3.2.16

hayat fena halde futbola benzer.*


Sonraları kadınlara nasıl aşık olduysam, futbola da öyle aşık oldum: Ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerinde kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden.” -Nick Hornby, Futbol Ateşi

*

Karl Marx, dine ‘halkların afyonu’ derken onun toplumsal birleştiriciğinin ve koşulsuz itaatinin tartışılmazlığını vurgulamaya çalışıyordu. Tıpkı en ateşli alternatifi olan futbola da diyebileceğimiz gibi. Ve İngilizler her zaman, hem dünyanın en eski futbol federasyonu olan 1893 kuruluşlu İngiliz Futbol Federasyonu (Football Association, FA) hem de en eski kulüplere ev sahipliği yapması dolayısıyla, kalplerinin derinlerinde futbolu en kadim mülkleri saydı. Ancak nasıl ki neoliberalizm dokunduğu her şeyi dönüştürdüyse ve futbol da sokakla hayat bulduysa; neoliberalizmin futbola temâsından ortaya sokaktan soyutlanmış bir futbol çıktı.

Birazdan okuyacaklarınız önceleri soyluların arasında kabul görmüş, daha sonraları halk tarafından da çok sevilmiş ve giderek toplumun tüm kesimlerine yayılmış olan futbolun kâr elde etme kaygısıyla taraftarlardan uzaklaştırılmasının hikayesidir.

Taraftarlık, hızlı kentleşmeyle altüst olup geleneksel ve modern arasında sıkışan bireye aidiyet duygusu kazandırır. Sınıf konumu veya etnik kimlik ile birleştiğinde ilkini öne çıkarır ve pekiştirir. Manchester United dokuma işçilerinin, Arsenal silah fabrikası işçilerinin, Notthingham Forest kömür işçilerinin, Liverpool liman işçilerinin mabedidir. Mabettir, çünkü kimliklerini ve aidiyetlerini burada yeniden ve yeniden üretirler; kendilerininki ve ötekilerinkini.

Psikolojide fanatizm bir düşünceye, bir kitaba, bir lidere, bir gruba katı şekilde bağımlı olma şeklinde tanımlanır. Konu futbol olduğunda ise iş farklı bir boyut kazanır; holiganlık. İlk kez İngiltere’de ortaya çıktığına dair yaygın kanının aksine holiganlar kendilerini ilk kez 1960’ların sonunda ada sınırında gösterirler. İşleri ve toplumsal güvenceleri olmayan, toplum içinde adam yerine konmayan, kendileriyle, aileleriyle kısacası içinde yaşadıkları toplumla sorunları olan işçi sınıfının alt katmanlarındaki ailelerin çocuklarıdır. Tepkilerini toplum normlarına karşı çıkarak; yakıp yıkarak, şiddet eylemleri gerçekleştirerek ifade ederler. Ve holiganlar, stadyum çevreleri dâhil olmak üzere büyük kalabalıkların arasına taraftar kimlikleriyle karışarak kendilerini gizlediler. Özcümle, holiganlar futbolu kullandılar. Barındırdığı şiddet ve saldırganlık gibi refleksleri normalleştiren ve kendi içinde erkekliği yeniden üreten holiganlık, tam da bu yönleriyle taraftarlıktan ayrılır. Takımlarla organik ya da inorganik bağlarla bağlı olan firmaları vardır; Arsenal FC-Gooners ve The Herd, Chelsea FC Headhunters, Liverpool FC-The Urchins, Manchester United FC-The Red Army, Millwall FC-Bushweckers, West Ham United FC- Inter City Farm.

Sokakla hayat bulan futbol, güç ilişkilerinden ve ideolojiden uzak kalamaz. Özellikle 1970’lerin ortalarında yükselen aşırı sağın ilgisini çeken “siyah piçler” tezahüratını komik bulan holigan grupları, ırkçı örgütlerin ve partilerin ideolojik etkisi altında olup olmadıklarına dair suçlamalarla karşılaşır. Bunun en iyi örneği için Londra’nın güneyindeki ırkçı ve rejim yanlısı uçların faaliyetlerinin odağı haline gelen 80’lerin Chelsea’sine bakmak gerekir. Yine de İngiltere’de faşist geleneğin olmaması ve siyahilerin de bu gruplar arasında yer alması gözden kaçırılmamalıdır.

Kaldı ki holiganların geç saatte karıştığı kavga gürültünün yanında stadyum çevresinden öğlenden itibaren parabolik olarak artan trafik, gürültü ve çöp devede kulak kalır. Mevzunun bu kadar büyütülmesinin sebebi, büyütülebilmesidir. Yani holiganlık, taraftarları stadyumlardan uzak tutmak adına araçsallaştırılır.

Takım tutmak ‘biz’ duygusu yaratıyorsa o takımın maçına gitmek de ’biz’e olan bağlılığı göstermek açısından neredeyse zaruridir. İlişkiler burada adeta teatrelleşir. İster taraftar deyin, ister holigan, takımını destekleyen herkes maçın oynanacağı gün bayrakları, atkıları, şapkaları ve formaları ile stadyumdadır. Arsenal’in Emirates Stadyum’u, Chelsea’nin Stamford Bridge’si, Liverpool’un Anfield’i ve Manchester United’in Old Trafford’u kutsal yerlerdir. Karşı takım taraftarlarına burada iyi gözle bakılmaz; burada başka bir yerde bulunduklarını, öyle istedikleri gibi hareket edemeyeceklerini ifade etmenin birden çok yolu vardır. 80’lerden sonra ortaya atılan güvenlik sorunu algısı sebebiyle stadyumlar taraftarların kutsal yeri olmaktan çıkarılır ve bir gözetim, denetim ve cezalandırma mekanına dönüşmeye başlar. Demir Leydi döneminde çekilen dikenli teller ile kümese dönen stadyumlar ve güvenlik önlemleri ile bir araya tıkıştırılan ve polis şiddetine maruz bırakılan seyirciler arasına ciddi bir mesafe konur. Holiganlar ve dolayısıyla taraftarlar stadyumların dışında tutulur. Taraftarlık ayrıştırılır; bir alt kültür olarak ötekileştirilir. Neoliberalizm bu noktada dişlerini gösterir ve futbolu sokaktan ayırarak piyasanın ellerine teslim eder. Tabi taraftarları da televizyonun ve yazılı basının.

Son 25 yılda serbest piyasa ekonomisinin ve uluslararası rekabetin ulusal kalkınma politikalarının yerini almasıyla dünya giderek tek bir pazar haline getirilir; kapitalizm dönüşür ve küreselleşir. Üretim anlayışındaki değişim, toplumsal ve kültürel alanlarda da kendini göstermeye başlar. Bireysel kimliklerin ve farklılıkların ön plana çıkartıldığı bu süreçte, tüketim ve tüketimi sağlayacak olan düzenekler büyük önem kazanır ve hayatın her alanından kâr elde etmenin yolları açılır.

Peki futbola ne olur? Tüm dünyada yaşanan bu neoliberal dalga futbolu da etkiler; futbol hızla metalaşır. 80’lerde beliren ve özellikle 1995 tarihli tarihi Bosman Kararı ile futboldaki endüstrileşme ivme kazanır; sektörün liberalleşmesi ve özel televizyon kanallarının artışıyla birlikte futbol kulüpleri mali değeri yüksek kağıtlara dönüşür; sponsor ve reklam gelirleri temel gelir kaynağı haline gelir ve ürün satışları belirleyici bir gelir kalemini oluşturur. Futbol, bir pazara dönüşür. Bu dönüşümde futbol kulüpleri ve dernekleri kadar profesyonel futbolcuların, spor malzemesi üreticilerinin, spor medyasının, reklamcıların, sponsorların ve hükümetlerin parmağı vardır.

