30.3.13

the only thing more painful than being an active forgetter is to be an inert rememberer.


geçmişe sürtünme gücünün ruhu ve bedeni ateşe verme gücü vardır.

hayat, gözlerden ve parmak uçlarından aktarılır bir diğerine. ve o gözler ve parmak uçlarıdır, geçmişle geleceği birbirine bağlayan. yol yol olmuş kumaşlardan sarkan iplikleri, bir diğerine, bu ikisi bir araya getirir.

ve karşılaşmalardır sessizliği tüm gürültüsüyle ortadan ikiye ayıran. bedenini yırtıp içinden onlarca pislik ve sonsuz ışık yayan. 

tüm oluşların ve asla olamayacakların aynı anda ve birdenbire hücrelerine hücum ettiği o an, gözlerin kaşınmaya ve parmak uçların yanmaya başlar. hatırayı canlı ve olağanca güzel tutmaya çalıştığın o her an, teker teker ve birdenbire akmaya başlar, gözlerinden ve parmak uçlarından.

geriye geçmeye yüz tutmuş izler ve derine kazınmış harfler kalır.

25.3.13

just because i don't care doesn't mean i don't feel.


ve öyle bir an geliyor ki, ne gururu, ne gardı, ne sıktığı dişleri, hiçbirisi fayda etmiyor. teker teker dökülüyor ellerine, oradan masaya saçılıyor inci taneleri gibi. geçmişin tüm şiddetini bir omuzda bırakıp tekrar toplamaya çalışıyor saçılanları. hep eksik, hep bir öncekinden daha yanlış. 

içinde bulunduğu ve kendini içinde bulunduğu tüm hallerde, başka bir dram sızıyor parmak uçlarından konuşmanın orta yerine. alay ettiği her halinden bir sızıntı yayılıyor ayaklarının dibine. yürüdüğü her kısa ve çarpık yolda izini bırakıyor, geri döndüğünde kokusunu alabilsin diye.

sıcak bir günün ardından bastıran ayaz gibi, güneş bile yalanlardan yoruluyor. dilinin ucuna gelen kelimeler sertleşse de, beynin gözlerinin kapanmasına izin vermiyor. karanlıkta en çok, o zayıf silüet hayat buluyor.

kendini ne kadar canlı hissetse de, ayaklarının altındaki telin titrediğini hissediyor. her adımında ölüme daha çok yaklaşıp, dudaklarından süzülen kanın tadıyla gerçeğe bir adım daha yaklaşıyor. 

hiçbir şey sona ermiyor. her acı ilk günkü kadar taze kalıyor ve bir o kadar da eskiyor. geçmişe özlem duyan insanlara gülümsüyor. dudağının kenarında beliren her kıvrım, ona kendi geçmişini anımsatıyor. 

yeni olan her şeyden yoruluyor. insanlar, yoruyor. bundan sonra hiçbir şeyin, o kadar sorgusuz sualsiz ve doğal; o kadar temiz ve kabullenilir olmayacağını biliyor.

uzay boşluğunda kaybolmanın dayanılmaz hafifliği ve dramatik salınımıyla, nereye sürüklendiğini bilmeden, nabzını yokluyor.

bir ayağı hep eşikte. 

kaçacak delik arıyor.


18.3.13

and all the birds fall out of the sky in two by two's.


olasılıkların ve tereddütlerin ortasına düşüp kırılmış kemiklerini ve parçalanmış avuç içlerini yalayarak iyileştirmeye çalışırken, bedenini ayaklarının üzerinde, dengede -veya o her neyse- tutacak birisinin varlığını arıyor el yordamıyla. karanlıkta yolunu bulmaya çalışan bir amatör gibi, dokunduğu yeri bilmeden bulaşıyor duvarda biriken yosunlara. kamaşan parmak uçlarını kokluyor, tanıdık bir yüze denk gelirim diye. kimsenin duymayacağı bir isim fısıldıyor. dudakları yarı açık, yarı kapalı. oluşan çatlaktaki kanı emiyor. pas tutuyor dili damağı.

