabahları kahvaltı yapabildiğim, evinin balkonunda sigara içip hayata küfürler savururken yanı başımda olan kahramanım.
benim için sevginin ve belki de aşkın gerçek karşılığı.
abim.

"biz de mutsuz olalım."

öyle bir şey mi ki mutsuzluk; beraber yaşanan, paylaşılan, bile göre devam edilen? aksi halini biliriz biz. "normal"i odur, "olması gereken"i. iki kişiysen hayat mutluyken akar. mutsuzken zaman durur; biri bekler, diğeri bakar.
iki kişi mutlu olmak için 'var' olur. o oluş bunun üzerine kurulur. taşlar yerine ancak o zaman oturur. mutsuzluksa bir duvardır. düpedüz insanın kendi etrafına ördüğü bir duvar. kimisi geçirgen örer o duvarı, malzemesi hafiftir. dışardan bakıldığında iyi kötü görülür içerde ne olup bittiği. müdahaleye de açıktır, içerisi ışık almaya müsaittir ve doğal olarak yıkılması da kolaydır. kimisi de kapkalın betonla kaplar etrafını, tepeden tırnağa kaplar ki hiç hava alamasın içerde. karanlıktan ve havasızlıktan boğulur, yine de çıkartamaz burnunu dışarı. o dört duvarın her noktasını ezbere bilir, sonra o ezberini bozar, taşları yerinden oynatır, tekrar dizer ve yeni baştan ezberler. kendisine gerçekten bakılmadıkça, gözlerinin içine işleyip elleri tutulmadıkça içerdeki kişi hiçbir müdahaleyi kabul etmez, o duvarlar yıkılmaz. ta ki kendisi de bunu isteyene kadar. ve belki de bu duvarlar -bu mutsuzluk- içerdekinin -yaşayanın- sığınağı, kendisine sakladığıdır. kim bilir.
hal böyleyken nasıl mutsuz olunur? biri ancak diğerininkine ortak olur, olduğu kadar.

5.5.11

ilah.


brandon, insan değilsin. gerçekten.
çok değil, bundan 5 sene önce bugün, bir taşın üstüne oturup kağıtlara çizdiğimiz dilekleri suyla kavuşturup ahırkapı sokaklarında 9/8'lik dansımızı belgeleyen fotoğraflarımız var. saçlarım uzun, saçları kısa, üzerimde t-shirt, üzerinde sweatshirt, ojelerim siyah; sarılmışız, gülüyoruz, içiyoruz. bir duvar boyunca uzanan kurdelelerden birisini seçip umutlarımızı bağlamışız. hayallerimizi gerçekleştirmek için her yolu denemişiz. gerçekten denemiş miyiz?

çok değil, bundan 4 sene önce bugün, elimizde tefler, kulağımızın arkasında karanfillerle dans edip bir yandan da dileklerimizi gömecek yer aradığımızı belgeleyen fotoğraflarımız var. bir eksik ve bir fazla. saçlarım kısa, saçların daha kısa; üzerimde ceket, üzerinde t-shirt, ojelerim kırmızı; sarılmışız, gülüyoruz, içiyoruz. bir duvar boyunca bağlanmış dileklerin önünde dans ediyoruz. bütün geceyi sokakta geçirmiş olmanın yorgunluğu zerre okunmuyor üzerimizden, gözlerimizden.

zaman kırılıyor. geçen 3 seneden elimde tek bir fotoğraf bile yok. çünkü eksildik. o kadar eksildik ki tuzla buz olduk. camlar ayaklarımızın altına battı. canımız yandı. dileklerimizi sokağımızdaki güllerin dibine gömer, sabaha karşı da yorgun gözlerle denize atmaya gider olduk. hava her geçen sene biraz daha soğudu. sen terk ettin. sen gittin. sen evlendin. ben de serçe parmak kadar kaldım. artık oje sürmüyorum. belki saçlarım uzadı ama hayallerim küçüldü. hıdırellez ile gelen umutlar tozla pus oldu.

know-how.