Futbol tüketilebilir bir olgu haline geldikçe futbol kulüpleri de bu yeni yapı içinde varlıklarını sürdürmek için yeniden yapılanır; sponsorluk ve maç hakları anlaşmaları yapar, borsaya açılır, forma reklamları alır. Bir nevi kapitalizmin çarklarına dahil olur. Amaçta sapma kaçınılmazdır; spor etiğini ve ahlakını savunmak yerini yatırımlarını verimli kılıp kârlarını artırmaya bırakır. Hızla ve hoyratça piyasa ile bütünleşen ilk takım Londra kulüplerinden Tottenham olur; hisselerini borsaya açar. Bu dalga 1990’larda tüm Avrupa’ya yayılır ve kulüpler tamamen mali ağırlıklı bir mantığa yönelir. Kulüpler artık taraftarlarına değil sermayedarlarına karşı sorumludur. Chelsea’nin 2003’te 140 milyon pound karşılığında Rus iş adamı Roman Abramovich’e satılması, en büyük ele geçirme olarak İngiliz futbol tarihi kayıtlarına geçer.

Oyun oynama karşısında para kazanma düşüncesinin çekiciliği, amatörlüğü profesyonelleşme ve tabii ki ticarileşme ile yer değiştirmek zorunda bırakır. Daha çok maharet, daha çok seyirci ve dolayısıyla daha çok para demektir. Futbolcular sadece kendi ülkelerinde dünya çapındaki yıldızlara dönüşür. Markalaştıkça kimliklerinden ahlaki değerlerini yitirdikçe toplumdan uzaklaşır. İngiltere Milli Takımı eski oyuncularından David Beckham Adidas, Pepsi, Armani, Motorola, Gilette ve Vodafone gibi firmaların reklam yüzü ve çizgi romanlara hayat veren bir karakter olurken UNICEF ve Malaria No More UK gibi yardım derneklerinde aktif katılımcılık sergiler. Milli Takım’da forma giymiş bir diğer oyuncu Rio Ferdinand ise sinema filmi oyunculuğu ve müzisyenliğin yanı sıra alkollü araç kullanma, eşcinsellere hakaret etme ve porno kaset gibi alanlarda adını duyurur.

Futbol endüstrileştikçe toplumla dolayısıyla taraftarı ile arasındaki bağı kurutur. Holiganların uyguladığı şiddetin basın tarafından tüm taraftarlara atfedilerek güvenlik tehdidi olarak lanse edilmesi kızarmış ekmeğe yağ sürer. Basın aracılığıyla kulüplerinden koparılan taraftarlar yine basına mahkum edilir; futbol artık televizyondan izlenir, gazeteden okunur. İngiliz Federasyon Kupası’nın 1938’de ilk kez BBC tarafından yayınlanmasının üzerinden geçen süre zarfında masumiyetini kaybeden futbol-medya ilişkisi 1992’de BSkyB kanalının ITV’nin lig maçlarının yayın hakları için 30-40 milyon poundluk teklifine karşılık 300 milyon poundun üzerinde bir teklif sunmasıyla topyekun bir değişikliğe uğrar. Yayın haklarını satın alarak hissedarlar arasına adını yazdıran şirketler, kulüplerin medya ilişkilerindeki tek aracı konumuna gelir. Futbol toplumdan iyice koparılarak sermaye akışının sürekliliğine bağlı ve bağımlı kılınır.

İngiltere, taraftarlarının coşkusu ve ateşli koplarının muhteşem şarkılarıyla tanınan bir ülke olsa da gelenek yerini seyirci işletmeciliğine bırakır. En şanlı İngiliz kulübü Manchaster United, ateşli taraftarlarını stadın bir köşesine yerleştirip o alanla sınırlamayı tasarlar. Bunun resmi gerekçesi seslerini daha iyi duyurmalarını sağlamaksa da asıl neden bugünün eskiye göre daha az halk ağırlıklı ve daha burjuva nitelikli seyircisinin, ‘yaygaracı’ların bağırtı ve şarkılarındansa daha sessiz bir ortamı yeğlemesidir. Futbol artık seyircisini tezahürat edip çırpınan proleterlerden değil stadyum localarına kurulan VIP’lerden seçer; yıllık olarak kiralanan ve kulüpler açısından önemli bir gelir kaynağı haline gelen locaların hostesleri, kanepe ve gastronomik yemek servisleri, şampanya ve televizyon ekranlarıyla birlikte kiralanması futbolun yeni yatırımcılarının istediğinin taraftar kimliğine sahip bireyler değil ileri gelen hisse sahibi, akıllı uslu, iyi yetiştirilmiş müşteriler olduğunu apaçık gösterir.

1990’ların başında 10 pound vererek bir futbol maçına gitmek ve bir koltukta oturmak ya da basamaklarda ayakta durmak, bir bira ya da kek alıp sonra eve cebinizde biraz bozuklukla dönmek mümkünken bir bölümünün astronomik fiyatlarla kiralanan localara ayrıldığı stadyumların kalan bölümlerindeki bilet ve kombine fiyatlarının ise oldukça yüksek tutulması taraftar tipolojisinin giderek burjuvalaştırılmaya çalışıldığına işaret eder. Bu açıdan bakıldığında futbol, eğlence sektörünün sermayedarları tarafından keşfedilmekle kalmaz, en kârlı yatırım araçlarından birine dönüştürülerek ruhu paramparça edilir; kitlesinden uzaklaştırılmak adına toplumdan koparılır, toplumsal normlara karşı çıktıkları için suçlulaştırılan ‘holiganlar’ ve taraftarlar neoliberalizmin yeniden ürettiği toplumsal normlar tarafından sahalardan dışlanır.

Sözün özü, neoliberalizmin tahrip edici politikalarınca dönüşen futbol, küreselleşme adı verilen olgunun doğal bir laboratuarı haline haline gelir. Dünyaya egemen olmaya çalışan bu yeni mali kapitalizmin en gaddar ve en karikatürleşmiş bazı yönleri bu alanda da karşımıza çıkar. Nasıl ki futbol, hayata dair pratiklerin sahalara ve taraftar profillerine yansıdığı bir alansa, konu neoliberalizm olduğunda bu süreçte gerçekleştirilen politikalardan nasibini alan hayat ve futbol fena halde birbirine benzemeye başlar.


Hikayenin sonu.


* bu yazı 03.02.2016'da socratesdergi.com'da yayınlanmıştır.

3.1.16

gönderenden alana hikayeler: postcards & beyond.*


kulağa çalındığında sanki asırlar öncesinden bir yolculuğa çıkılmış hissi veriyor kartpostal; geniş düzlüklerden, göl kenarlarından, bulutlara saklanan dağların arasından geçilerek yapılan tren yolculuğunun totemi gibi. ilk kez 1840’ta fulham, londra’dan yazar theodore hook’a gönderildiğinden beri kartpostal postanelerle posta kutularına, kelimelerle romanlara, melodilerle şarkılara, boyalardan resimlere taşındı; ellerden çekmecelere, hafızalardan duvarlara, hatıralardan sohbetlere, sözlerden zamana saklandı. bir insandan diğerine, mekanlar ve zamanlar arasında hikayeler taşıdı. hayali kurulan, yaşanan, unutulması istenmeyen -unutmak berbat bir şey-; resme-çizgiye-fotoğrafa dökülmüş hikayeler. ne de olsa o resmin-çizginin-fotoğrafın da bir hikayesi vardı. b yüzüne ise kelimeler saçıldı; el kadar bir alanda ne anlatılabilirse işte, o kadar anlatılırdı. resim-çizgi-fotoğraf ve kelimeler seni bir yolculuğa çıkarırdı; gönderenden alana. gönderenin hikayesi ayrı, alanın hikayesi ayrıydı; kartpostalınki ise apayrı.

