31.8.12

unlike the rest of the world.


"but more than that, 
no unloving words were ever spoken, 
and everything was held up as another small piece of proof 
that it can be this way, 
it doesn't have to be that way; 
if there is no love in the world, 
we will make a new world, 
and we will give it heavy walls, 
and we will furnish it with soft red interiors, 
from the inside out, 
and give it a knocker that resonates like a diamond falling to a jeweler's felt so that we should never hear it. 
love me, 
because love doesn't exist, 
and i have tried everything that does."


30.8.12


"o olduğunu biliyordum. daha önce hiç kimseyi bu kadar sevmemiştim. zormuş. ama dayanabilirim. genellikle hayatının ileri dönemlerinde ruh eşinle tanışıldığını biliyorum. benim için kötü oldu. ben şimdi daha 25 yaşındayken tanıştım. konu seks bile değildi. seks umrumda değildi ki. asıl olay bu değildi. önemli olan sabahları birisiyle uyanmaktı. aynı yastığa baş koymaktı. önemli olan yastıktı. kötü adamlar geldiğinde onun orada olduğunu bilmek. mecazi anlamda tabi. kötü adamlar asla gelmez. rüzgar eserken karnının tok ve sevdiğinin yanında olması. nefesinin sıcaklığını omzunda hissetmek. işte bu kadar. yastık."

kill me now!


paradoks tatlıyla tuzluyu birlikte yediğimiz ve bundan zevk aldığımız an başladı. sonrasında hep ekmeğin üzerine sürdüğümüz reçelden bir ısırık alırken çatalın ucunda bir peyniri hazırda beklettik. fazla'nın tadını öldürmekte üstümüze yoktu. ne de olsa güzel olan her şey boka batardı. varsın, batsındı. biz ağzımızda kalan o ne olduğu asla tarif edilemeyecek tatla yaşamayı öğrendik. öğrendik, çünkü ölmeyi de beceremedik. hep bir parmak reçel çalındı dudağımızın kenarına, tadına varamadık. 

28.8.12

too old to just break free and run.


gecenin orta yerinde uyanıp da kolunu olduğu yerden hareket ettiremediğin anı düşün. -bu ilk kez başıma geldiğinde felç kaldığımı sanıp hızlı hızlı nefes alıp vermiştim. o sırada bir de kalp krizi geçirmiş olabilirim. her neyse.- sonra o hareketsizliği kırmak için kolunu yastığın altından diğer elinle çektiğini hayal et. kan gitmesi için beklediğini ve bir süre sonra bastıran karıncalanmayla daha çok rahatsız olduğunu ve bir süre de o uyuşukluğun geçmesi için soluklandığını. kısacası uykunun kaçtığını.

şimdi tüm bu denklemi al ve kolunun yerine kalbini koy.

olmadı mı? 

o halde bir de ruhunu dene.

şimdi sus ve rüzgarı dinle.

26.8.12

i will turn into a butterfly.


-bir rüya gördü.-

bira ve rakı kokularının arasından geçip taksiden iniyor. fonda belli belirsiz çalan müziğin the dears olduğunu fark edince gülümsüyor. saçları uçuşuyor rüzgarda. burnuna gelen deniz kokusundan boğaz'ın kenarında olduğunu anlıyor. istanbul'u seviyor, elini uzatsa denize ulaşabilir, biliyor. 
arada kesik parçalar halinde önce bir yerde içiyor, ardından kendini kadife sokak'ta buluyor. kesik kesik sahneler.
şimdiyse ada'nın önünde oturuyor. sanki bütün gece oradaymış gibi. oysa hava aydınlanmış. bir ara bacakları ıslanıyor. bir ara göğüs kafesi ısınıyor. gözünün önünden kelebekler geçiyor.
üzerinde uzun bir elbise var. yüzünü güneşe dönüp ayaklarını suya sokuyor. buz gibi denize inat dudakları yanıyor. konuşuyor sürekli. dinliyor. susuyor. eli ayağına dolanıyor heyecandan. saçlarını hasır şapkasının altından kurtarıp otobüse biniyor. yorgun olduğunu hissetse de bir şey var, başka bir şey. kelebekler. nemden kuşların evlerin yatak odalarında saklandığı bir şehirde şimdi. geceleri gündüze sarı çarşaflarla bağlanan. gündüzler bulanık, fazla üzerinde durmuyor.

