3.2.16

hayat fena halde futbola benzer.*


Sonraları kadınlara nasıl aşık olduysam, futbola da öyle aşık oldum: Ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerinde kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden.” -Nick Hornby, Futbol Ateşi

*

Karl Marx, dine ‘halkların afyonu’ derken onun toplumsal birleştiriciğinin ve koşulsuz itaatinin tartışılmazlığını vurgulamaya çalışıyordu. Tıpkı en ateşli alternatifi olan futbola da diyebileceğimiz gibi. Ve İngilizler her zaman, hem dünyanın en eski futbol federasyonu olan 1893 kuruluşlu İngiliz Futbol Federasyonu (Football Association, FA) hem de en eski kulüplere ev sahipliği yapması dolayısıyla, kalplerinin derinlerinde futbolu en kadim mülkleri saydı. Ancak nasıl ki neoliberalizm dokunduğu her şeyi dönüştürdüyse ve futbol da sokakla hayat bulduysa; neoliberalizmin futbola temâsından ortaya sokaktan soyutlanmış bir futbol çıktı.

Birazdan okuyacaklarınız önceleri soyluların arasında kabul görmüş, daha sonraları halk tarafından da çok sevilmiş ve giderek toplumun tüm kesimlerine yayılmış olan futbolun kâr elde etme kaygısıyla taraftarlardan uzaklaştırılmasının hikayesidir.

Taraftarlık, hızlı kentleşmeyle altüst olup geleneksel ve modern arasında sıkışan bireye aidiyet duygusu kazandırır. Sınıf konumu veya etnik kimlik ile birleştiğinde ilkini öne çıkarır ve pekiştirir. Manchester United dokuma işçilerinin, Arsenal silah fabrikası işçilerinin, Notthingham Forest kömür işçilerinin, Liverpool liman işçilerinin mabedidir. Mabettir, çünkü kimliklerini ve aidiyetlerini burada yeniden ve yeniden üretirler; kendilerininki ve ötekilerinkini.

Psikolojide fanatizm bir düşünceye, bir kitaba, bir lidere, bir gruba katı şekilde bağımlı olma şeklinde tanımlanır. Konu futbol olduğunda ise iş farklı bir boyut kazanır; holiganlık. İlk kez İngiltere’de ortaya çıktığına dair yaygın kanının aksine holiganlar kendilerini ilk kez 1960’ların sonunda ada sınırında gösterirler. İşleri ve toplumsal güvenceleri olmayan, toplum içinde adam yerine konmayan, kendileriyle, aileleriyle kısacası içinde yaşadıkları toplumla sorunları olan işçi sınıfının alt katmanlarındaki ailelerin çocuklarıdır. Tepkilerini toplum normlarına karşı çıkarak; yakıp yıkarak, şiddet eylemleri gerçekleştirerek ifade ederler. Ve holiganlar, stadyum çevreleri dâhil olmak üzere büyük kalabalıkların arasına taraftar kimlikleriyle karışarak kendilerini gizlediler. Özcümle, holiganlar futbolu kullandılar. Barındırdığı şiddet ve saldırganlık gibi refleksleri normalleştiren ve kendi içinde erkekliği yeniden üreten holiganlık, tam da bu yönleriyle taraftarlıktan ayrılır. Takımlarla organik ya da inorganik bağlarla bağlı olan firmaları vardır; Arsenal FC-Gooners ve The Herd, Chelsea FC Headhunters, Liverpool FC-The Urchins, Manchester United FC-The Red Army, Millwall FC-Bushweckers, West Ham United FC- Inter City Farm.

Sokakla hayat bulan futbol, güç ilişkilerinden ve ideolojiden uzak kalamaz. Özellikle 1970’lerin ortalarında yükselen aşırı sağın ilgisini çeken “siyah piçler” tezahüratını komik bulan holigan grupları, ırkçı örgütlerin ve partilerin ideolojik etkisi altında olup olmadıklarına dair suçlamalarla karşılaşır. Bunun en iyi örneği için Londra’nın güneyindeki ırkçı ve rejim yanlısı uçların faaliyetlerinin odağı haline gelen 80’lerin Chelsea’sine bakmak gerekir. Yine de İngiltere’de faşist geleneğin olmaması ve siyahilerin de bu gruplar arasında yer alması gözden kaçırılmamalıdır.

