31.5.12

we are not in wonderland anymore, alice!


bir ülke düşün. evlerinde her gün onlarca kadının intihar ettiği. sokaklarında yüzlerce başıboş çocuğun cirit attığı. hastane odalarında binlerce bebeğin doğduğu.

bir ülke düşün. ekranlarında onlarca erkeğin tek ses olduğu. kuytularında yüzlerce erkeğin bir kadına tecavüz ettiği. kapalı kapılarında binlerce erkeğin bir kadını dövdüğü.

bu bir distopya değil. bu, şu an aldığımız nefesi verdiğimiz hayat.

günlerdir erkekler kadınların bedenleri üzerinde savaş veriyor. günlerdir konuşulan kürtaj konusu, uzananın lime lime elinde kalıyor. dokunanın eli çiğ et kokuyor.

"tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bakacaksın," lafının telafuz edildiği her an aslında bir kadın ölüyor. ve dili aynı şekilde dönen devlet, tecavüz çocuklarına talip oluyor.

bu ülkede her gün onlarca kadın tecavüze uğruyor. bu ülkede her gün yüzlerce kadın dayak yiyor. bu ülkede binlerce kadın sadece susuyor.

ben bunları yazarken bile gözlerim doluyor. onlar usanmadan ve uslanmadan konuşmaya devam ediyor. 

çünkü onlar kadın olmanın ne demek olduğunu bilmiyor. ve muhakkak ki umursamıyor. oysa bir dinlenseler ve bir dinleseler; dayak yemek ne demek, tecavüze uğramak ne demek, istemediği bir çocuğa hamile kalmak ne demek.

ben bunları düşünürken, artık gerçekten midem bulanıyor. ve onlar doymak bilmeden kadın etiyle beslenmeye devam ediyor. 



25.5.12

Bugün günlerden MONO*


30 Haziran sabahına uyandığında neler olacak merak ediyor musun? Ben anlatayım…

Haydi uyan! Alarmın çalıyor. O gün, bugün. Bir yandan ayılmaya çalışırken bir yandan  da dün akşam hazırladığın çantanı kontrol edeceksin. Bir adet sweatshirt, akşam hava serin olacaktır. Bir adet havlu, malum deniz kenarına gidiyorsun denize girmeden olmaz. Bikini/mayo, içinde. Yedek tshirt, her ihtimale karşı, yine de en sevdiğin. Şortunu mu giyeceksin, o halde yedek bir de alt muhakkak. Güneş gözlüğünü kafana tak ki o karışıklıkta unutma. Terlik, ağırlık yapmasın diye espadriller ayağında olacak nasılsa. Şarj aletini al mutlaka, elinden düşürmediğin telefonunun seni yarı yolda bıraksını istemezsin. Cüzdanını kontrol et; kimlik, para. Bilet? Bilet! Daha fazlasına ihtiyacın olmayacak. Artık buluşma noktasına doğru yola çıkma zamanı. İstikamet Taksim - Hacı Osman hattında yer alan Darüşşafaka metro durağı. Sabah 8:30’dan itibaren 5 TL’ye seni Solar Beach’e götürecek servislerin kalkış noktası. Arkadaşların gelmiş bile, sevgilin de birkaç dakikaya orada olur. Hiçbir anını kaçırmak istemeyeceğin o 20 saatlik maraton için yerlerinizi aldınız bile koltuklarda. Bırak diğerleri uyusun, sen hazırsın! Çünkü bugün 30 Haziran. Şehre MONO gelmiş, bir dakika bile yerinde duramazsın!


Ne düşündüğünü biliyorum; 4 sahne ve onlarca grup arasından hangisine yetişeceğini bilemezken bir yandan da gündüz sıcağında denizin tuzunu teninde hissetmek isteyeceksin. Kafayı boşaltmak için önce kumsala ineceksin, çıplak ayaklarla yere basıp hayatın bütün negatif elektriğini o an atacaksın vücudundan. O sırada hareketlenmeye de başlayacak etraf. Yakıcı güneşin altında şehirden uzak atacağın kahkahalar ta Edirne’den duyulacak. Biraz da ıslak saçlarınla festival alanında salınmanın zamanı gelmedi mi? O sırada atıştıracak bir şeyler mi alsan?