iki yakayı birbirine bağlayan köprünün yıkılan ayaklarının altından karşı tarafa bakıyor, tek başına. annesine seslenmek istiyor. hiçbir şey söylemesine gerek kalmadan başını göğsüne yaslayacağı bir umut arıyor. sökülen dikişlerinden içinin pamukları lime lime olmuş oyuncak tavşanını arıyor enkazın altında. ayaklarını denize sallandırıp, birisinin, herhangi birisinin onu bulmasını bekliyor.

yaşananları ve söylenenleri unutmaksızın kalbini bir kenara bırakıyor. sevgiyle ve korkuyla yüzleştiği an, telefon hatları kesiliyor. "böylesi daha iyi," diyor. kendini daha iyi hissediyor. çizgisel zamanın ve dört boyutlu evrenin tüm bileşenlerini tek bir hareketle, kesip atıyor. kabloların ucundan saçılan kıvılcımlardan bütün bir şehir alev alıyor.

peşi sıra yürüyen korkusuna aldırmadan başka bir yer ve başka yol arıyor içinden çıkacak. yüzeyde olup bitenin ahengine kapılmanın sıkıcı gelmeye başladığı bir an, kendini kesip açıyor. o yeri ve yolu içeride, kendi içinde arıyor.

gözlerinin içine yaklaşan her göz bebeğinde kendi yansımasını bulmaya çalışıyor. karanlığında kendini görebileceği bir sonsuzluk. her şeyin kırılgan olduğu bir hayatta, buzdan bir aynanın üzerine eğiliyor. kırık ve aslını onlarca parçaya bölen bir beyazlıkta o siyah lekeyi kazıyor tırnaklarıyla.

tüm zaman eğrileri ve tüm paralel varoluşlardaki olguları çoğaltıp parçalayan, sonsuza kadar süregelen bir ayna oluyor. ve tüm kırıklığı ve tüm sırrına rağmen, karşısındaki nesneyi olabildiğince hatalı ve öngörülemez bir gerçeklikle var ediyor. kendi varlığının mevcudiyetine inanmak için, o kaosun yansımasını ve yankısını hissetmek istiyor.

"işte benim aynam."

sesi takip ediyor.


12.3.13

çünkü bir erkek bir kadının nefesi kadar*



Boğazınıza bir elin sarıldığını düşünün. Kalın parmaklı, sert dokulu; acımasız. Nefes borunuzun en narin yerinden kavrayıp sizi soluksuz bırakan bir elin varlığını düşünün. Siz çırpındıkça daha sert ve daha umarsızca sarılan.

Veya yüzünüze bir yastık bastırıldığını hayal edin. Tam da uykunuzun en kuytu yerinde, gözünüzü bile açamadan, nefessiz kalıp çırpındığınızı. Aldığınızın son nefes olduğunu anladığınız andaki savunmasızlığınızı düşünün.

Belki de en çok sevdiğiniz ve istediğiniz tarafından terk edildiğinizi. Kendinizi kollarınız öylece iki yanınızdan sallanırken bulduğunuz o anı, ve etrafınıza baktığınızda oluşan o derin boşluğu. Bomboş bir odada kapalı kaldığınızı, ve göz yaşlarıyla karışık hıçkırıklarınız arasında nefes almaya çalıştığınızı.

Şimdi de evinizden, ailenizden ve ülkenizden uzaklaştı(rıldı)ğınızı farz edin. Bildiğiniz tüm doğruların yanlış, inandığınız tüm gerçeklerin yalan olduğunu. Her şeyin aksine gittiği bir dünyada kendinizle ve dünyayla yüzleştiğinizi, yani yeniden nefes almaya çalıştığınızı düşünün.

İşte Ece Temelkuran’ın son romanı Düğümlere Üfleyen Kadınlar, tam da nefesin kesildiği anda yeniden hayata dönüşü anlatan bir yol romanı. Yolda nefes almayı öğrenen kadınların romanı. Hayatını yol çizgilerinin arasına düğümleyip nefesin ta kendisi olan bir kadının romanı.

“İnsan bir kez bir sınır geçince artık hangi sınırları geçeceğini hiç kestiremiyor. Kaybolduğunuz çöl, sizi bulanla aynı olmuyor..."