şimdi size bir kartpostal hikayesi anlatacağım…


gizem kuzu. dokuz eylül üniversitesi güzel sanatlar fakültesi heykel bölümü öğrencisi. on dokuz yaşındayken istanbul’dan izmir’e gelmiş. o zamanlar bu ayrılığın çok erken olduğunu düşünse de şehrin yorucu, kirli ve yaşayanı kaybolmaya mahkum eden tavrına karşı -bu şehir kimseyi mutlu etmiyor- izmir’in kültürel üretim alanındaki girişimleri onu şehirle birlikte olgunlaşmaya itmiş. iki bin on dört senesinin temmuz ayında ‘postcard from turkey to world’ adıyla bir projeye başlamış ancak instagram ismi ile tanınmaya başlayınca bu ismi tamamen kaldırmış ve ortaya postcards & beyond çıkmış.

amacı her ülkenin her bölgesinden en az bir kişiye türkiye’den bir kartpostal ulaştırmak, aynı zamanda onlardan da bir tane almak. başladığı ilk günden beri aldığı ve yolladığı her kartpostalı gönderenin ve alıcısının ismiyle birlikte şehir ve ülke belirterek fotoğraflayıp paylaşıyor. büyük bir arşiv. zira şimdiye kadar elliden fazla ülkeye, iki yüz elliden fazla kişiye ulaşmış; malezya, avustralya, amerika, tayvan, izlanda, fiji, portekiz… dünya kürenizi döndürün, gözünüzü kapayın ve parmağınızı bir yere koyun. hah, işte tam orası. kartpostal yollayacağı kişilere instagram üzerinden tek tek mesaj yoluyla ulaşıyor; bazıları mesajları bile görmüyor. postada kaybolan kartpostalları tekrar yazıp gönderiyor, ki bu sık sık oluyor. burada önemli olanın irtibatı koparmamak olduğunu söylüyor gizem. bu ciddi bir zaman demek.


projenin kahramanı kartpostalları gizem bizzat tasarlıyor. proje kapsamında göndereceği kartpostalları seçerken her geçen gün zorlanması ve beğenisine uygun bir parça bulamaması onu kendi kartlarını tasarlamaya itmiş. her türlü görsel ve işitsel veriden beslendiği ‘dalgalı’ üretim sürecinde bilinmeyenlerden, rüyalardan, sinemadan, edebiyattan ve müzikten besleniyor. çoğunlukla suluboya ve keçeli kalem kullanıyor. dünyaya göndermek için tasarladığı kartpostallar ilgi görmeye ve talep edilmeye başladığında ise projeye satış ayağı da eklemiş. bu sayede insanların yıllar sonra yeniden kartpostal göndermesine de aracı olmuş.

gizem en çok yerel kültürü yansıtan fotoğrafların olduğu kartpostalları seviyor; şehir silüetlerindense içinde antropolojik, sosyolojik veya arkeolojik ögeler barındıranları görünce heyecanlanıyor. aldığında ilk önce ön yüzüne bakıp nereden geldiğini tahmin etmeye çalışıyor. hikayeyle oyun oynamayı seviyor…

*

gizem’in ve postcards & beyond’un hikayesi burada bitmiyor. kartpostal gönderenden alıcıya hikayeler taşıdıkça anlatılmaya devam edilecek bir hikaye bu. çünkü her insan nefes aldıkça bir hikaye yazıyor ve her kartpostal kendi hikayesini taşıyor.


*bu yazı 31.12.2015 tarihinde trendus.com adresinde yayınlanmıştır.

taş bir binanın avlusundayım. zemini nemli gibi, ama su yok. tepeden bakıldığında taşların kıvrımları ve nem orada su dalgalanıyormuş hissi veriyor. fotoğrafını çekiyorum. bir çocuk geliyor ara bir geçitten. bana bir kitap veriyor. eski bir kitap. sayfaların üzerine çocuk yazısı ile notlar alınmış. içeriğini hatırlamıyorum ama ilgimi çekiyor. sonra o oğlan çocuğunu başka bir yerde görüyorum. annesinin kucağından yanıma geliyor. bir kutudan çikolata yiyoruz onunla, karamellisini seviyor; hatırlıyorum.


23.12.2015

1.12.15


sevgiliyle bir evdeyiz, odaları geziyoruz; taş ve boş. birileri daha var bizimle birlikte, sanki evin sahipleri gibi. ama değiller de, belli. "siz yaşayın burada," diyor biri. "sizin bu ev." tavanı yüksek, bir duvarı mavi.

20.11.2015

26.10.15

kumaşlar ve talaşlar.


şubat ayını mart'a bağlayan bir akşamdı. hatırlıyorum. hava çok soğuktu. yine de dışarda oturuyorduk. içeri gir-paltonu çıkar-paltonu giy-dışarı çık döngüsüne girmektense hava soğuk olmasına rağmen dışarda oturduk. çünkü sigara içiyorduk. sigara içenler genç yaşta ölürdü. hatırlıyorum. genç yaşta birçok insan öldürüldü. sigaradaki sadece bandroldü.

o akşamdan sonra hiç ayrı kaldık mı? düşünüyorum. iki elin parmaklarını geçmezdi topladıklarım. her şey çok yeniydi. ve son derece tanıdık. günlerce, aylarca ve senelerce ceplerimde biriktirdiğim taşları önüne dökmek gibiydi onunla tanışmak. sanki tanışık gibiydik de. birbirimize kendimizi hatırlattık sanki. sadece. günlerce, aylarca ve senelerce içimizde biriktirdiğimiz şeyleri anlattık birbirimize. sözleri öylesine yumuşaktı ki, hiç sesimi çıkarmadan onların içine girip uzandım. güzeldi. çok güzeldi. öyle ki hakkında tek bir cümle dahi yazamadım. tasvir edecek kelimelerim yoktu. yok, bulamadım. sadece, çok güzel, diyebildim.

eskiden resim derslerinde öğretmenler sayfada beyaz alan bırakılmasından hoşlanmazdı. sahi, neden doldurulurdu ki tüm sayfa anlamsızca? yani bir yerden sonra anlamını yitirmiyor muydu renkler? neden her milimini doldurmak zorundaydık ki o kağıdın? boşluklar kalsa da anlamlıydı. hatta o boşluklarla anlamlıydı zaten tüm resim. bir sürü renkle ve yeteri kadar bir yerde de ifade edilebilirdi zihindekiler. işte öyleydi evi. kağıda incelikle ve umursamazca sıçratılmış renkler gibi. 

kedisi vardı bir de. dot. kısa boylu, yoğun ve mat gri tüylü erkek kedi. sesi kendinden büyük olan pembe kedi. düşünsene, kedisi vardı bir kere. sevgisini paylaşan bir adamdı belli ki. hani şu sokakta yürürken durup yanından geçen köpeği seven insanlar gibi. kedilerle konuşan. onların da bir hayatı olduğunu bilen, buna saygı gösteren. düşünsene, hayatımda başka hayatlara saygı duyan bir adam vardı. 

etrafımda duvarlar örülü olduğunu söylerlerdi hep. her zaman bir mesafe ile karşılardım gelenleri. karşılarında soğuk, karşılarında duygusuz ve karşılarında gerçekçi olarak durduğum insanlar oldu. bir de bunları kabul edip o duvarları geçen, o duvarları boyayan ve o duvarları aşan insanlar. sevebiliyordum belli ki. herkesi değil belki. sonra bir sabah, etrafında yeşilin her tonunun yükseldiği masmavi bir göl kenarında kurulmuş bir çadırda uyandım. öyle hissettim yani. kahve içip, bir sigara yapıp yürüyüşe çıktık. otların arasına saklanmış taşlara ayağı takıldı ara sıra. güldüm. onunlayken çok ve içten güldüm. duvardan dökülen taşlardı takıldıkları belli ki. takıldıkça güldük, geçti. ne de olsa hiçbir şey kusursuz değildi ve öyle olması da gerekmezdi. olduğumuz gibi sevdik birbirimizi.