Tatil ruhunu yaşamak mı istiyorsun, o halde istikamet Beach Bums sahnesi; reggae, lounge ve chillwave parçalarını, Büber, Club Bangkok, Dancing Birds Feel The Beat, Evrim Tüfekçioğlu (DearHead), Discolog, DJ Çağrı, Mabbas, Radyo Babylon Soundsystem, Ras Memo, Shangri-La Soundsystem, Style-ist, Yakuza, Yesh! Me Lady  önüne serecek hiç durmadan.


Alternatif müziğe gönül verenlerdensen al sana nefesini tazelemek için ilaç gibi bir fırsat; Dinamo FM DJ’leri ve prodüktörleri senin için Dinamo Lounge’da. Agent Orange, Barış Bergiten, Cervus, Doğukan İres, (((emre))), Muzo B, Tutan, Kaan Düzarat seni orada bekliyor olacak.


Son dönemlerin parlayan yıldızı seni de mi etkisi altına aldı? O halde doğru Burn Electronica & Dubstep Sahnesi’ne. Com Truise, Night Slugs, Jack Sparrow, Ruckspin, Compa, Commodo, Grup Ses Beats, Re-spectralize ile ritimden ritme zıplamaya.


En iyisini sona sakladın, biliyorum. Indie pop/rock, alternatif, punk! İsim mi istiyorsun? Gogol Bordello, Metric, Battles, The Horros, Oh land, Rashit, The Ringo Jets. Müziğe doyacaksın, hiç şüphen olmasın.


Hava kararmaya başladı bak, akşam esintisi çıktı. Yan gelip yatıp biraz da karnını doyurma zamanı. Daha fazla müzik ve dans etmek için enerji toplaman şart zira önünde koca bir gece var. Ayı batırıp güneşi doğuracaksın daha. Kafayı boşaltıp yanındaki insanların hayatlarını keşfe çıkacaksın, yepyeni insanlarla tanışacaksın belki. Her dakika daha fazlasını isteyeceksin. Hiç bitmesin diye geçireceksin içinden. “Seneye bir daha olsun,” diyeceksin eve dönüş servisine binerken. Son bir kare fotoğraf çekip temiz havayı içine çekerek başladığın noktaya, servis koltuğuna yerleşeceksin.




*bu yazı 24.05.12'de trendus.com'da yayınlanmıştır.

21.5.12

rabbit in your headlights


çocukken ne mutluyuzdur. ışık, mantığın sesiyle nasıl da körelir. bu hayatta taşı düşmüş yüzükler gibi dolanıyoruz. ama sonra bir gün, bir yerden köşeyi dönüyoruz ve bir de bakıyoruz ki karşımızda, yerde yatıyor; mücevher gibi kesilmiş, ışıl ışıl bir kan damlası... hayalet değil, gerçek. dokunup rahatsız edersek yok olabilir. ama bir adım atmazsak da, hiçbir şey düzelmeyecek. bu bulmacayı nasıl çözeceğiz? bir yolu var. dua edin. kendi duanızı söyleyin. nasıl söylerseniz söyleyin, fark etmez. çünkü bittiğinde, saklamaya değer tek mücevhere, bağışlamaya değer tek tohuma siz sahip olacaksınız.

böyle sonlanıyor patti smith'in hayalperestler kitabı. altı üstü 80 sayfada seni alıp çocukluğunun en güzel anlarına götürüyor. sokaklarında bisiklete bindiğin, ağaçlarına tırmandığın, bahçelerinde çekirge topladığın. ama en çok da gecelerini anımsatıyor; gölgeleriyle oyunlar oynadığın, kendi başına koskoca bir dünya kurduğun çocukluk gecelerine.

ilkokul 2'ye gittiğim dönemde annemle bakırköy'de yürürken tavşan satan bir adamın yanından geçtik, büyümeyen tavşan.

