31.7.11

(he)art for breakfast

bazen daha sabahına uyumadan gelecek günün nasıl geçeceğini az çok tahmin edersin ya, işte bugün de öyleydi. hatta çok daha iyiydi. bugün, olabilecek en güzel pazar günlerinden birisiydi. pazarı o klasik ruh halinden çıkartan, yıkıp yeniden kuran bir gündü. bunun için ihtiyacın olansa keyifli bir rota ve elbette 2 güzel insan -ya da sana kaç uyarsa-.

durak 1: palma d'oro


şaşkınbakkal'da konumlanan, bu bahçesinde büyük palmiyeler ve şemsiyeler olan yer tam bir kahvaltı cenneti. açık büfe. ucu apaçık bir büfe. aklına ne gelirse. al gazeteni, kurul bir masaya. kimse sana kalk demez. kimse seni rahatsız etmez. herkes kendi halinde bir sohbette ve yemektedir ama sen yine de kendini orada sadece sen varmış gibi hissedersin. öyle evinin bahçesinde gibi. açık büfe dedim ya, aklına ne gelirse saat 14:00'e kadar ye-iç. arada dinlen. gazeteni oku. bulmacanı çöz. canın kahve isterse söyle, onu beklerken meyve ye. bi' sigara molası ver kendine. gündemi değerlendir. magazine dal. sinemadan çık. "güzel esti bak," diye kendini ferahlat. "ah bi' de nem olmasa." arada hareket olsun diye yine git bak bakalım boylu boyunca uzanan üzeri yiyecek ve içecek dolu masalara. bir de türk kahvesi iç tabi. yalandan da olsa bakılan fal işin espirisi. türk kahvesiz kapatma öğününü, yanında da yak bi' sigara daha. şöyle derin bi' nefes al ve bak etrafına, ne kadar şanslısın aslında. gökyüzü açık. gül kendine. cemal süreyya'nın da dediği gibi, "kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı." güne devam edeceksen keyfine kalmış; ister makarna şöyle acılısından, istersen profiterol benim gibi tatlıya doyamıyorsan. sonra iste hesabını, daha gidecek çok yerin var. bugün pazar ya, atla dolmuşa. 20 dakikada taksim'desin.

durak 2: zenka bistro
sıraselviler'den yürü bi' boy. taksim ilkyardım'ı geçtiğin zaman seni çağıran merdivenlerden aşağı in. karşılıklı konumlanmış, iki farklı yer gibi görünen ancak tek isim altında toplanan yerdesin. güzel bir buluşma ve vakit geçirme noktası. bi' bira söyle, mariachi black mesela. hafif ama lezzetli bir zıplama noktası. saat 17:06. sanatı koklamaya gidiyorsun, gecikme.

durak 3: kemancı bahçe


en son ne zaman gelmiştin buraya? ben 2004'te. hiç beklediğim gibi değil. hafızamda kalandan daha aydınlık. fotoğraf makinanı hazırla çünkü fotoğrafın göbeğindeyiz; mehmet turgut'un rock'n frame sergisindeyiz. elimizde jack daniels bardaklarımız merdivenden iniyoruz. duvarlarda 11 senelik bir arşiv. görmeye alışkın olmadığımız türden, bambaşka işler. tanımadığımız yüzleri kitapçıkla karşılaştırıp hafızamıza ekliyoruz. tanıdıklarımız zaten cepte. hayranlık uyandırıcı. hatta kıskandıracak derecede başarılı işler. basın açılışı olduğu için içeride farklı bir kalabalık var. gonca vuslateri, barış falay, ete kurttekin, erdem yener, levent can, melis danişmend... "aylin aslım neden gelmemiş ya?" sonra basın olduğumuzu hatırlıyoruz. ses kayıt cihazı yanımızda -m., sen her şeyi düşünürsün-. önce sergi sahibine birkaç soru. ve diğerlerine. fotoğraf çekmeyi ihmal etmiyoruz tabi. yine de duvardakileri gördükten sonra sen sen ol, sakın fotoğraf çekiyorum deme. ayıptır. sağına soluna bak. gelsin biralar gitsin viskiler.
ve... 
bugün farklı bir gün dedim ya, bugün uzun zamandır yapmadığım bir şey yaptım. m. benimle konuşurken sağ taraftan yaklaşan "mavi pantolonlu"ya bakakaldım. gerçekten, bakarken kalakaldım. m.'yi duymadım mesela. öylece baktım. sanki birisi duygu düğmeme bastı. o düğmenin tozu alındı. ben bugün, eskiden hissettiğim duyguların kapısını araladım. ha çocukla konuştum mu, hayır. ama o eşiği aştığımı fark ettim. dedim ya, yıktım ve yeniden kurdum. inan bana sen de yapabilirsin. o gün pazar bile olsa, yapabilirsin. ihtiyacın olan şeylerse keyifli bir rota ve elbette 2 güzel insan -ya da sana kaç uyarsa-.

şimdi pazartesi sendromuna kaldığın yerden devam edebilirsin.