hayat kıymetliydi. kıymet verdik birbirimize ve hayat verdik elimizden geldiğince. saksılarca çiçek taşıdık terasa. bir yapı marketin havalandırmasına teslim edilmiş veya ramazandolayısıylakapalı bir kebapçının kaldırımına terk edilmiş çiçekler taşıdık kucağımızdan terasa. biz ne kadar yer kaplıyorsak onlar için de yer vardı orada. yaprakların yeniden canlanmasını ve çiçeklerin defalarca filizlenmesini izledik. böceklenseler de ilaç kullanamazdık. kediler vardı. tek tek temizledik yaprakları böceklerden. hayat kıymetliydi, bunu es geçemezdik.

biz ne kadar değer versek ve saygı göstersek de yine de hep bir yerimiz yaralı dönüyorduk eve. en çok da ruhumuz ve kalbimiz. ev, sığınaktı. tüm ölümlerden, yalanlardan, çirkinliklerden uzak bir evde değerlerimizi ve özsaygımızı saklıyorduk. çünkü öyle bir ülkeydi ki yaşadığımız gözümüzü her kırpışımız çığlık, adımımızı her atışımız bataklıktı. ve öyle bir işti ki çalıştığımız yazdığımız her metin yalan, yaptığımız her tasarım gerçek dışıydı. tüm bunların farkındaydık. farkındalık uykunun en hafif anıydı ve biz uyanmayı tercih ettik. hayat seçimlerden ibaretti ve biz göl kenarındaki o çadırda uyanmayı seçtik. gerçek bir şeydi aradığımız. bulduk.

ardı açıktı. sonrası aydınlık. 

27.6.15

sırlarını kendine saklayan yer: sundance.*


evet, yaz bir türlü gelmedi. kapalı, açık, kapalı. hava bir türlü ısınmadı. rötar yapan uçak gibi; çıkacağını bildiğin ve fakat sürekli ertelenen bir yolculuk. hava parçalı bulutlu. şehir her zamankinden daha sıkıcı, daha bunaltıcı ve daha daraltıcı. kaçmanın bir yolu olmalı. güneşi yakalamanın, doğaya dokunmanın, yıldızlara uzanmanın en kestirme ve en ferahlatıcı yolu; iki kişilik uçak bileti.

güney, yazı ilk selamlayan yer; bunu biliyoruz. güneş ısıtsın istiyoruz, yine de gölgesi serin olsun. sakinlik istiyoruz. çıt çıkmasın. kalabalık olmasın. korna değil horoz sesine uyanalım. deniz çok tuzlu olmasın, diyoruz. biraz da serin olsun. belki biraz esinti. yaprakların sesi. gün batarken bile birkaç yıldız belirsin istiyoruz gökyüzünde. fayans olmasın. pimapen de. şehir hayatına dair olan her şeyden uzaklaşmak istiyoruz. öyle bir uzaklaşmak ki hatta, “geri dönmeyelim.”

akdeniz, ege’den çok farklı. ufukta görülen tek şey, sonsuz geçişlilikte bir mavilik. kesitsiz ve kesintisiz. nadir kaya parçaları ile bölünüyor derinlik. arkası dağlar. göğü yaran, bulutları parçalayan, çam ve söğüt kaplı. ege, yerdeniz ise akdeniz mushi-shi. büyüyle değil sırlarla örülü bir coğrafya. 


antalya. biraz daha yaklaş; kemer. iki, bilemedin üç koy sonrası tekirova. gidilecek yer phaselis’in karşı kıyısı. sundance camp. yılın her ayı ve her günü açık olan, festivallere ve yoga workshop’larına da ev sahipliği yapan bir saklı köşe. ormanın içinde saklanan bir yer. 1987’den beri doğaya dokunmadan onu yaşanır hale getirmiş olmak önünde saygıyla eğilinecek bir tavır. takdir-e şayan bir tercih. teşekkürler.


bir sırt çantası kadar eşyamız var. yeteri kadar. havlu, mayo, güneş kremi, birkaç tişört, şort, parmakarası terlik ve kitap. yapılacaksa çok az şey. yeteri kadar. horoz sesi ve tavuk ‘çipçip’i ile uyanılan sabaha taze bir kahve ve kahvaltı; ormanın içinden, iki adım genişliğinde ezilmiş otların arasından yürünerek gidilen deniz kenarındaki salıncak; karışan dere ile sıcaklığı ve tuzu kırılan deniz; esintiye karışan rehaveti kıracak kadar peynirli gözleme ve bira veya balığın ve roka salatasının yanına rakı; mutfakta o gün hazırlanan zeytinyağlıların yanına akşam yemeği; kalan şarabı içmek için uzanılan hamak; cırcır böceklerinin sesiyle belirmeye başlayan yıldızlar; odadan alınan battaniyeyle sarılınıp uyunan bir gece. yine gündüz sonra yine gece. yine deniz sonra yine dağlar. yine güneş sonra yine yıldızlar.



öyle bir yer ki; sanki bir kişi daha bilse büyüsü bozulacak ve fakat anlatılmazsa sonsuza kadar unutulacak bir masal gibi. 


*bu yazı 27.06.2015 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

10.6.15

distopyalar da güzeldir: everything everything.*


bu sene 13-14 haziran’da life park’ta gerçekleştirilecek one love festival’in ilk gününde, 21:00’dan öncestage’de boy gösterecek olan everything everything adına gitarda-klavyede-geri vokalde alex robertshaw konuştu.

*

everything everything nasıl doğdu? manchester’in bu doğuştaki etkisi/yansıması ne oldu?

grup 2007`de manchaster`da kuruldu ve hala da buradayız. buradaki müzik ortamı her zaman güçlü olmuştur ve içinden cesur gruplar çıkarmıştır. bizim için de, yaşamak ve çalışmak için mükemmel bir yer.

insanların dijital anlamdaki aşırı yüklemelerinin dünyayı yok saymalarının ne gibi sonuçları olacağını düşünüyorsunuz? manchester’da bu anlamda işler nasıl gidiyor?

neredeyse bütün grupların internetten dinlendiği bir zamanda yaşıyoruz, bu aşırı gürültülü ve inanılmaz kafa karıştırıcı bir hal alabiliyor. demek istediğim, manchaster her zaman kuvvetli bir `kulaktan kulağa yayılan` bir müzik kitlesine sahip oldu ve biz bunun bir parçası olduğumuz için kendimizi şanslı hissediyoruz. bu yüzden, müzik yapmaya başladığımız ilk günden beri bu kargaşanın dışında kalmaya çalıştık.

çizdiğiniz karanlık geleceğe istanbul da dahil mi? 

distopik bir gelecek öngörmüyoruz, sadece etrafımızdaki dünya hakında endişeliyiz. gelecek, muhtemelen, şimdikinden çok da farklı olmayacak.

şarkı sözlerinizi anlamlandırırken bazı katmanları aşmak gerekiyor -ki bu iyi bir şey. doğrudan anlatımdan kaçınmanızın sebebi ne?

bu, jonathan yazarken kendiliğinden olan bir şey. hiçbir zaman çok bariz konular hakkında çalıp söylemek bizim için de çok etkileyici olmadı.

daha önce istanbul’da bulunmuştunuz. şimdi sizi tekrar izleme şansı bulacağız. yolculuklarınızda yanınızdan ayırmadıklarınız neler?

güneş kremi, kulak tıkacı ve iyi bir kitap.

sahnedeyken ne giymekten hoşlanıyorsunuz?

sahne kıyafetlerimiz, çok da iyi bir arkadaşımız olan tasarımcı william green tarafından hazırlanıyor. bu performansımızda da aklınızı başınızdan almak için sabırsızlanıyoruz.

günlük hayatınızda ‘asla giymem’ dediğiniz şey nedir?

sahnede giydiklerimizi normal hayatta giymeyiz. eğer sokaktan o şekilde geçersek `perfume` filminin kapanış sahnesine benzer bir an yaşanabilir.