- anne, büyümüyormuş, alalım mı?
- büyümeyen tavşan mı olur zeynep. hadi yürü.

kent shop'a babamın yanına vardığımızdaki asık suratımın sebebi 2 dakika içinde deşifre olunca abimin elinden tutmak suretiyle soluğu yine o adamın yanında aldık. artık 'büyümeyen' bir tavşanım vardı. pamuk. hayal kurmaktaki sınırlarımın gerçekçilikle ne denli daralmış olduğunu o an anlamam gerekirdi. kırmızı gözlü, tüylü, beyaz bir tavşan. adı tabii ki pamuk olacaktı. daha önce ellerimi parçalamalarına rağmen bağrıma bastığım sokak kedileri ve topraktan eşelemek suretiyle çıkarttığım solucanlar bir yana, pamuk ilk evcil hayvanım olacaktı. beslenmesinden temizlenmesine, bütün sorumluluğu bana aitti. ve bu şartlar altında, benimle uyuyacaktı. odamdaki yatağın ayak ucuna karton kutudan bir yuva hazırlandı. yiyebileceği şeyler bir köşeye kondu. uyku vakti geldi. annem masamdaki kırık yumurta şeklindeki gece lambasını açıp ışığı söndürdü. ve beş dakika geçmişti ki pamuk kutuyu parçalarcasına tırmalamaya başladı. o an ne kadar korktuğumu bugün gibi hatırlıyorum. ters giden bir şeyler vardı. ışık açıldı. odanın içi onlarca kez adımlandı. pamuk kucağa alınıp sakinleştirildi. tekrar yerine konduktan sonra ışık tekrar kapatıldıysa da aynı şeyler yinelendi. bu kez anne uyandırıldı. 

- kardeşlerinden ayrıldığı için hırçınlaşmıştır, alışır.

bu kez pamuk, kutusuyla birlikte banyoya kondu. ışık kapatıldı. çıt yok. ihtiyacı olan tek şey karanlıktı aslında. bu kadar basit. ve ertesi akşam, pamuk ayak ucumdaki kutuda uyudu. bense bir daha asla gece lambasını açmadım. ve günler geçtikçe pamuk büyüdü. ilkokul 2'ye giden kucağıma sığmayacak kadar büyüdüğü bir gün, gülhane parkı'na bırakılmak üzere büyük dayım tarafından elimden alındı. o anı hayatım boyunca unutamam. sarılıp dakikalarca ağladığım pamuk'un üzerime geçirdiği tırnaklarından kendimi kurtarırken elbisem yırtıldı. ve ben o gün, dayımdan nefret ettim.

beni karanlık bir geceyle tanıştırıp ondan korkmamayı öğreten bir tavşandı. onlarca sene geriye dönüp baktığım zaman, hala çok net hatırladığım ve asla unutmayacağım bir kesittir bu çocukluğumdan. ve hayalperest, bu sayfayı açıp koydu önüme. çocukluğumun mutlu günleri...



kim bilir, belki günün birinde, taşı düşen yüzüğümü tekrar parmağıma takmak için, tekrar tavşan beslerim.

15.5.12

salı sayıklamaları


"bazen her şeyi bırakıp..." diye bir cümle kurmadan önce düşünmek gerek. mesela ben cuma günü her şeyi olmasa da en azından laptopı bırakıp antalya'ya uçtum. bir şort, üç tişört ve bir bikini ile. aylar öncesinden sadece annem ve büyük ölçüde güneşlenip denize girmek için gittiğim şehrin sabahına, erkenden gözümü açıp, ananemin dizinin dibinde, çam ağacının arkasına gizlenmiş bir balkonda kahve içerek uyandım ve içimden, "ben her güne böyle uyansam çiçek gibi bir insan olurum aslında," diye geçirdim. düşünsene; iş yok, hava sıcak, yüzünü yıkadığın evin bir balkonu var. ve fakat, saatler ilerledikçe elime telefonu alıp haber açtım. hava kapatmakla kalmadı bir de yağmur yağdı. ben o balkonda ağız tadıyla bir sigara bile içemedim. daha ilk günün ilk saatlerinde bile aslında hiçbir şeyi geride bırakamadığımı fark ettim.

o yğzden, bazen, hayatı her şeyiyle göğüsleyip ondan keyif almayı bilmek gerek. 