çok sevdiğim bir insanın kendisinden uzaklaşırken bana emanet olarak bıraktığı, hayatımda çok büyük bir yer kaplayan bir insanınsa benden giderken yanında götürdüğü bu şarkı dinlerken boğazımdaki düğümleri çözüyor ve iç'imi arındırıyor olmasına rağmen hatırlattıkları yüzünden içimde bir uktedir aynı zamanda. işte tam da bu kararsızlığı dolayısıyla bu geceye en yakışandır aslında.

4.5.11

yerçekimi.



ensende bir nefes hissedersin ve kuruduğunu sandığın bütün yapraklar olağanca yeşilliğiyle havalanıverir.
derin bir nefes alıp yaşadığını fark edersin.
bu her zaman olan bir şey değildir.
yolda yürürken, ne kadar önüne baksan da, ayağın bir taşa takılır, tökezlersin.
sendeleyip yoluna devam edersin.
ama bazen düşmek istersin.
avuçlarının içine taşlar batsın, diz kapakların tozlansın ki yaşadığını hissedebilesin.
yerçekiminin ne kadar iki yüzlü olduğunu ancak nefes almak istediğin zaman idrak edersin.

nefesimi bırakıyorum...



şimdilik.

az dediğin...


"sen de fark ettin mi? az dediğin, küçücük bir kelime. sadece A ve Z. sadece iki harf. ama aralarında koca bir alfabe var. o alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. biri başlangıç, diğeri son. ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. yan yana gelip de birlikte okunmak için. aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. senin ve benim gibi...
bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. belki de az, hayat ve ölüm kadardır! belki de, seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. bilmesem de, öğrenmek için her şeyi yaparım, demektir. belki de az, her şey demektir. ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir..."

24.04.2011

"sen neye üzülüyorsun bu kadar? özellikle bir şeye üzülüyorsun ama neye, göremiyorum. ne ki seni üzen bu kadar? ah be z., çok yorgunsun. o kadar yorgunsun ki ağlayamıyorsun bile... tutunacak bir dal arıyorsun ama durup bakıyorsun, sen zaten ağaçsın. anlatabiliyor muyum? o yüzden bu kadar bitkinsin ve ayaktasın. ama geçecek. dayanabilirsin, biliyorum."

bir insanın içinden geçenler bir başkası tarafından ancak bu kadar net yüzüne vurulabilir. teşekkürler e.

13.04.2011

la fontana di trevi


istiklal caddesi, emirnevruz sokak'ta saklı kalmış bu mekân sadeliğin ve lezzetin kesiştiği yerdir. keyifli bir yemek için ideal atmosfere ve seçeneğe sahiptir. şayet tatlıyla aranız iyise tıka basa yemektense midenizde biraz da boş yer bırakmanız tavsiye edilir zira biraz ilerisinde, kendilerine bağlı, içerisi buram buram kanyak kokan j'adore'un çikolatayla zenginleştirilmiş tatlıları -ah o tatlıları- başınızı döndürebilir.

kate nash @ babylon


kayıtlara fuck demenin ve çığlık atmanın bir kadına ne kadar yakıştığının ispatı olarak geçen bir konser olmuştur.

09.04.2011

çikolata kahve istanbul @ çengelköy



burası öylesine küçük bir yer ki içinde ne dünyalar barındırdığını girmeden anlayamazsınız. kapıyı açtığınız an yüzünüze vuran o koku adımlarınızı resmen içeri çekiyor ve sizi esir alıyor. ufak sandalyelere oturup türk kahvenizi beklerken vitrindeki çikolatalardan gözünüzü alabilirseniz duvardaki resimlere ve yazılara bakabiliyorsunuz, onlardan ayrılabilirseniz şayet masanın üzerindeki kitaplara, antika fotoğraf makinesine ve tekrar çikolatalara ve tekrar resimlere... koku ve müzik sinir uçlarınıza kadar işleyip uyuşmanıza, durgunlaşmanıza ve rahatlamanıza yol açıyor. ve tek kelimeyle huzur buluyorsunuz. akabinde bol köpüklü bir türk kahvesi içiyorsunuz. tabi öyle bir mekanda arsızlaşmamak ne mümkün, hemen bir de sıcak çikolata söylüyorsunuz ve hayatınızda ilk kez, gerçekten bir sıcak çikolata içmiş olmanın verdiği mutluluğu tüm hücrelerinizde hissediyorsunuz. emin olun bunu gerçekten hissedebiliyorsunuz. zira burdan çıktığınızda suratınızda anlamını sadece sizin ve yanınızdaki kişinin bildiği bir gülümseme oluyor. ve tabi elinizde de içi çikolata dolu bir torba.