*bu yazı 10.06.2015 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

1.6.15

night passage.


yanımda uyurken sen, bulutları topluyorum başının üzerinden. ve gözlerini açtığında, kendimi görüyorum yeşilinde. 

denize yolculuk yapsak seninle. günün en karanlık saatinde yıldızlara baksak ve o an tüm kötülüklere karşı koyabileceğime inansam. kokuna sarılıp uyusam sonra.

yazın geldiğini böyle anlasam. kış geçti, ne oldu anlamadık. baharsa hala serin. oysa yaz öyle değil. saçındaki güneşin sarısı, yaz. ve sessiz nefes alıp verişin boynumda.

ne büyük huzur. ne derin bir uyku. saklanması en güzel kuytu.

21.5.15

alexander mcqueen: savage beauty ve londra’dan geriye kalanlar.*


uzun zamandır yola çıkmadım. neredeyse bir senedir uzun bir yolda bulmadım kendimi. uzun zamandır yazmıyorum da. harfleri parçalarına ayırıp renklere döküyorum ne zamandır. boya kalemlerine tercih ediyorum kelimeleri.

bu sefer tek başıma çıktım yola. londra’ya. çok kez seyahat ettim tek başıma, ancak bu seferki başka. öyle ki ne giderken ne de dönerken -uçakta bile- yanımda kimse yoktu. en azından fiziksel olarak. zihin zaten kalabalık. kalpte de oturan biri var artık.

istikamet londra. boya kalemlerimi de aldım yanıma, kelimelerimi de. görülmek istenen çok yer olsa da gidilmek istenen tek şey var; alexander mcqueen: savage beauty sergisi. onun sırası gelecek ancak önce söylemek istediğim birkaç şey var…


ilk konu nefes almak noktasında. evet, nefes almak. gerçek anlamıyla, oksijen alıp karbondioksit vermek; mecaz anlamıyla, rahatlamak. diyeceğim o ki, doğaya dokunmak. fiziksel ve ruhsal olarak doğadan beslenmek. sabah uyanıp odanın penceresini açtığında içeri dolan serinliğin arasından gelen yaprak hışırtılarıyla parka bakmak. gergin ve yorgun geçen bir günün ardından yiyeceğini-içeceğini alıp parka oturmak. akşam koşmak için parka çıkmak. hafta sonu arkadaşlarınla parkta buluşmak. hayatının bir parçasını parkta yaşamak. öz cümle, parkla yaşamak. toprağın havaya dokunmasına izin vermek. o temasta kendine bir yer bulmak; o yere oturup vakit geçirmek. evet, politik bir şeyden bahsediyorum. bir uçtan diğerine yürüme mesafesi beş dakika bile sürmeyen bir park için yitirilenlerden sonra, tamamı yürünerek kat edilmeye kalksa yolda yaşlanılabilecek bir parkta olmak insanın canını sıkıyor, inan bana.

paris ve amsterdam’dan sonra londra da çeşmesinden su içilen şehirler arasında. bu, konu ‘insan’ olduğunda nerede durulduğunu da gösteriyor. evet, yine politik bir şeyden bahsediyorum. son derece insani bir durumdan söz ediyorum. çeşmeden su içmek. nokta.

diğer mevzular da bununla paralel düzlemlerde seyrediyor bir noktada. konu ulaşım veya erişim olduğunda, basit matematik seviyesinde çözülebilecek bir ağ var. her yere ulaşılabiliyor ve her yerde ücretsiz internete girilebiliyor. basit. ve insani. bu yüzeyden bir değerlendirme gibi görülebilir; yine de su çok da derin değil.

insanlarsa soğuk ve donuk sıfatlarının altında aslında oldukça güleryüzlü, yardımsever, her an sohbet etmeye hazır ve ayak üstü sohbetin ardından hayatlarına devam eden bir tavırda. ejderhalar gibiler. kendilerine yakıştırılan tüm o olumsuz karakterleri biliyor ve fakat ilgilenmiyorlar. sadece yakınlarına gidince gerçekte nasıl oldukları görülebiliyor. umursamazlıkları uzakta olanları aksi için inandırmak konusunda. hayatlarına devam ediyorlar. 


gelelim londralı ‘o’ insana; alexander mcqueen. lee. lee, diyorum; çünkü ona karşı olan bağlılığım adıyla süregelen markasının ötesinde. nedenini bilmiyorum. belki londra’dan. belki londra’nın karanlık tarafından. belki o tarafla kurduğu romantik bağdan. belki bu bağı ördüğü iplerin -ve hatta kendi saçlarının- sağlamlığından.

sergi victoria&albert museum’da. south kensington metro durağından bir alt geçitle de içine çıkılabiliyor. rodin heykelleri ile çevrelenmiş bir koridor boyunca yürüdükten sonra sıraya giriliyor. saati gelen grup içeri alınıyor. patlayan flaşlarla yarı aydınlanan bir odada başlıyor yolculuk. kısa hikayesini okurken, lee’nin arkadan ‘this is london/this is where i came from’ dediğini duyuyorsun. tüm karanlığı, tüm asaleti, tüm zarafeti, tüm seksiliği ve tüm isyankarlığı ile londra; kumaşlara dokunmuş, vücutlara oturtulmuş, yüzlere maskelenmiş; kesilmiş, biçilmiş, dikilmiş, parçalanmış.

lee’nin asıl ustalığı, terziliği. vücut formuna bakışı, bu bakışı tasarımlarına ve özellikle pantolonlara yansıtışı. öyle ki, bir kadının en seksi yeri kuyruk sokumudur, diyerek düşük beli yeniden okuyup yeniden yaratıyor. “21. yüzyıl tasarımcılığı benimle başladı,” diyecek kadar cesur. ve haklı da.


sergi sezonlara; sezonlar bölümlere; bölümler konseptlere; konseptler hikayelere; hikayeler dekora ve müziğe dönüşüp seni içine alıyor. göz açıp kapayana kadar kendini o tasarımın içinde, tam da o hikayenin kahramanı olarak buluyorsun. lee’nin zihnindeki odalarda geziyorsun. o dönemde nelerden etkilendiğini, aklını nelerin meşgul ettiğini, içinde biriken şeyleri nasıl dışa vurduğunu görüyorsun. tartanlara sarınıp, boncuklara dolanıp, tüylerle kaplanıp geçiyorsun bir odadan diğerine. zihnin en karanlık köşelerinden en aydınlık deliklerine. mümkün olduğunu hayal bile edemeyeceğin bir yolculuk. 

karanlıkta başlayıp aydınlığını bir yıldız çarpışması anındaki ışık çakışında bulan; dağılan parçalarının yeniden ve bu kez sonsuza kadar karanlığa gömüldüğü bir adamın yalnız başına yaptığı yolculuk.

*

londra’da geçirdiğim dört günde çok yürüdüm. sokaklar, metrolar, köprüler geçtim. parkta güneşlendiğim günün akşamında yağmura yakalandım. insanlarla konuştum. şehri duymak için kulaklıkla müzik dinlemedim. ‘ingiliz’ denen her şeyin tadına baktım. binaların kiremitlerine, duvarların kabartmalarına dokundum. hepsi aklımda; old spatialfields’ta vintage matbaa harfleri satan adamla ettiğim sohbet, barda çalan şarkı, fins&trotters’ın fish&chips’i, national history museum’un kiremitlerindeki kertenkele kabartmaları… 


unutmamak için anlatmak, sindirmek için zaman gerekiyor.


ve asıl yolculuk eve dönerken başlıyor.