-kolu uyuşmuş olmalı, birkaç kez kıpırdanıyor olduğu yerde. kaldığı yerden devam ediyor rüya.-

yatağında yattığını görüyor. başını çevirdiğinde sonsuzluğa o kadar yakın ki, öpmeden edemiyor. güvende olduğunu hissediyor. uzandığı gibi saklanacak bir yer buluyor kendine.
görüntü hareketleniyor. arnavut kaldırımlı kalabalık bir sokakta şimdi. rengarenk içkilerin içildiği, insanların sarhoş dans ettiği. kafasında nereden geldiğini bilmediği bir şapka. kemikli bir ele uzanıyor eli. uzun parmaklar. bileklerini kavrıyor. içi ısınıyor.
oysa huzursuz şimdi. bir eli kapıda. kapatıyor. izin ver, diyor.

-susuzluktan yutkunamayarak uyanıyor. eli telefona gidiyor. saate bakıyor: 20 gün. uyumaya devam ediyor. kaldığı yerden.-

çok rüzgarlı bir tepede şimdi. o kayalara ne zaman çıktığını hatırlamıyor. o kadar çok esiyor ki dikkatini bile toplayamıyor. sersem gibi.
yine kesik kesik sahneler. kalabalık bir bahçe. salonda hep aynı koltuk. arnavut kaldırımları ve renkli içkiler.
burayı hatırlıyor. daha önce de aynı masada görmüştü kendini. bu kez farklı hissediyor. ayağının altındaki yer sallanıyor gibi. attığı her adımda arkasındaki asfalt parçalanıyor. tutunmaya çalışıyor. dokundukça kelebeğin kanatlarındaki toz bulaşıyor eline. her bir hücresine yayıldığını hissediyor dokunun. çiller her yerini kaplıyor. kapı kapanıyor. gözü pencereye takılıyor. bir uçak havalanıyor. kelebek?

-nefesi kesilmiş bir şekilde açıyor gözlerini. uyandığında sòley çalıyor. duvara çakılı kalıyor bakışları. yanağındaki çillere dokunuyor. istanbul'u artık sevmiyor.-


s.

hayat hiçbir zaman kolay olmadı ve hep çirkindi. insanlar hep kötü. mutsuz. çünkü "güzel olan her şey boka batar"dı. kimse yaşadığı dramlardan tek parça çıkamadı. hep eksik. geçmiş hep peşinde. inanılan her değer tepetaklak. yine de inadına sevmek vardı. zorluğa ve kötülüğe inat. sevdik. çirkinliğe inat kötülükle savaştık. sonra bir uçak havalandı 2580 km.'ye. ne olduğunu anlamadık.

*

istanbul. 12 temmuz. bir kadın. bir adam. 26 ağustos. londra. 

zaman.

23.8.12

fires.



his hands are still shaken, by the touch of your hips.
his lips are still drunken, by the taste of your kiss.
untangle you hair, love. i can't see through these fires.
untangle my heart, love. i'll love you all night.



22.8.12

'cause i know that you feel me somehow.


geleceğe dair klişelerden demetler sunuyorsunuz ya bize,
biz her bir dalı inadımızla inadınıza kurutuyoruz.
söylediğiniz an boşlukta dağılıyor her sözünüz.
küçümsüyorsunuz belki
veya öyle görünmek niyetiniz.
bu siz değilsiniz belli ki.
yazılmış kitaplarınızla,
yazılmamış öykülerinizle,
yollanmamış yazılarınızla 
sizi içimizde taşıyoruz aslında. 
biz tanıdığımız kadarımıza güveniyoruz.
vazgeçmiyoruz.
ve siz de biliyorsunuz ki,
-ne kadar inkar etseniz de-
sizi içimizde taşıyacağız.
sizin bencilliğiniz gitmekse
bizimki de budur.
günün birinde dönecek olursanız
bizi nerede bulacağınızı bilmek de
sizin derinliğinizdir.



20.8.12

take me somewhere nice.


midem bulanıyor. 

ya nişan yemeklerinden ya da klimadan, diyorum. antalya bana hiçbir zaman iyi gelmiyor.

işlerimi toparlayıp dışarı fırlamam gerekirken salondaki koltuğa çakılıp kalıyorum.

kendime kızıyorum. niye, diyorum, bu kadar hassas ki miden.

kusarken ağlarım ben, yine aynı şey oluyor. bu sefer başladı mı durmuyor.

bir yandan üşüyorum.

üzerimdekiler çekiştirecek kadar uzun kıyafetler değil.

kalkıp karşı koltuktaki battaniyeye sarınıyorum.

telefona bakıyorum.

hazır ayaktayken bir kahve yapayım, diyorum. kahvenin bütün sorunları çözme gücüne inanıyorum.

buzdolabını açıyorum. canım yiyecek bir şey istemiyor ki, deyip kapatıyorum.