Kaldı ki holiganların geç saatte karıştığı kavga gürültünün yanında stadyum çevresinden öğlenden itibaren parabolik olarak artan trafik, gürültü ve çöp devede kulak kalır. Mevzunun bu kadar büyütülmesinin sebebi, büyütülebilmesidir. Yani holiganlık, taraftarları stadyumlardan uzak tutmak adına araçsallaştırılır.

Takım tutmak ‘biz’ duygusu yaratıyorsa o takımın maçına gitmek de ’biz’e olan bağlılığı göstermek açısından neredeyse zaruridir. İlişkiler burada adeta teatrelleşir. İster taraftar deyin, ister holigan, takımını destekleyen herkes maçın oynanacağı gün bayrakları, atkıları, şapkaları ve formaları ile stadyumdadır. Arsenal’in Emirates Stadyum’u, Chelsea’nin Stamford Bridge’si, Liverpool’un Anfield’i ve Manchester United’in Old Trafford’u kutsal yerlerdir. Karşı takım taraftarlarına burada iyi gözle bakılmaz; burada başka bir yerde bulunduklarını, öyle istedikleri gibi hareket edemeyeceklerini ifade etmenin birden çok yolu vardır. 80’lerden sonra ortaya atılan güvenlik sorunu algısı sebebiyle stadyumlar taraftarların kutsal yeri olmaktan çıkarılır ve bir gözetim, denetim ve cezalandırma mekanına dönüşmeye başlar. Demir Leydi döneminde çekilen dikenli teller ile kümese dönen stadyumlar ve güvenlik önlemleri ile bir araya tıkıştırılan ve polis şiddetine maruz bırakılan seyirciler arasına ciddi bir mesafe konur. Holiganlar ve dolayısıyla taraftarlar stadyumların dışında tutulur. Taraftarlık ayrıştırılır; bir alt kültür olarak ötekileştirilir. Neoliberalizm bu noktada dişlerini gösterir ve futbolu sokaktan ayırarak piyasanın ellerine teslim eder. Tabi taraftarları da televizyonun ve yazılı basının.

Son 25 yılda serbest piyasa ekonomisinin ve uluslararası rekabetin ulusal kalkınma politikalarının yerini almasıyla dünya giderek tek bir pazar haline getirilir; kapitalizm dönüşür ve küreselleşir. Üretim anlayışındaki değişim, toplumsal ve kültürel alanlarda da kendini göstermeye başlar. Bireysel kimliklerin ve farklılıkların ön plana çıkartıldığı bu süreçte, tüketim ve tüketimi sağlayacak olan düzenekler büyük önem kazanır ve hayatın her alanından kâr elde etmenin yolları açılır.

Peki futbola ne olur? Tüm dünyada yaşanan bu neoliberal dalga futbolu da etkiler; futbol hızla metalaşır. 80’lerde beliren ve özellikle 1995 tarihli tarihi Bosman Kararı ile futboldaki endüstrileşme ivme kazanır; sektörün liberalleşmesi ve özel televizyon kanallarının artışıyla birlikte futbol kulüpleri mali değeri yüksek kağıtlara dönüşür; sponsor ve reklam gelirleri temel gelir kaynağı haline gelir ve ürün satışları belirleyici bir gelir kalemini oluşturur. Futbol, bir pazara dönüşür. Bu dönüşümde futbol kulüpleri ve dernekleri kadar profesyonel futbolcuların, spor malzemesi üreticilerinin, spor medyasının, reklamcıların, sponsorların ve hükümetlerin parmağı vardır.