*bu yazı 20.05.2015 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

22.2.15

mind|things.


geceler ve gündüzler birbirini kovalıyor. zaman geçiyor. bir bakıyorsun, alarm çalıyor. yetişecek bir yerin yok. var mı? beklediğin, özlediğin, biriktirdiğin biri var mı içinde? içeriden sesler geliyor. birileri uyanmış içinde. akşamdan kalan defterleri karıştırıyor. bir sayfa açıp bırakıyor önüne. sen kahveni hazırlarken hafızan tazeleniyor. geçmiş peşini bırakmıyor. her gün eski-yeni bir yükle devroluyor. sonrası için kaçmaktan başka çare kalmıyor.

tavan yakınlaşıyor. duvarlar uzuyor. kapılar küçülüyor. içinden geçemiyorsun. çıkamıyorsun içinden odaların. penceler sıkışıyor. nefessiz kalıyorsun. nefesin kesiliyor bu ülkede. kalbine iğneler batıyor. insanlar ölüyor. nefes almak istemiyorsun. ciğerlerin sönüyor. bitsin istiyorsun. dev bir kadife perde kapansın istiyorsun her şeyin üzerine. emdiği kanla rengi bordoya dönüyor. yarı aralıktan irin sızıyor.

kar yağıyor. yer gök beyaz. kar hayattan ve gözlerden çalıyor. hayat duruyor. iğneler batıyor gözlere. hava griden maviye döndükçe asıl yüzü ortaya çıkıyor gerçeklerin. izler kahverengiye çalıyor. sokakları çöp basıyor. bu şehirde her şey çamura bulanıyor. bir takım hayal’et’ler gerçekleri kovalıyor. parmak uçları uyuşuyor. paçalardan kasvet akıyor. 

bitmiyor kavga. gündüz güneşe parmak sallayanlar, gece yıldızları söküp alıyorlar asılı oldukları yerden. mutluyum, demeye dilin varmıyor. utanıyorsun attığın kahkahadan. keyfine yerine getirecek her umut parçasını siyah bir poşete koyup apartman boşluğundan bırakıyorlar. bomba atılmış gibi bir ses yankılanıyor evin tüm odalarına. içindeki odaların kapıları bir bir kapanıyor üzerine. mutsuzluk bir salgın hastalık gibi hızla yayılıyor nefesten nefese. kalpten kalbe kötülük sızıyor.

dağıtıyorlar. yağmalıyorlar. talan ediyorlar. yok ediyorlar. hayatlara kast ediyorlar. sadece kendilerini seviyorlar. sadece. kendilerini oturttukları sandalyede ayakları yer değmiyor. havada asılı bacakları sallamanın çocuksuluğuna kapılıp daha çok ve daha vahşi sallıyorlar. sağa sola çarpıyor kontrolsüz uzuvları. umursamıyorlar. hırçınlaştıkça çirkinleşiyorlar. aynalar kabul etmiyor yüzlerini. ünlemlerin hiçbiri noktaların yerini tutmuyor.

dursun istiyorsun. herkes ve her şey. tam şu an, bir anda dursun. dursunlar ve bir düşünsünler. çünkü’ler ipe dizilip ama’larla bağlanıyor. kimse, neden’in cevabını vermiyor. sorulara değil, kendi cevaplarına açıklamalar getiriyorlar. sonu gelmeyen cümleler kuruluyor. devrik hayatlar sunuluyor tepside. kararan bir gümüş asla eskisi gibi parlamıyor. aynalar hep aksini gösteriyor. kimse gerçek yüzüyle yüzleşmiyor.

sevmek her zamankinden daha zor heceleniyor. cümle içinde kullanılan kelimelerin içi boşaltılıyor. boşalan saksılar iç içe konup bir sonraki bahara kadar balkonun köşesine terk ediliyor. çürümüş yapraklardan ve ezilmiş izmaritlerden bir dünya yetişiyor içlerinde bir sonraki baharda. mevsim normallerini tutturamayan havalarda kalpler sıkışıyor, mideler ekşiyor. kelimeler yerini hava kabarcıklarına bırakıyor. ağızdan çıktığı an dağılıyor. geride hiçbir anı, acı, yara ve his bırakmıyor.

kararlar alınıyor. kararlar veriliyor. oy çokluğu ile çekimser kalınıyor. dirsekler göğüs kafesinden kırılıyor. kimse doğruyu söylemiyor. soğuk su girilince alışılan bir şey değil, neden herkes yalan söylüyor? istenmeyen şeylerin yapılması karşılığında hayat hep bir rüşvet sunuyor. eğreti hayatlar sonunda eksik değil, aksak kalıyor. rüzgar ters değil, sert bir hareket yapıyor. hayat damarlarından geçen bütün kemikler kırılıyor.

sigara üzerine sigara yakılıyor anlamak için. her şey anlamda başlayıp anlamda bitiyor. kuruyan boğazlar ve kanayan dudaklar kalıyor geceden geriye. yine gündüz oluyor. gün aydınlandıkça çirkinlik filizleniyor asfaltta ve betonda. renkler, bedenler arasında çarpışarak yankılanan duygulardan besleniyor. güzel şeylerin süpürüldüğü duvar diplerinde çiçekler yetişiyor. saçaklardan damlayan sularla beslenirken, araba tekerleklerinin sıçrattığı sudan kaçanlarca eziliyor umut. hayaller başka bahara dikilmek üzere balkona bırakılıyor.

hayat oluyor.

10.2.15

unutmamak ile hatırlamak aynı şey midir?*


hafızasıdır kadar insan. ve topyekun bir hafıza kadardır geçmiş. geleceği işleyen her bugün, geçmişten gelenlerin ve getirilenlerin üst üste birikmesidir. gelenler eksilir, getirilenler devrilir. ortaya çarpık, eksik ve tamamlanmamış bir devir çıkar. yaşananlar hayat olur, devredilir. bilinç, duyguları da yanına alarak örer hafızayı. peki hafıza dediğin nedir? unutmamak mı insanı insan yapar, hatırlamak mı?

bir fotoğraf, bir şarkı, bir tat, bir ses, bir koku -evet, en çok da koku- diriltir hafızayı. peki hafıza dirilirken ilk günkü gibi midir? o ilk anki gibi mi belirir fotoğraf karesi gözün önünde, çalınır şarkı kulaklara, gelir lezzeti yediğinin? o ilk anki gibi mi özler insan unutmamak istediğini?

peki ya çocukken? her şey tamken ve eksilmemişken. her şey en saf ve bozulmamış, yağmalanmamış halindeyken? hafıza en temiz ve naif dinginliği ve derinliğindeyken? her şeyi yapmak mümkünken?

turuncu kanat çırpışlarıyla özgürlüğü çağıran kelebekleri meclis arşivine sokmak gibi. üzeri kan lekeli bir parkadan kendine ev yapmak gibi. ölenleri ve geride kalanları sonsuzluğa sessizlikleri ile kavuşturacak kuğuları parktan kaçırmak gibi.

koşmak, çamura çıkmış ayakkabı izininin içinde kendi ayak izini görmek, eşyalarla konuşmak, okul defterinin kenarına kedi merdiveni çizmek, cebinde ipler biriktirmek gibi. hayal dünyanı gerçeklere bağlayıp uçmak gibi.