10.5.12

7


- bu haftanın nasıl geçtiğini anlamadım.

çünkü zamanla didişmeden, olduğu gibi yaşarken farkına varmadan hop, bir bakmışsın cuma olmuş. her gün için yapılacak bir -ve hatta birden çok- mazeretin varken bir bakmışsın orda, bir bakmışsın burdaymışsın. telefonun fotoğraflarla, parça parça tutulmuş notlarla, check-in mesajlarıyla dolmuş. sağına bakmışsın röportaj soruları, sağına bakmışsın mono'dan kalma usb stick. raflara bakmışsın. okunacak kitap kalmamış. "dönünce sipariş veririm," demişsin. zaten her şey dönünce'ye kalmış. yine de hala dolaba bakmamışsın. hava nasıl olacak acaba'larını kulak arkası edip "bi şort bi tişört" yeter," deyip geçmişsin. bir tek geriye bakmamışsın. zamanı yakalamak için yukarı kaldırmışsın başını. gece tavanla yaptığın konuşmalarına başlamışsın. hop, bir bakmışsın cuma olmuş. her zamanki tavan, annen oluvermiş.   

9.5.12

MONO nedir?


bugün saat 19'da babylon lounge'da mabbas tarafından açıklanan mono, bir pozitif live etkinliği olup tek günlük dev bir festival aslında. solar beach'in kızgın kumlarından serin yıldızlarına çağıran; içine bikinini, mayonu giyip; arkadaşını, sevgilini kapıp gideceğin, sabah 10'dan ertesi sabah 5'e kadar seni ayakta tutmaya kararlı bir organizasyon.

onların tabiriyle de:
30’a yakın yerli ve yabancı sanatçı, dansetmek, DJ performansları, deniz, enerji, dubstep, kum, güneş, heyecan, electronica, tuzlu ten, ayışığı, en sevdiğin t-shirt, indie pop, temiz hava, chillwave, kahkahalar, şehirden uzak, şehrin içinde, punk, en sevdiğin gruplar, kafayı boşaltmak, gündüz sıcağı, shoegaze, salınmak, unutulmayacak anılar,lounge, akşam esintisi, brit pop, yan gelip yatmak,   arkadaşlar, tatil, yemek, daha fazla müzik, indie, çıplak ayaklarla yere basmak, zıplamak, UK garage, yakıcı güneş, keşfetmek, ıslak saç, jazz, yenilenmek ve seneye bir daha olmasını istemek..
demek.

içimden geçen geçen metric'in gerçek olduğu; the horrors, gogol bordello, oh land ve niceleriyle dolu dolu geçeceğinden emin olduğum bir -yaklaşık- 24 saat.

nasılki bahara soundgarden'la veda edeceksek yazın dibine de mono'yla vuracağız anlaşılan. sen sen ol, 30 haziran'da orada ol! istanbul'da yaz başka türlü geçmez çünkü.

5.5.12

namaste!


tom tom: you shouldn't be smoking.
sometimes when people smoke, they...
...they die, and sometimes
they even get cancer.
cancer.
and sometimes people die when they smoke,
and sometimes they even get cancer.

eloise: i can't die.

tom tom: oh, you can't?
you can't?

eloise: i don't exist.

tom tom: so, how come?

eloise: i'm fictional.

*
işler filmlerdeki gibi yürümüyor ne yazık ki. 

4.5.12


"sometimes you have to do something unforgivable just to be able to living."

* carl jung / a dangerous method