Futbol tüketilebilir bir olgu haline geldikçe futbol kulüpleri de bu yeni yapı içinde varlıklarını sürdürmek için yeniden yapılanır; sponsorluk ve maç hakları anlaşmaları yapar, borsaya açılır, forma reklamları alır. Bir nevi kapitalizmin çarklarına dahil olur. Amaçta sapma kaçınılmazdır; spor etiğini ve ahlakını savunmak yerini yatırımlarını verimli kılıp kârlarını artırmaya bırakır. Hızla ve hoyratça piyasa ile bütünleşen ilk takım Londra kulüplerinden Tottenham olur; hisselerini borsaya açar. Bu dalga 1990’larda tüm Avrupa’ya yayılır ve kulüpler tamamen mali ağırlıklı bir mantığa yönelir. Kulüpler artık taraftarlarına değil sermayedarlarına karşı sorumludur. Chelsea’nin 2003’te 140 milyon pound karşılığında Rus iş adamı Roman Abramovich’e satılması, en büyük ele geçirme olarak İngiliz futbol tarihi kayıtlarına geçer.

Oyun oynama karşısında para kazanma düşüncesinin çekiciliği, amatörlüğü profesyonelleşme ve tabii ki ticarileşme ile yer değiştirmek zorunda bırakır. Daha çok maharet, daha çok seyirci ve dolayısıyla daha çok para demektir. Futbolcular sadece kendi ülkelerinde dünya çapındaki yıldızlara dönüşür. Markalaştıkça kimliklerinden ahlaki değerlerini yitirdikçe toplumdan uzaklaşır. İngiltere Milli Takımı eski oyuncularından David Beckham Adidas, Pepsi, Armani, Motorola, Gilette ve Vodafone gibi firmaların reklam yüzü ve çizgi romanlara hayat veren bir karakter olurken UNICEF ve Malaria No More UK gibi yardım derneklerinde aktif katılımcılık sergiler. Milli Takım’da forma giymiş bir diğer oyuncu Rio Ferdinand ise sinema filmi oyunculuğu ve müzisyenliğin yanı sıra alkollü araç kullanma, eşcinsellere hakaret etme ve porno kaset gibi alanlarda adını duyurur.

Futbol endüstrileştikçe toplumla dolayısıyla taraftarı ile arasındaki bağı kurutur. Holiganların uyguladığı şiddetin basın tarafından tüm taraftarlara atfedilerek güvenlik tehdidi olarak lanse edilmesi kızarmış ekmeğe yağ sürer. Basın aracılığıyla kulüplerinden koparılan taraftarlar yine basına mahkum edilir; futbol artık televizyondan izlenir, gazeteden okunur. İngiliz Federasyon Kupası’nın 1938’de ilk kez BBC tarafından yayınlanmasının üzerinden geçen süre zarfında masumiyetini kaybeden futbol-medya ilişkisi 1992’de BSkyB kanalının ITV’nin lig maçlarının yayın hakları için 30-40 milyon poundluk teklifine karşılık 300 milyon poundun üzerinde bir teklif sunmasıyla topyekun bir değişikliğe uğrar. Yayın haklarını satın alarak hissedarlar arasına adını yazdıran şirketler, kulüplerin medya ilişkilerindeki tek aracı konumuna gelir. Futbol toplumdan iyice koparılarak sermaye akışının sürekliliğine bağlı ve bağımlı kılınır.

İngiltere, taraftarlarının coşkusu ve ateşli koplarının muhteşem şarkılarıyla tanınan bir ülke olsa da gelenek yerini seyirci işletmeciliğine bırakır. En şanlı İngiliz kulübü Manchaster United, ateşli taraftarlarını stadın bir köşesine yerleştirip o alanla sınırlamayı tasarlar. Bunun resmi gerekçesi seslerini daha iyi duyurmalarını sağlamaksa da asıl neden bugünün eskiye göre daha az halk ağırlıklı ve daha burjuva nitelikli seyircisinin, ‘yaygaracı’ların bağırtı ve şarkılarındansa daha sessiz bir ortamı yeğlemesidir. Futbol artık seyircisini tezahürat edip çırpınan proleterlerden değil stadyum localarına kurulan VIP’lerden seçer; yıllık olarak kiralanan ve kulüpler açısından önemli bir gelir kaynağı haline gelen locaların hostesleri, kanepe ve gastronomik yemek servisleri, şampanya ve televizyon ekranlarıyla birlikte kiralanması futbolun yeni yatırımcılarının istediğinin taraftar kimliğine sahip bireyler değil ileri gelen hisse sahibi, akıllı uslu, iyi yetiştirilmiş müşteriler olduğunu apaçık gösterir.