23.03.2011


söyleyecek çok şey var ama anlatacak bir şey yok ya da o kadar çok ki...
beni bundan 10 sene öncesine götüren şey sadece bir film. ama bu öyle bir film ki o 10 küsür seneyi yerle bir etti 2 saat içinde; öncesini ve sonrasını da. ne kadar çok şey kaybettiğimi gördüm, kaybettiklerimi neyle ikame etmeye çalıştığımı. ve hayatı gördüm. içinde kaybolduğum ve bazen dışından baktığım hayatı. hayatın bana neler kaybettirdiğini. kadıköy'ü, lodosu, yağmurda sigara içmeyi...
filmi izlerken kitabı okuyordum, radyo programını dinliyordum. tam o yaşımdaki halimle. ve ışıklar açıldığında, koltuğunda çakılan ben'in hiç de o yaşta olmadığını görmenin ağırlığıyla bir süre oturduğum yerden kalkamadım fonda "my woman" çalarken.
ve tüm bunların üstüne, o kapıdan çıkınca yapılacak en doğru şeyi yaptım, bir sigara yaktım.
trip'e gittim. içerisi tam da 99'daki yalnızlar partisi'nden bir kesit gibiydi. sanki zaman o an'da durmuştu ve biz bir yerinden ona dahil olmuştuk. biramı içerken geçen zamanda kazandıklarımı da düşündüm. denklemdeki yerine yerleştirmeye çalıştım olanı biteni. kaç yanlışın kaç doğruyu, kaç gerçeğin kaç insanı götürdüğünün sağlamasını yaptım.
sonra çıkıp eve yürüdüm ve uyudum, tedirginlikle.
ve bütün bunları tam da olması gereken insanla, d. ile yaptım. o geceden fotoğrafımız yok hiç. eğer çekilseydik, biraz siyah-beyaz ve belki sepya çıkardık. renginden yoksun ve yaşlanmış. dik duruyor olurduk, sırtımızın kamburunu saklardık kürek kemiklerimizin arasında. hüznümüz görünmesin diye de gülerdik. sarılırdık muhakkak, kaybettiklerimize inat.

tarihi temize çekmek.

25 sene geçti ama ben şimdi, sistem rayına oturana kadar, son 4 ayı temize çekeceğim ve sonra kaldığım yerden devam edeceğim. başlıkları tarihe not düşmek için atacağım. moleskine ve sözlük'ten kopya çekeceğim. nefesimi en fazla ne kadar tutabilirim onu deneyeceğim.

her yeni yılı "bu geçirdiğim en kötü yıldı" diye uğurladığım gerçeği göz önüne alınırsa belki de beklentileri düşük tutmakta fayda vardır, şeklinde başlayabilirim pekala. zira açılış notu olarak emrah serbes'in erken kaybedenler kitabından "neden? çünkü büyüdükçe arzularım küçüldü, şaşkınlıklarım küçüldü, beklentilerim küçüldü. büyüdükçe öyle küçüldüm ki içimde taşacak bir şey kalmadı. büyümenin bir bedeli varsa işte bu, yarım metre uzadım, yirmi kilo aldım ve dünyadan vazgeçtim." şeklindeki bir alıntıyla açılan bir yıldan pek de bir şey beklememem gerektiğini öne sürebilirim, haklı gerekçeleriyle. sayfaları çevirirken durup, susup gülümsemeyebilirim, tam da şu anda olduğu gibi. dolu sayfalara baktıkça, boş olanların aslında ne anlam ifade ettiğini görebilirim. son entrylerime göz attıkça yükümün ne kadar ağır olduğunu, ben hafiflediğini sandıkça çantamı ne kadar çok doldurmuşum'larla kendime kızabilirim. bahar yorgunluğu denen şeyin kendime söylediğim en okkalı yalanlardan birisi olduğuna inanabilirim, doğruyu söyledikçe burnumun hiç kısalmadığını bilerek.

nefesimi daha ne kadar tutabilirim?