ışığı açıyorum.

yeni bir diziye başlamanın tam sırası.

yanlış zamanda yanlış yerde olmanın da tam sırası.

battaniyeyi sinek savar olarak kullanıp koltuğa yerleşiyorum.

bir şeyler yazmaya yeltensem de, yeter, diyorum, dizi izle ve kafanı dağıt.

kafamı dağıtamıyorum.

bir peçete daha bırakıyorum dolu kül tablasının yanına.

elim telefona gidiyor.

iki başarısız konuşma denemesinin ardından başa dönüyorum.

bu sefer oluyor.

dördüncü bölümü bitiriyorum.

kahve için tekrar mutfağa geçiyorum.

yine aynı şeyler.

beş.

altı.

ayakta uyuyorum ama uykum kaçık.

yedi.

gözlerimin ağrısına dayanamayıp yatağa gidiyorum.

antalya'ya giderken yanıma almayı unuttuğum defteri çıkartıp bir şeyler karalıyorum.

ışığı kapatıyorum.

sanki göğüs kafesimde bir fil oturuyor, öyle ağır. çok sigara içtim ondandır, diyorum.

telefon çalıyor.

konuşuyoruz.

bu kez yüz üstü yatmayı deniyorum.

beceremeyince kendime kızıyorum, ne diye zorluyorsun ki, diyorum.

koridor boyunca salona seyrediyorum.

her şey bıraktığım yerde. kaldığım yerden devam etmek çok da zor olmayacak, diyorum.

laptop hala sıcak, açıyorum.

insan sesi duymak istemediğimden mogwai'ye sarılıyorum.

midem bulanıyor. kahveden ve sigaradan, diye düşünüyorum. midemde başka ne kaldı ki.

yazmaya başlıyorum. ekranın ışığı yetiyor.

gecenin sessizliğinde, tık tık tık.

sivri sinek kokumu alıyor.

kulağımın etrafında vızıldadıkça saçlarımı karıştırıyorum.

elim telefona gidiyor. huzursuz etmek istemiyorum. bu saatte aranıp ne denir ki.

karanlıkta etrafıma bakınıyorum.

tek düğmeyle arkamda bırakıyorum bilgisayarı.

bir bardak su alıp yatağa dönüyorum.

yatak daha soğuk.

ağustosta üşüyorum.

örtüyü bacaklarıma doluyorum.

bu şehirde artık pikeyle ısınılmıyor, bunu anlıyorum. 


19.8.12

the difference in the shades.


- anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı?

bütün hata buradaydı belki de. küçükken bize sorulan bu soru yüzünden sevgiyi tamamen yanlış anladık. bir kere sevgiye derece vermemiz gerektiğini sandık. az sevgi neydi, daha çok nasıl sevilirdi? sevgi ölçülebilir miydi? peki ya anne ve baba arasında yapılması gereken tercihe ne demeliydi? zaten ikisini de sevmeliydik ya, geriye kalanlara ne olacaktı peki? peki ya sevemiyorsak, böyle bir şey dile getirilebilir miydi? bunu nereden bilebilirdik ki küçükken.

bazı şeylerin tanımı yoktur. herhangi bir kategoriye veya derecelendirmeye tabi tutulamazlar. zorla mı, asla. illa kan bağıyla mı, mümkün değil. sonsuza kadar mı, kim bilebilir.

hayata dair ezberlerimizi bozmaya başladığımızda anladık sevginin ne olduğunu. yine de anlatamadık.

susma hakkımızı kullanmaya başladığımızda anladık sevginin ne olduğunu. yine de konuşmaya çalıştık.

yoğunluktur sevgi. bir insana, bir hayvana, bir filme, bir şarkıya... karşı hissedilen yoğunluktur işte. sürekli dokunma, sarılma, öpme, ısırma hissi uyandıran; her seferinde ilk kez izliyormuş, o melodileri ilk kez duyuyormuş gibi heyecanlandıran bir şeydir. tek başına hiçbir anlam ifade etmez fakat. zira sevilen şey 'o olgu' değildir, her neyse, o şeydir. bütün kategorilerden, derecelerden, zorunluluktan, bağlardan, yaştan, renkten, cinsiyetten azade bir özgürlüktür.

ve sevgi, sessizliktir. sorgusuz sualsiz hissetmektedir. hissettikçe yaşamak ve yaşatmaktır. saksıda çiçek yetiştirmek gibidir aslında, bir şeye hayat vermektir yani. kendinin dışında bir hayatı canlandırmaktır.

*

yürürken gölgenize bakın, yanınızda kaç tane sevgi yaşattığınızı, içinizde kaç kişiyi taşıdığınızı daha iyi anlayacaksınız. sevdikçe gölgeniz de büyür çünkü.