1990’ların başında 10 pound vererek bir futbol maçına gitmek ve bir koltukta oturmak ya da basamaklarda ayakta durmak, bir bira ya da kek alıp sonra eve cebinizde biraz bozuklukla dönmek mümkünken bir bölümünün astronomik fiyatlarla kiralanan localara ayrıldığı stadyumların kalan bölümlerindeki bilet ve kombine fiyatlarının ise oldukça yüksek tutulması taraftar tipolojisinin giderek burjuvalaştırılmaya çalışıldığına işaret eder. Bu açıdan bakıldığında futbol, eğlence sektörünün sermayedarları tarafından keşfedilmekle kalmaz, en kârlı yatırım araçlarından birine dönüştürülerek ruhu paramparça edilir; kitlesinden uzaklaştırılmak adına toplumdan koparılır, toplumsal normlara karşı çıktıkları için suçlulaştırılan ‘holiganlar’ ve taraftarlar neoliberalizmin yeniden ürettiği toplumsal normlar tarafından sahalardan dışlanır.

Sözün özü, neoliberalizmin tahrip edici politikalarınca dönüşen futbol, küreselleşme adı verilen olgunun doğal bir laboratuarı haline haline gelir. Dünyaya egemen olmaya çalışan bu yeni mali kapitalizmin en gaddar ve en karikatürleşmiş bazı yönleri bu alanda da karşımıza çıkar. Nasıl ki futbol, hayata dair pratiklerin sahalara ve taraftar profillerine yansıdığı bir alansa, konu neoliberalizm olduğunda bu süreçte gerçekleştirilen politikalardan nasibini alan hayat ve futbol fena halde birbirine benzemeye başlar.


Hikayenin sonu.


* bu yazı 03.02.2016'da socratesdergi.com'da yayınlanmıştır.

3.1.16

gönderenden alana hikayeler: postcards & beyond.*


kulağa çalındığında sanki asırlar öncesinden bir yolculuğa çıkılmış hissi veriyor kartpostal; geniş düzlüklerden, göl kenarlarından, bulutlara saklanan dağların arasından geçilerek yapılan tren yolculuğunun totemi gibi. ilk kez 1840’ta fulham, londra’dan yazar theodore hook’a gönderildiğinden beri kartpostal postanelerle posta kutularına, kelimelerle romanlara, melodilerle şarkılara, boyalardan resimlere taşındı; ellerden çekmecelere, hafızalardan duvarlara, hatıralardan sohbetlere, sözlerden zamana saklandı. bir insandan diğerine, mekanlar ve zamanlar arasında hikayeler taşıdı. hayali kurulan, yaşanan, unutulması istenmeyen -unutmak berbat bir şey-; resme-çizgiye-fotoğrafa dökülmüş hikayeler. ne de olsa o resmin-çizginin-fotoğrafın da bir hikayesi vardı. b yüzüne ise kelimeler saçıldı; el kadar bir alanda ne anlatılabilirse işte, o kadar anlatılırdı. resim-çizgi-fotoğraf ve kelimeler seni bir yolculuğa çıkarırdı; gönderenden alana. gönderenin hikayesi ayrı, alanın hikayesi ayrıydı; kartpostalınki ise apayrı.