28.7.11

hava çok sıcak. "odam bile esmiyo abi," diyecek kadar sıcak. hatta moda bile esmiyor, o derece. bir elimde salon'un yeni sezon programı. güya serinlemeye çalışıyorum. bu okuduğun satırları yazmak için elimden bıraktığım an, kafamı fırının içine sokmuş gibi hissediyorum. 220 derecede önceden ısıtılmış bir fırın. sosyal hayatım öğle yemeğinden sonra binanın karşısına geçip çay içmekten ibaret bir noktaya geldi. nokta. gidilecek konserler. çimlerinde yatılacak festivaller. kaldırıma atılmış masalarında içilecek sokaklar. çekilecek fotoğraflar. hepsi çöpte. ihmal edilmemesi gerekenler var ama. asla es geçilmemesi gerekenler. mehmet turgut / rock'n frame! sergisi. indirilecek albüm listesine feist ve beirut eklenmiş. onlardan medet umuyorum. bir de türk kahvesinden. fincanın içine kümelenmiş telvelerden gelecek çizen kelimelerden. bu gece yine kulağıma birkaç kelam takıldı. "aşk" dedi mesela, yüzümün ifadesi değişti. "çok sıcak, sevişemem." aşk karşısında ördüğüm duvarın sözlü hali. böyle şeyler duymanın verdiği şaşkınlık mı, şok olma hali mi yoksa "yok, artık olmaz," hali mi? şu an bi' vanilla sky olsa şöyle bol buzlusundan nasıl da güzel giderdi.

23.7.11

"sevenler birbirlerine yara izlerini gösterirler. ilk önce bunu yaparlar... sana ruhumu açmadan önce bil ki incinebilirim demek için... çünkü en çok sevdiklerin yaralar seni."

- alper canıgüz, gizliajans, s. 106

20.7.11

uzun uzun yazdıklarımı okudum.
uzunluk ölçü birimi olarak mesafenin yakınken uzak, uzakken yakın sonuçlar doğurduğuna bir kez daha ikna oldum.
ruh halimin havaya göre nasıl da değişebildiğini ispat edebileceğim delillerim olduğunu fark ettim.
sürekli tatile gitmek istediğimden dem vurup ayağımı soktuğum tek su birikintisinin duş olduğu gerçeğiyle yüzleştim.
senenin henüz yarısı bitmişken hayatta nelerin, nasıl da çabucak tepetaklak olduğunu ve fakat ne ara yeni baştan kurulduğunu görünce hayret ettim.
kelimelerin, sokakların ve evlerin yeni anlamlarla yeniden değer kazandığına şahitlik edene kadar olay yerini terk etmemeye söz verdim.
ve arkama yaslanıp ayaklarımı uzattım.
uzun uzun yazmadıklarımı düşündüm.
kıyıya köşeye hapsolmuş kelimelerin neden bir araya gelmediğinin muhasebesini yaptım.
değerler ve beklentiler arasındaki hassas dengeyi kuracak terazinin neresinde durduğuma bakıp kendimi azad ettim.
ikiyle ikinin her zaman dört etmeyeceği gerçeğini dile getirenlere hak verdim.
hayatın hep "elde var 1" veya "gizli özne" gibi süprizlerle oyunu lehine çevirdiğini görünce durdum, sustum ve gülümsedim.


artık romanımı okumaya kaldığım yerden devam edebilirim.
 

17.7.11

...ve sonra öyle bir sarılmak ki tüm mesafelerden azade nefesi ensende hissetmek. neden'siz, isimsiz, sonuçsuz. beklenti yüklemeden. temmuzun ortasında boynuna dolanan atkı gibi değil. sanki hep orda gibi. hafif.

lütfen bir adım öne çıkın.
her ne kadar evinizde, yanınızda limonlu sodanız ve istediğiniz an yakabileceğiniz sigaranız olsa da fireworks'te onyüzmilyon tane fotoğraf küçültmek gibi bir iş yapıyorsanız çalıştığı fabrikada bütün gün diş macunu tüpüne kapak takan mr. bucket'tan bir farkınız yoktur.

16.7.11

derin bir nefes al, sonra bırak.
hiçbir şeyin değişmediğini göreceksin.
çünkü artık sen, bir başkası değilsin.

yalnız(ca) sen.

d harfi, aramıza hoşgeldin.

10.7.11



yer: cremeria milano / şaşkınbakkal
olay: baileysli dondurma

söyleyecek başka bir söz bulamıyorum.


havaların ısınmasından mıdır, işlerin yoğunluğundan mıdır, keyfimin yerinde olmasından mıdır bilinmez ama bu ara yazmak yerine sadece okumak, gezmek ve içmek istiyorum.