13.8.12

everything moves in circles.


bizimkisi sakin sayılabilecek düzenli bir aileydi. akşam yemeklerin beraber yendiği, gündem üzerine yorumların yapıldığı, kalabalıkların çok uğramadığı türden bir hayat. benimkisi de sakin sayılabilecek durgun bir çocukluktu. okuldan gelince ödevlerin yapıldığı, boş zamanların okuyarak/yazarak/çizerek geçirildiği, kalabalıklara fazla karışmayan türden bir hayat. hal böyle olunca duyarlılığım arttı. içine girmek için can attığım hayat sayısı katlandıkça daha çabuk olgunlaştım. kayıtsız kalamadıkça insanlardan uzaklaştım. öğretileri bir bir reddettikçe hayattan soğudum. yine de kendime kaçacak bir yer bulamadım.

belki bir nefeste okunduğunda neden-sonuç ilişkisi kurulamayacak bu denklem, yaşandığı haliyle aslında az bile. 

bir düşün. her sabah evden çıkarak binlerce mutsuz insanın arasından geçip işine gidiyorsun. gencecik çocuklar adlarını bile bilmedikleri topraklarda ölüyor. erkekler kadınlara tecavüz ettikleri için özgür kalıyor. görevi gereği seni koruması gereken silahlar karnında dört delik açıyor. tepedekiler olan biteni şiddetle kınıyor. ve sen yatağına yattığın her gece aslında şans eseri nefes aldığını fark ediyorsun. 

gerçekten farkında mısın? yaşadığın hayat şiddetin ve şansın her gün kıyasıya mücadele ettiği bir savaş alanı aslında. bu 20 sene önce de böyleydi ve hiçbir din ve ideoloji buna bir açıklama getiremedi, getiremeyecek. çünkü insanın olduğu hiçbir yerde iyilik sonsuza kadar mutlu yaşayamayacak. sen çocuk doğurduğunda bu dünya daha güzel olmayacak. hatta o çocuk, hayatı tanıdığı her an daha da çirkinleşecek. kendisini başka hayatlar için ağlarken bulduğunda bu ülkeden gitmek isteyecek. sonuçta yine şiddet veya şanstan birisi galip gelecek.

  

you can't choose what stays and what fades away.


insan yalnız kaldığı zaman daha çok düşünüyor. ve daha çok özlüyor. ve daha çok. her seferinde bir iz kalıyor geriye. özledikçe o izlerin üzerinde parmaklarını gezdiriyor. kemiklerin yerini tutmuyor hiçbiri fakat. 

insan bazı izlerini saklamaya tenezzül bile etmiyor. onlar orada durdukça hep bir nefes hissediyor boynunda. bastırdıkça hatırlıyor. kendi kendine kazıttığı kiminin hikayesini sır gibi tutmayı seçerken kimileriyle de mutlu oluyor istemsiz. gülümsemek kalıyor geriye. 

insan gitmenin ne demek olduğunu, her an gerçekleşebileceğini gördüğünde idrak ediyor. ve daha sıkı sarılıyor. bu zaten dağılacağını bildiğin bir odayı toplamamak gibi. bu seferlik diyor, böyle olsun. 

insan bazen bir şeylerin değişeceğini çok önceden kestirebiliyor. bu sefer içinden bir ses öyle kendinden emin konuşuyor ki aynayla, baktıkça yüzü değişiyor. görebiliyor. gözleriyle çirkinleşmektense elleriyle çoğalıyor. 

insan çoğaldıkça söylenmeyecek şarkılar ve yazılmayacak mektuplar ve okunmayacak kitaplar biriktiriyor. kuşların ölmek için camları kırıp yatak odalarına saklandığı ülkelere kartlar atıyor. 

*

istanbul'da yağmur yağıyor. birinci tekil şahısın bilinmeyen bir yerdeki gelecek zaman hikayesi yazılırken benim ayaklarım üşüyor.

o kızarıklıklar sen kaşıdıkça yara oluyor.


