31.1.15

mogwai rakı masasında.*


bizde adettendir, nadiren kendimizi iyi hissettiğimizde ve çoğunlukla iç sıkıntısıyla otururuz rakı masasına. sahne meze tepsisiyle açılır. keyifli cümleler bu esnada dökülür dudaklardan. ilk iki dublede, iş konuşulur. müzik nispeten dipten gelir. ‘distortion’ ve efektler yoğunlaştığında hayatın çarpıklığına dayanır mevzu. çatallara siyaset bulaşır. kızarmış ekmekler soğur, bir sigara yakılır.

bagetlerin zillere en seri vurduğu vakitte yani konu aşka geldiğinde; yeni buz istenir, kadehler ilk kezmiş gibi doldurulur. keyifli anılar yerini acılara bırakır. zıtlığın dinamizmi baş gösterir. dudakların kenarına bir hüzün oturur. gözler masanın belli bir noktasına sabitlenir. müzik hiç olmadığı kadar dinginleşir. masaya bir ölüm sessizliği yerleşir.

boğazlar temizlenir neden sonra. mevzu derinleşir. konunun konuyu açmayı bıraktığı noktada kadehler ölümde birleşir. yaşanan hayatlar sorgulanırken bir şeyler hep eksik bırakılır. sürekli kendimizi tamamlamak, mükemmel’e erişmek için verilen mücadele içinde bir şeyler es geçilir. 

işte rakı masasında mevzu hep, dönüp dolaşıp, ölüme gelir. hikayenin sonuna. kabullenmek yerine reddettiğimiz gerçekliğe. ölümün de hayatın bir parçası olduğu gerçeğine.


sizin tek tek şarkılarınızın ve kendi içinde albümlerinizin akışı da rakı masasına oturmak gibi. iç sıkıntısının, yağmurlu havanın, aşk acısının ve ölümün altını çizmek gibi. belki rakı değil; ama bu akışın kaynağı nedir?

“bizim müzik yapma şeklimiz bir masa etrafında oturup karşılıklı konuşmaktan ziyade çok daha içgüdüsel bir süreçten geçiyor. doğrusunu isterseniz belli başlı ve bizim için hayati önem taşıyan birkaç müzikal teknik dışında müzik yaparken bunun hakkında hiç konuşmuyoruz. insanların müziğimiz konusunda ne hissetmesini istediğimizi bir kere bile konuşmuş değiliz. onun yerine var olan parçalara eklenebilecek, çaldığımızda ve dinlediğimizde keyif alacağımız bir şeyler yaparken birbirimizin kararlarına güveniyoruz. son derece basit bir istek.”

1999 kayıtlı albümünüzün ismi, come on die young`dı. soundtrack albümüne isminizi yazdırdığınız the fountain (2006), yaşam ve ölüm arasındaki döngüyü sorgulatan ve sonsuzluğu ölümü kabullenip korkmadığımız zaman var eden bir filmdi. siz bu döngünün neresinde duruyorsunuz? erken ölmek, sonsuza kadar yaşamak demek olabilir mi?

“o aslında sadece bir başlık. öylesine söylenmiş bir şaka gibi. biz parçalarımıza olduğundan daha fazla bir anlam ya da negatif mesaj yüklemiyoruz. başlıklar sadece kataloglama yapmak için üretiliyor aslında. dinleyicilerin müziği kendileri yorumlaması çok daha ilginç oluyor.”

sözler olmadan da çok şey anlatıyorsunuz aslında. belki de post-rock’ın büyüsü bu. yine de her nota bastığında içimizden kelimeler mırıldanabiliyoruz. siz şarkıları yaratırken, çoğu sadece müzikten oluşsa bile, içinizden konuşuyor musunuz? konuşuyorsanız, neler dökülüyor oradan?

“sanırım beste yaparken size ilham verecek ve kulağa iyi gelen bir takım düşüncelerin ya da fikir dizisinin geçiyor olması, belli bir müziğin çalması söz konusu. hiçbir zaman belli bir hikaye olmuyor, en azından benim için ve grubun geri kalanı için de bu geçerli sanırım. şarkılarda dinleyenlerin kendi hikayelerini yazmalarını istiyoruz.” 


diskografinizin son kadehi, 2014 çıkışlı rave tapes. yıllara meydan okuyan incelikte ve dahilikte. bunu masadan hesabı ödeyip kalkma vaktinin gelmesi gibi düşünebilir miyiz? tüm defterlerin açılıp, hikayedeki herkesin hakkının ‘tell everybody that i loved them’ diyerek teslim edildiği, hepsinin ziyadesiyle yerlerine yerleştirildiği bir olgunluk, belki de?