çok şey konuşup, çok şey susup yine de kırılmış bir kanadın hissi ile kahramanlıkta buluşmak gibi. 

ayşe ve ali gibi.


devir, ece temelkuran’ın yeni romanı. hem 12 eylül’ün ayak seslerinin evlerin kapılarını ve pencerelerini zorlayıp içeri sızdığı bir devri anlatıyor, hem de o günden bugüne devredilen halleri. ruhları ve bedenleri.

başkalarının sırları ile büyüyen sekiz yaşında iki çocuğun gözünden ve o gözlerin en saf mesafesinden örülüyor kelime kelime. çünkü kelimeler örüyor aslında hafızayı. ve biz ne kadar hatırlıyoruz desek de, kelimelerle ve kelimelerde unutuyoruz geçmişi.

ve her ne kadar inanıyoruz desek de yalan söylüyoruz, öncelikle kendimize. soruyoruz; bu ülke niye böyle, insanlar niye böyle, niye hep böyle her şey? nasıl olup da delirmiyoruz?

çünkü büyüdükçe kelimelerimizi, şiirlerimizi, hayallerimizi, hayatlarımızı ve gerçeklerimizi unutuyoruz. hayatta kalmak için, ince ince örüyoruz bugünümüzü. geçmişi getirirken deviriyoruz. hatırlıyoruz, desek de yalan söylüyoruz.

aynaya bakıp susuyoruz; neleri biliyoruz, neleri bilmemiz istenmiyor, bizden ne saklanıyor? biz, bizden sonrakilere ne devredeceğiz? hafızamız bizi yolun hangi durağında indirir? biz yola nasıl devam ederiz? 

çünkü devam etmeliyiz. anlatacak hikayelerimiz, geçmişten getirdiklerimiz ve geleceğe devredeceklerimiz var. unuttuklarımız ve hatırladıklamadıklarımız, unutturmak istediklerimiz ve hatırlamak istemediklerimiz var.

oysa gerçek, iki çocuk arasındaki doğrudur.

ve hayat boyunca gidilebilecek en saf ve temiz mesafedir.


*bu yazı 10.02.2015 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

1.2.15

sare.


paralel düzlemlerde ilerlese de hayat bizi aynı yerde kesiştirdi; başkalarının boşluğunu doldurmakla yormayalım kendimizi, boşver, iyiyiz böyle.

*

öncesi silik, ama en net olan anı rakı masasında başladı. önce farklı uçlarda oturulan, sonra karşı karşıya buluşulan; kadehlerin elde taksiye binildiği, kadehlerin yolda kırıldığı, kadehlerin bakışlarda tokuşturulduğu masalardan geçtik. genç değildik; birbirimize geç geldik. giden birinin ardından birbirimize emanettik. 

bir yerde rüzgar esse, karşı tarafta fırtınası çıkardı. hava karardı, hava açtı. dalga boyları boyumuzu aştı. yükler aldık, yükler bıraktık. boyumuz hep kısa kaldı. üzerimize en güzel elbiselerimizi geçirsek de saçlarımız hiç uzamadı. 

o gece de aynı rakıdan farklı yollara gitmek üzere kalktık. farklı kapılardan geçtik. birbirimizden habersiz aynı histe buluştuk. 

anlam’dı aradığımız. olanın bitenin, gidenin gelenin bir anlamı olmalıydı. boş yere toplamadık o ışık çubuklarını saçlarımızın arasında. ve boşuna yetiştirmedik apartman boşluğunda çiçeklerimizi.

gerçek’ti istediğimiz. denize bakıp hayaller kursak da hep bir gerçeklik payı vardı kelimelerimizde. o kelimelerle çözdük karşımıza geçenleri. karşı karşıya kaldığımız şeylerin sahteliğinden midemiz bulandı. 

inandığımız gerçek anlara ve anlamlara sarıldık. şimdiki zamanın boşluğunu kaldıramadığımız için geçmişi yaşattık içimizde. üzerine yorulmadan ve yormadan; saklayarak ve sakınarak.

sabah kahvesinde birbirimize sarılarak.

çünkü kendinize ördüğünüz duvarların arkasındaki boşluktan bir şey hissetmeniz imkansızdı. ve biz boşlukla sevişmekten hoşlanmazdık.

çünkü his değilse de biraz farklılık şarttı; ve siz olağanca sıradanlığınız ve sığlığınızla bize nefes alacak yer bırakmadınız.


çünkü ütopyalar güzeldi. biz de pencereyi açıp kendimizi denize bıraktık.

31.1.15

mogwai rakı masasında.*


bizde adettendir, nadiren kendimizi iyi hissettiğimizde ve çoğunlukla iç sıkıntısıyla otururuz rakı masasına. sahne meze tepsisiyle açılır. keyifli cümleler bu esnada dökülür dudaklardan. ilk iki dublede, iş konuşulur. müzik nispeten dipten gelir. ‘distortion’ ve efektler yoğunlaştığında hayatın çarpıklığına dayanır mevzu. çatallara siyaset bulaşır. kızarmış ekmekler soğur, bir sigara yakılır.

bagetlerin zillere en seri vurduğu vakitte yani konu aşka geldiğinde; yeni buz istenir, kadehler ilk kezmiş gibi doldurulur. keyifli anılar yerini acılara bırakır. zıtlığın dinamizmi baş gösterir. dudakların kenarına bir hüzün oturur. gözler masanın belli bir noktasına sabitlenir. müzik hiç olmadığı kadar dinginleşir. masaya bir ölüm sessizliği yerleşir.

boğazlar temizlenir neden sonra. mevzu derinleşir. konunun konuyu açmayı bıraktığı noktada kadehler ölümde birleşir. yaşanan hayatlar sorgulanırken bir şeyler hep eksik bırakılır. sürekli kendimizi tamamlamak, mükemmel’e erişmek için verilen mücadele içinde bir şeyler es geçilir. 

işte rakı masasında mevzu hep, dönüp dolaşıp, ölüme gelir. hikayenin sonuna. kabullenmek yerine reddettiğimiz gerçekliğe. ölümün de hayatın bir parçası olduğu gerçeğine.


sizin tek tek şarkılarınızın ve kendi içinde albümlerinizin akışı da rakı masasına oturmak gibi. iç sıkıntısının, yağmurlu havanın, aşk acısının ve ölümün altını çizmek gibi. belki rakı değil; ama bu akışın kaynağı nedir?

“bizim müzik yapma şeklimiz bir masa etrafında oturup karşılıklı konuşmaktan ziyade çok daha içgüdüsel bir süreçten geçiyor. doğrusunu isterseniz belli başlı ve bizim için hayati önem taşıyan birkaç müzikal teknik dışında müzik yaparken bunun hakkında hiç konuşmuyoruz. insanların müziğimiz konusunda ne hissetmesini istediğimizi bir kere bile konuşmuş değiliz. onun yerine var olan parçalara eklenebilecek, çaldığımızda ve dinlediğimizde keyif alacağımız bir şeyler yaparken birbirimizin kararlarına güveniyoruz. son derece basit bir istek.”

1999 kayıtlı albümünüzün ismi, come on die young`dı. soundtrack albümüne isminizi yazdırdığınız the fountain (2006), yaşam ve ölüm arasındaki döngüyü sorgulatan ve sonsuzluğu ölümü kabullenip korkmadığımız zaman var eden bir filmdi. siz bu döngünün neresinde duruyorsunuz? erken ölmek, sonsuza kadar yaşamak demek olabilir mi?

“o aslında sadece bir başlık. öylesine söylenmiş bir şaka gibi. biz parçalarımıza olduğundan daha fazla bir anlam ya da negatif mesaj yüklemiyoruz. başlıklar sadece kataloglama yapmak için üretiliyor aslında. dinleyicilerin müziği kendileri yorumlaması çok daha ilginç oluyor.”

sözler olmadan da çok şey anlatıyorsunuz aslında. belki de post-rock’ın büyüsü bu. yine de her nota bastığında içimizden kelimeler mırıldanabiliyoruz. siz şarkıları yaratırken, çoğu sadece müzikten oluşsa bile, içinizden konuşuyor musunuz? konuşuyorsanız, neler dökülüyor oradan?