12.8.12

i think it's all about timing.



brenda: i've missed you. through this.
nate: i missed you too. i mean, it's not like i don't know how much being with you changed me. how much it woke me up as a person. i wouldn't be who i am today if i never met you. i certainly wouldn't floss everyday, that's for sure.
brenda: you're keeping up with that?
nate: after every meal.
brenda: you changed me too.
nate: yeah? how so?
brenda: you're the first person i've lost for really costed me something. that's why i haven't been with anyone since.
nate: nobody?
brenda: it's too scaring, the thought of screwing it all up again.
nate: yeah, you'll find somebody.
brenda: that is so not the answer. you know what i think?
nate: about what?
brenda: i don't know. life.
nate: what?
brenda: i think it's all about timing. i think timing is everything.
nate: i think you might be right.

i think we'll be okay here.



mathilda: léon, i think i'm kinda falling in love with you. it's the first time for me, you know?
léon: how do you know it's love if you've never been in love before?
mathilda: 'cause i feel it.
léon: where?
mathilda: in my stomach. it's all warm. i always had a knot there and now... it's gone.
léon: mathilda, i'm glad you don't have a stomach ache any more. i don't think it means anything.

10.8.12

i miss you the most.


hiçbir kadının bütünlüklü bir öyküsü olamayacağını düşünüyorum durmadan. hepimiz bölünüyoruz. bir hikaye diğerini kovalarken başka başka terk edilmelere göz kırpıyoruz. girişi, gelişmesi ve sonucu olmayan cümleler bağlıyoruz birbiri ardına. öykülerimizi artık kuramıyoruz.

ben ellerimle anlatmaya çalışıyorum hikayemi. sürekli hareket ediyorum. çözüleceklerinden korktuğum için, şayet durursam, ceplerimi yokluyorum. ben en çok cepleri olan şeyler giyiyorum. söküldükçe ipliklerini bağlıyorum birbirine. ceplerim olmadığında huzursuzlaşıyorum. şayet durursam, ellerimi koyacak bir yer bulamamaktan korkuyorum. ben ellerimle kuruyorum cümlelerimi. ellerimin yettiği yere kadar ve yalnız el yordamıyla.

uzanıyorum.

gözlerine ne kadar baksam da, ben gözlerimin varlığıyla çirkinleşiyorum aslında. ağladığımı en çok öyle açık ediyorum çünkü.

aslına bakılırsa seninle berbat bir ilişkimiz var. nasıl demeli? biraz klimalı bir odadan yaz sıcağına çıkmaya benziyor. çaresiz. sonsuza kadar içinde kalamayacağın türden. içinde bir yığın hayatın biriktiği. insan bu kadar hikayenin arasında nasıl şarkı söyleyebilir ki?

yorgunuz çünkü. o kadar doluyuz ki deliremiyoruz bile. yüzüp yüzüp kuyruğuna geldiğinde bacağına kramp girmesi gibi. yine de bir kaşık suda boğulmayı yediremiyoruz kendimize. son nefes sürüklüyoruz kendimizi. ben senin sözlerini kucağıma alıyorum, sen benimkilere başını yaslıyorsun.

acı, yine acı çekme yeteneği olanlara düşüyor. durup, susup, gülümsüyorum. en sonunda bunu yapar çünkü insan. ne bağırmak, ne küfür etmek.

seni seviyorum diyorum, boynunda böcekler oluyor mu?  


5.8.12

#oevdeneleroluyor


bir new yorker, bir barcelonian ve bir parisien bir gün eve çıkmaya karar verirler. aylardır akıllarında gezinen tilkileri serbest bırakıp bir anda kendilerini senelerini geçirdikleri evlerinde koli bantlarken bulurlar. ev arkadaşlığı gibi riskli bir sözleşmenin altına imzalarını atarken bu evin onlara iyi geleceği kartını açarlar masaya. yarı eşyalı bu evi kendilerine benzetmek için raflara dergiler yayılır, içkiler dizilir; fotoğraflar asılır duvarlara. bir metro mesafesindeki işlerinden gelip bahçeye çıktıklarında orada düzenlenecek partilerin planlarını yaparlar. kışın ağaçlara asılacak ışıkları bile hazırdır. arkadaşlar için yemekler pişirilir mutfağında, şaraplar açılır, siparişler verilir. aile bireyleri ziyarete gelir, sevgililer yatıya kalır. şerefe yuvarlanan shot'ların verdiği yetkiye dayanarak sokaklarda dans edilir.


her odasından ayrı bir sesin yükseldiği bu evde, bu birbirinden faklı üç kadın, evin kapısını hep aynı anahtarla açarlar. ve her seferinde yeni hikayeler için dönecektir kilit.

2.8.12

depression 'made in sweden'


bu blog ilk açıldığında sadece bana aitti. sonra, zamanla, parça parça da olsa zincirlerinden kurtuldu ve yazıldıkça paylaşılan bir noktaya geldi. şimdiyse, en azından bir süre, ben yine kendime ait alanımda yazmaya dönüyorum; defterlere. aldığı nefes uzadıkça ve sayfalar çevrildikçe çirkinleşen yazının içine giriyorum. bir süreliğine.