“biz hiçbir zaman içki gelmeye devam eden bir masayı terketmeyiz. her zaman en son biz kalkarız, polisi çağırmış olsalar bile.”

*

1995’te glasgow’un yağmuru altında kurulan mogwai, 13 şubat akşamı pozitif live desteği ile volkswagen arena’da yankılanacak yoğun melodileri ile zihinleri derinlemesine yüksek bir yolculuğa çıkaracak. 

ve umarım İstanbul’a geldiklerinde rakı masasına oturabilirler.


*bu yazı 31.01.2015 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

9.1.15

olmadı -galaksiye- kaçarız.*


her şey değil belki; ama dip akıntının dalga boyuna galip gelmesi, büyük ev ablukada adında bir grubun kafamızı daha çok karıştırmasıyla başladı. adını turgut uyar’ın bir şiirinden alan ve kendilerinin canavar banavar, afordisman salihins, balon suyla da dolar, bentek sizhepiniz, bariton, gelicem nerdesin, galvaniz gelbiraz ve baksen oyalama olduklarını iddia eden bu insanlar, kararlılık birimi olarak önümüze bir önceki gece masada unutulan keki sundu. taşları cebimize doldurup sağa sola, ‘ne var ne yok?’ naraları atmamızı; mutsuz olsak da keyfimizin yerinde olabileceğini salık verdi. çünkü karanlık hurda bir eşyaydı ve onu evin en güzel yerine yerleştirmiştik. ve günün sonunda, kendimizden daha iyi ve daha uzak bir başka biz bulamadık. 

takvimler maya’yı gösterdiğinde dünya’nın son konserini veren büyük ev ablukada’nın ardından yeni bir zaman birimi açıldı önümüzde. kelimelerin paralel evrenine geçtiğimiz bu zamanda, cümleler boyut değiştirdi. işler değişti, anlamların zemini kaydı. 



aslında vimeo üzerinden devam eden minimalist bir canlı müzik projesi olan yüzyüzeyken konuşuruz, huzuru satın alıp içimize yerleştirdi. denize kıyısı olmayan insanları biz de sevmezdik, kaan boşnak’tan duyunca ikna olduk. kadıköy’deki evdeki çayın altını da, ölmeyi de tartışmaya açık bıraktık. gidenlerin nasıl’ını hep merak ederken ertesi sabah sevgiliyi görememenin ölmekle eşdeğer olacağını mırıldandık bir yandan onun ateş etmesini beklerken. çok düşündük. çok üzüldük. çok özledik. çok yorgunduk ve ağrılar. kırıklarımız vardı. eziklerimiz ve çiziklerimiz. yine de susup kaldık. yine de ölmedik ve fakat yıprandık. çünkü biz, nerede bir yalnızlık görsek, sahibine ağır gelmesin diye, ucundan biraz alanlardık.

topladığımız tüm yalnızlıklardan bir galaksi kurduk kendimize. sorunlu gezegenler arasında yolculuk yaparken yorulunca son feci bisiklet’le tanıştık. ankara’da etrafına bakınca güzel şeyler gören insanlara kulak verdik ve sonra. aniden doğan güneşi ruhumuzla eş tutup kendi krallığımızın varoluşunda yokuş aşağı sürdük aynı ruhu. yazılmamış oyunu oynarken seyirciyi unutup, ortada sadece sahne ve biz kaldığında, nasıl yalnız olduğumuzu anladık. var oluşumuzun hezeyanını güneş sisteminin üzerine attık; yazın giydiğimiz bikiniye uzay taşlarını taktık, güneşten sıkılınca erkenden gece olduk. ışık çubuklarımızı saçlarımıza takıp geçmişimizi ve geleceğimizi ellerine teslim ettik.


paradokslara sarmalanmış kararsız ruh halimizin sırtını yok öyle kararlı şeyler’e yasladık sonra. şarkı çizip resim çalan adamlar, ‘sadece sonbaharda hüzünlenen adamlar’ olarak tanıştırdılar kendilerini. kendini fark etmeden gel, dediklerinde aslında kendimize zarar vermememiz gerekiyordu. ‘evet’ anlamında kafa salladık. bölünerek çoğalan insanların alarm sesleri arasında kendimizi duyamadık istanbul’un derinlerinde. yine ne kadar sövsek de, bir yandan hep kalmak istedik. umursamadan sevip ruhumuzu açtık. gölgelerde ve derin ormanlarda yürüdük. çünkü biliyorduk ki, bir sarılsalardı bütün güçleriyle, geçerdi bir günde.