7.7.11

misanthrophy sebepleri arasında toplu taşıma araçlarını kullanmak rahatlıkla ilk 3'e girebilir. çünkü; 
yorgun argın işten çıkarsınız.
hava leş gibi sıcaktır.
saat itibariyle bütün minibüsler dolu olduğundan mütevellit siz de bir tanesine sıkışırsınız ve fakat camlar kapalıdır.
insanlar temiz havadan korkmaktadır.
içerisi leş gibi kokmaktadır.
insanlar bu havada banyo bile yapmamaktır.
açılan camdan giren hava bile yetersiz kalır.
bir süre sonra inen bir yolcunun yerine oturursunuz ve o da ne, ön koltukta oturan familyanın bacak-kadar-kız-çocuğu konuşmaktadır. anlatır. soru sorar. şarkı söyler. konuşur. ve konuşur.
insanlar çocuklarına mukayet olmamaktadır.
o 20 dakikalık yol bitmez.
ve halihazırda kazan gibi olmuş kafanız düpedüz sikilir.
velhasıl misantrophy kendisini en çok toplu taşıma araçlarında gösterir.

5.7.11

"we've all been changed from what we were.
our broken parts smashed off the floor."

değiştiğini nasıl anlarsın? eski alışkanlıklarını bir kenara bırakmak, önceden büyük büyük laflarla reddettiğin şeyleri yapmaya başlamak tükürdüğünü yalamak mıdır? yoksa?
veya bir şeyi sırf alışkanlık diye sürdürmek ne kadar mantıklıdır? ne kadar mutlu eder insanı o şey artık rutin haline gelmişse?

eskiden parmak uçlarım soyulurdu. "deri değiştiriyorum," derdim soranlara. gerçekten var olan bir sağlık sorununa kılıf uydurmaktı benimki. engel olamadığım o-her-neyse, ona karşı direnmeye çalışmaktı belki. ama geçti. artık parmaklarım soyulmuyor. güneşten yanmadığım sürece derim de soyulmuyor. yine de deri değiştiriyorum. kuruyan ne varsa pul pul döküyorum. ferahladığımı hissediyorum. kabuklarımı attıkça yüklerimden kurtuluyorum.
ve değişiyorum.

bir şeyler aynı kalsa da birçok şey değişiyor hayatta.
peki insanlar bunu nasıl karşılıyor? bir şarkıda dediği gibi horse loves you when you move with him / people hates you when you' changing mi? kimi zaman evet. "değiştin," diyip gidenlerin arkasından kabuklar bağlıyorsun. kimi zamansa insanlar bu değişimin sende yarattığı farklılığı görüp yanında yürümeye devam ediyorlar. o zaman anlıyorsun aslında ne kadar "sen" olduğunu. kabuklarının altındaki sen'in aslında hep olduğunu. sadece bunu görenler kalıyor ya zaten.

ve sen yürüyorsun. devam ediyorsun. hayat olup biterken, zamanla yarışırken kendine soyacak yeni kabuklar bağlıyorsun. ve dökülüyorsun yine. pul pul.

just like seasons, people change, and so must their feelings. 

3.7.11

brandon boyd'un sarsılması mümkün olmayan tahtına ancak tom smith göz dikmeye cesaret edebilirmiş. ben bu gece bunu gördüm.

1.7.11

*



- mevsim yazsa ve mevzubahis kalp-mide bağlaçlarıysa semizotu ve kirazı es geçmemek gerekir.

- limonlu akmina soda ve kremasız double shot ice mocha arasında sidik yarıştırılmaz. ikisi de yerinde ağır, yerinde güzel. 

- göz ucuyla kitaplığa bakıp okunacak bir şey kalmadığı görüldüğünde yapılacak en mantıklı hareket idefix'e saldırıp sipariş listesini insani düzeyde aktif hale getirmektir.

- odaya dolan gece-yağan-yağmur kokusu daha sakin bir uyku uyumanızı sağlar.

- davetiye bulamazsan bilet al, yine de kaçırma one love'ın pazar programını. ne de olsa you don't know love like you used to.

- ne yap ne et ama warhol in motion'ın akaretler ayağını muhakkak ziyaret et.

- şu hayatta 'ankara' diye bir olgu var, artık kabul et.

- fotoğraf tab ettirmeyi ihmal etme. her şey dijital değil. hayat, gerçek.

- bebek'e yolun düşerse happily ever after'a gidip chocolate martini iç ve beni hatırla.

- yürürken gökyüzüne bak. kıstığın gözlerinin kenarındaki kaz ayaklarını siktir et. yüzünün aydınlanmasına izin ver. sen o kadar da karanlık biri değilsin.

- dur. sus. ve gülümse. çünkü hayat kısa, kuşlar uçuyor.


* güncellenme hakkı hayatta saklıdır.

şimdi buna ne denir ki? 

yatay geçiş? belki. hani mekânsal olarak evet tabi, bu masadan yandakine. ama titr olarak düpedüz dikey geçiş bu. junior'lıktan editörlüğe.
terfi? hayır. aynı kurum içinde kalsam neyse, ama o da değil. yani çatı aynı ama alan farklı. mdg'yse mdg, instyle'sa instyle.
iç transfer? kesinlikle. dergiden web sitesine.

aslında buna şöyle de denebilir; life happens. time happens. -good- things happens.

sevinmek için erken mi? bence değil.