şimdi size bir kartpostal hikayesi anlatacağım…


gizem kuzu. dokuz eylül üniversitesi güzel sanatlar fakültesi heykel bölümü öğrencisi. on dokuz yaşındayken istanbul’dan izmir’e gelmiş. o zamanlar bu ayrılığın çok erken olduğunu düşünse de şehrin yorucu, kirli ve yaşayanı kaybolmaya mahkum eden tavrına karşı -bu şehir kimseyi mutlu etmiyor- izmir’in kültürel üretim alanındaki girişimleri onu şehirle birlikte olgunlaşmaya itmiş. iki bin on dört senesinin temmuz ayında ‘postcard from turkey to world’ adıyla bir projeye başlamış ancak instagram ismi ile tanınmaya başlayınca bu ismi tamamen kaldırmış ve ortaya postcards & beyond çıkmış.

amacı her ülkenin her bölgesinden en az bir kişiye türkiye’den bir kartpostal ulaştırmak, aynı zamanda onlardan da bir tane almak. başladığı ilk günden beri aldığı ve yolladığı her kartpostalı gönderenin ve alıcısının ismiyle birlikte şehir ve ülke belirterek fotoğraflayıp paylaşıyor. büyük bir arşiv. zira şimdiye kadar elliden fazla ülkeye, iki yüz elliden fazla kişiye ulaşmış; malezya, avustralya, amerika, tayvan, izlanda, fiji, portekiz… dünya kürenizi döndürün, gözünüzü kapayın ve parmağınızı bir yere koyun. hah, işte tam orası. kartpostal yollayacağı kişilere instagram üzerinden tek tek mesaj yoluyla ulaşıyor; bazıları mesajları bile görmüyor. postada kaybolan kartpostalları tekrar yazıp gönderiyor, ki bu sık sık oluyor. burada önemli olanın irtibatı koparmamak olduğunu söylüyor gizem. bu ciddi bir zaman demek.


projenin kahramanı kartpostalları gizem bizzat tasarlıyor. proje kapsamında göndereceği kartpostalları seçerken her geçen gün zorlanması ve beğenisine uygun bir parça bulamaması onu kendi kartlarını tasarlamaya itmiş. her türlü görsel ve işitsel veriden beslendiği ‘dalgalı’ üretim sürecinde bilinmeyenlerden, rüyalardan, sinemadan, edebiyattan ve müzikten besleniyor. çoğunlukla suluboya ve keçeli kalem kullanıyor. dünyaya göndermek için tasarladığı kartpostallar ilgi görmeye ve talep edilmeye başladığında ise projeye satış ayağı da eklemiş. bu sayede insanların yıllar sonra yeniden kartpostal göndermesine de aracı olmuş.

gizem en çok yerel kültürü yansıtan fotoğrafların olduğu kartpostalları seviyor; şehir silüetlerindense içinde antropolojik, sosyolojik veya arkeolojik ögeler barındıranları görünce heyecanlanıyor. aldığında ilk önce ön yüzüne bakıp nereden geldiğini tahmin etmeye çalışıyor. hikayeyle oyun oynamayı seviyor…

*

gizem’in ve postcards & beyond’un hikayesi burada bitmiyor. kartpostal gönderenden alıcıya hikayeler taşıdıkça anlatılmaya devam edilecek bir hikaye bu. çünkü her insan nefes aldıkça bir hikaye yazıyor ve her kartpostal kendi hikayesini taşıyor.


*bu yazı 31.12.2015 tarihinde trendus.com adresinde yayınlanmıştır.

taş bir binanın avlusundayım. zemini nemli gibi, ama su yok. tepeden bakıldığında taşların kıvrımları ve nem orada su dalgalanıyormuş hissi veriyor. fotoğrafını çekiyorum. bir çocuk geliyor ara bir geçitten. bana bir kitap veriyor. eski bir kitap. sayfaların üzerine çocuk yazısı ile notlar alınmış. içeriğini hatırlamıyorum ama ilgimi çekiyor. sonra o oğlan çocuğunu başka bir yerde görüyorum. annesinin kucağından yanıma geliyor. bir kutudan çikolata yiyoruz onunla, karamellisini seviyor; hatırlıyorum.


23.12.2015