onlar bizi çatıdan attıkça geri saydık; acaba kaç canım kalmış, diye. başını yiğitcan önal’ın çektiği bir can sıkıntısı oyununa daldık. dünden kalan yarım tostu yerken eskisinden bir farkı olmadığını anlayıp burun kıvırdık eski sevgiliye. yine de, yeni halimizi görsünler diye, kapıyı aralık bıraktık. toplu taşıma anonslarındaki kadınla bir sohbete daldık. her anımızda buz gibi olduğumuz için söylediklerini ince paltomuzun ceplerine doldurduk. her gün üzerine farklı renk kişilik giyenler hayatımızdan çıksınlar diye kutularına delikler açıp. halsizliğimizi boynumuza sarıp yine yollara verdik kendimizi.

başımız gökte yürürken halimden konan anlar’a takıldı ayağımız yine kadıköy’de. soluklanmak için önce kendimize bir çay söyledik. dışarıda çok ses var, içeride uzay. yaylılardan bir zaman aralığı. ‘tamam, olmasın be!’ dediğimiz noktada topyekün toplayıp denize attık en gerçek yalanları, batarken seyrettik. ne de olsa kökü bizdeydi. hayat, bizimdi. neresinden başlayacağımızı bilemediğimiz noktada başka bir kapı araladı bize tolga akdoğan. adamlar’la el sıkıştık. eski dostum tankla gelmiş, gibi hissettik. hayatlarımızın kaybeden, yanlış anlayan, oyunlara alınmayan, çemberin dışında kalan, dağılan ve kurgusal yaşayan tarafları ile barıştık.


yine de dağılmadı efkarımız. kadehimizi olması mümkün olmayan her şeye kaldırıp, seni görmem imkansız’la kırdık buzları. biz burada, kalbimiz yüz bin parça, damarlarında ölecek sevgiliyi beklerken yine var oluşumuzu sokaklara vurduk. ışıktan karanlığa vuranlara gülümseyip sırf ‘sen’ koktuğu için ruhumuzu yakmamacasına ‘sen’i bilmeyenlere karşı durduk. çöllere vurup kendimizi kum kokularını takip edip bulduk yolumuzu. kuma çakılı karanlık gezegenlerde uyandık ne sonra. tuğçe şenol ve gaye su akyol’un karşı karşıya oturup kendilerinden geçmesi ile kendimizi bulduk.

*

ve kadehlerimizi bir kez daha -son kez- doldurup çölün ateşinden çıkarak, ah, o uzayın yolunu tuttuk.


*bu yazı 09.01.2015 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

7.1.15

05:53.


nereden baksan üç haftalık. en fazla beş. küçük. kuş kadar. iplik gibi kuyruğu titriyor. öyle bakımsız ki bütün tüyleri birbirine yapışmış. sokak alacası birbirine geçmiş yağmurdan. tüm bunlara rağmen bir tuhaflık var. bir şeyler fazla. ön ve arka patilerinden fazlası var. ön patilere yapışmış başka patiler. öyle yapışıklar ki ayırmaya çalışırken uçlarından değil fakat gövdesiyle buluştuğu yerden kopuyor. inceden kanıyor eklendiği yerler. bir anda da kurumaya başlıyor. öylesine ve ölesine korkuyorum ki kulak çubuğu arıyorum bir yerlerden. tükürüğümle ıslatıp temizliyorum kabuklarını. sarıp kurutuyorum battaniye gibi şalımın içinde. sarılıp iyileştiriyorum onu içimde. içimde iyileşiyorum.

*

ve sonra uyandım.

2.1.15

you can't take what i don't have.


sanal gerçek diye bir şey var. 
tüm gerçeklerin üzerinde. 
olmak istediğin bir gerçek. 
içinde nefes almak istediğin. 
sarınıp ısınmak ve daha çok inanmak istediğin bir gerçek. 
yaklaştıkça içinden geçen ışık çubuklarına dokunduğun. 
uzaklaştıkça üzerine vuran ışık çubuklarının içinde kaybolduğun.
tozun, toprağın ve çamurun içinden çıkıp renklere karıştığın bir gerçek.

içinde kendi gerçekliğinin farkına vardığın.

var gücünle içinden sıyrılmak istediğin bir gerçeklik.
adım attığın anda tüm kemiklerini kıran.
rüya görmeni engelleyen.
kirpiklerini parmak uçlarına döken bir gerçeklik.
acımasızca hislerini uyuşturup acı çekmene bile izin vermeyen.
ellerini bağlayıp aslının önüne geçen.
sen çıkmaya çalıştıkça daha çok içine çeken bir gerçeklik.
istemediğin ne varsa yaptıran.
olmak istediğini gördükten sonra bir daha içinde kaybolmayacağın.