“sanırım beste yaparken size ilham verecek ve kulağa iyi gelen bir takım düşüncelerin ya da fikir dizisinin geçiyor olması, belli bir müziğin çalması söz konusu. hiçbir zaman belli bir hikaye olmuyor, en azından benim için ve grubun geri kalanı için de bu geçerli sanırım. şarkılarda dinleyenlerin kendi hikayelerini yazmalarını istiyoruz.” 


diskografinizin son kadehi, 2014 çıkışlı rave tapes. yıllara meydan okuyan incelikte ve dahilikte. bunu masadan hesabı ödeyip kalkma vaktinin gelmesi gibi düşünebilir miyiz? tüm defterlerin açılıp, hikayedeki herkesin hakkının ‘tell everybody that i loved them’ diyerek teslim edildiği, hepsinin ziyadesiyle yerlerine yerleştirildiği bir olgunluk, belki de?

“biz hiçbir zaman içki gelmeye devam eden bir masayı terketmeyiz. her zaman en son biz kalkarız, polisi çağırmış olsalar bile.”

*

1995’te glasgow’un yağmuru altında kurulan mogwai, 13 şubat akşamı pozitif live desteği ile volkswagen arena’da yankılanacak yoğun melodileri ile zihinleri derinlemesine yüksek bir yolculuğa çıkaracak. 

ve umarım İstanbul’a geldiklerinde rakı masasına oturabilirler.


*bu yazı 31.01.2015 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

9.1.15

olmadı -galaksiye- kaçarız.*


her şey değil belki; ama dip akıntının dalga boyuna galip gelmesi, büyük ev ablukada adında bir grubun kafamızı daha çok karıştırmasıyla başladı. adını turgut uyar’ın bir şiirinden alan ve kendilerinin canavar banavar, afordisman salihins, balon suyla da dolar, bentek sizhepiniz, bariton, gelicem nerdesin, galvaniz gelbiraz ve baksen oyalama olduklarını iddia eden bu insanlar, kararlılık birimi olarak önümüze bir önceki gece masada unutulan keki sundu. taşları cebimize doldurup sağa sola, ‘ne var ne yok?’ naraları atmamızı; mutsuz olsak da keyfimizin yerinde olabileceğini salık verdi. çünkü karanlık hurda bir eşyaydı ve onu evin en güzel yerine yerleştirmiştik. ve günün sonunda, kendimizden daha iyi ve daha uzak bir başka biz bulamadık. 

takvimler maya’yı gösterdiğinde dünya’nın son konserini veren büyük ev ablukada’nın ardından yeni bir zaman birimi açıldı önümüzde. kelimelerin paralel evrenine geçtiğimiz bu zamanda, cümleler boyut değiştirdi. işler değişti, anlamların zemini kaydı. 



aslında vimeo üzerinden devam eden minimalist bir canlı müzik projesi olan yüzyüzeyken konuşuruz, huzuru satın alıp içimize yerleştirdi. denize kıyısı olmayan insanları biz de sevmezdik, kaan boşnak’tan duyunca ikna olduk. kadıköy’deki evdeki çayın altını da, ölmeyi de tartışmaya açık bıraktık. gidenlerin nasıl’ını hep merak ederken ertesi sabah sevgiliyi görememenin ölmekle eşdeğer olacağını mırıldandık bir yandan onun ateş etmesini beklerken. çok düşündük. çok üzüldük. çok özledik. çok yorgunduk ve ağrılar. kırıklarımız vardı. eziklerimiz ve çiziklerimiz. yine de susup kaldık. yine de ölmedik ve fakat yıprandık. çünkü biz, nerede bir yalnızlık görsek, sahibine ağır gelmesin diye, ucundan biraz alanlardık.

topladığımız tüm yalnızlıklardan bir galaksi kurduk kendimize. sorunlu gezegenler arasında yolculuk yaparken yorulunca son feci bisiklet’le tanıştık. ankara’da etrafına bakınca güzel şeyler gören insanlara kulak verdik ve sonra. aniden doğan güneşi ruhumuzla eş tutup kendi krallığımızın varoluşunda yokuş aşağı sürdük aynı ruhu. yazılmamış oyunu oynarken seyirciyi unutup, ortada sadece sahne ve biz kaldığında, nasıl yalnız olduğumuzu anladık. var oluşumuzun hezeyanını güneş sisteminin üzerine attık; yazın giydiğimiz bikiniye uzay taşlarını taktık, güneşten sıkılınca erkenden gece olduk. ışık çubuklarımızı saçlarımıza takıp geçmişimizi ve geleceğimizi ellerine teslim ettik.


paradokslara sarmalanmış kararsız ruh halimizin sırtını yok öyle kararlı şeyler’e yasladık sonra. şarkı çizip resim çalan adamlar, ‘sadece sonbaharda hüzünlenen adamlar’ olarak tanıştırdılar kendilerini. kendini fark etmeden gel, dediklerinde aslında kendimize zarar vermememiz gerekiyordu. ‘evet’ anlamında kafa salladık. bölünerek çoğalan insanların alarm sesleri arasında kendimizi duyamadık istanbul’un derinlerinde. yine ne kadar sövsek de, bir yandan hep kalmak istedik. umursamadan sevip ruhumuzu açtık. gölgelerde ve derin ormanlarda yürüdük. çünkü biliyorduk ki, bir sarılsalardı bütün güçleriyle, geçerdi bir günde.

onlar bizi çatıdan attıkça geri saydık; acaba kaç canım kalmış, diye. başını yiğitcan önal’ın çektiği bir can sıkıntısı oyununa daldık. dünden kalan yarım tostu yerken eskisinden bir farkı olmadığını anlayıp burun kıvırdık eski sevgiliye. yine de, yeni halimizi görsünler diye, kapıyı aralık bıraktık. toplu taşıma anonslarındaki kadınla bir sohbete daldık. her anımızda buz gibi olduğumuz için söylediklerini ince paltomuzun ceplerine doldurduk. her gün üzerine farklı renk kişilik giyenler hayatımızdan çıksınlar diye kutularına delikler açıp. halsizliğimizi boynumuza sarıp yine yollara verdik kendimizi.

başımız gökte yürürken halimden konan anlar’a takıldı ayağımız yine kadıköy’de. soluklanmak için önce kendimize bir çay söyledik. dışarıda çok ses var, içeride uzay. yaylılardan bir zaman aralığı. ‘tamam, olmasın be!’ dediğimiz noktada topyekün toplayıp denize attık en gerçek yalanları, batarken seyrettik. ne de olsa kökü bizdeydi. hayat, bizimdi. neresinden başlayacağımızı bilemediğimiz noktada başka bir kapı araladı bize tolga akdoğan. adamlar’la el sıkıştık. eski dostum tankla gelmiş, gibi hissettik. hayatlarımızın kaybeden, yanlış anlayan, oyunlara alınmayan, çemberin dışında kalan, dağılan ve kurgusal yaşayan tarafları ile barıştık.


yine de dağılmadı efkarımız. kadehimizi olması mümkün olmayan her şeye kaldırıp, seni görmem imkansız’la kırdık buzları. biz burada, kalbimiz yüz bin parça, damarlarında ölecek sevgiliyi beklerken yine var oluşumuzu sokaklara vurduk. ışıktan karanlığa vuranlara gülümseyip sırf ‘sen’ koktuğu için ruhumuzu yakmamacasına ‘sen’i bilmeyenlere karşı durduk. çöllere vurup kendimizi kum kokularını takip edip bulduk yolumuzu. kuma çakılı karanlık gezegenlerde uyandık ne sonra. tuğçe şenol ve gaye su akyol’un karşı karşıya oturup kendilerinden geçmesi ile kendimizi bulduk.

*

ve kadehlerimizi bir kez daha -son kez- doldurup çölün ateşinden çıkarak, ah, o uzayın yolunu tuttuk.


*bu yazı 09.01.2015 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.