Tanıdığımız kadınlara benzemeyen, tanıdık Orta Doğulu kadınların; bizden farklı dilde konuşulmasına ragmen bizimle aynı dilde konuşulduğu hissinin; ne kadar uzak olursa olsun yakınımızda hissettiğimiz uzakta kalmış coğrafyaların ortasında dört kadının –aslında bir olup- kendileriyle yüzleşme romanı. Annesiz ve evsiz, bildiği hayatının dışına atılmış dört ayrı kadın, tek bir kadında parçalanıp bir araya geliyor aslında. Hepsinin nefesi kesilmiş. Hepsi, nefesine mal olan hikayeleri döküyor bir bir ortaya ve her biri, bir diğerinin hikayesinde almaya başlıyor nefesini. Kendisini karşısındakinde, karşısındakiyle iyileştiren ve yeniden keşfeden bu dört kadın, bir Orta Doğu boyunca yol alıyor. Çakıllı yollardan ve ıssız çöllerden geçerken, kurak bir coğrafyanın ancak onlarla yeniden hayat bulacağı salık veriliyor okuyucuya.

"Bakma sen, kadınlar tanrıçalarını asla terk etmezler. Sadece gizlenmeleri için onlara yeni kostümler dikerler!"

Kadınlığı ve kadın arkadaşlığını temel meselesi olarak alan roman, annesiz ve evsiz bu dört kadının bir de ülkeleri tarafından da istenmemesi haline temas ediyor. Bir yandan bir kadının nasıl sevilmesi gerektiğini ince ince ve sıklıkla dokurken, bir yandan bir ülkenin nasıl sevilebileceğini Tunus, Libya, Mısır ve Lübnan sokaklarından ve sofralarından geçerek aktarıyor. Kadınların tüm hüznünü, sevincini, acısını ve mutluluğunu insan seslerine ve yemek kokularına karıştırarak sunuyor. Beyaz gecelikli kadınların toprak sarı bir fonda düşe kalka dans ettiği bir film izletiyor Temelkuran romanında.

Yol bitiyor. Ve kadınlar nefes almaya başlıyor yeniden. Bir yol boyunca, onlarca hikayenin arasında, kadınlar tek bir vücuda durup, bir anda nefes almaya başlıyor. Yeniden. Atıldıkları hayatlarından yepyeni hayatlar doğuruyorlar kendilerine. İp ip dizdikleri göz yaşlarını düğümleyip birbirilerine, kendilerini doğuruyorlar benliklerinden. Tek bir nefesle.

“Bırakmak gerek, geride olan her şeyi orada bırakmak gerek.. Hayat, şimdi, burada.”


* bu yazı 11.03.2012 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

10.3.13

look at all of the damage you have done in time.


duygular hafızada temize çekilirken bir şeyler ters gidiyor. şefkat şiddetle yer değiştiriyor. dokunduğu her yerde iz bırakan ve her öpüşüyle temas ettiği yerlere iğneler batıran bir ağ gibi işleniyor bilinç. altının üstüne geldiği her nefeste, doğru ve yanlış yer değiştiriyor.

sevmek ve mücadele etmek düğüm olup sarılıyor genize. ve her nefes alışta bir yumruk oturuyor göğüs kafesinin ortasına. saçı kavradığı gibi bele dolanan parmaklar, ete değdiği gibi tuzla buz oluyor. her yanlış bir yalanı ve her temas bir anıyı siliyor.

belirsizlik huzura, kaos dinginliğe galip geliyor. tek bir an, bedenden geçtiği gibi, tıpkı ışık çubukları gibi, binlerce duyguya bölünüyor. parçalanıyor. dağılıyor. sadece gece, bütün çirkinliklerin üzerini örterek her şeyi son derece mümkün ve olabildiğince parlak gösterebiliyor.

beden yaşadığını, ancak, sarsıldığında hissediyor. bir şeylerin yerine oturması için, daha büyük ve şiddetli duyguların ortaya çıkıp, olan olmayan her şeyi yerinden kaldırması ve sağa sola savurması gerekiyor.

bir noktaya sabitlenen bakışları, tutuldukları renkten başkasına çekecek bir ses duyuluyor. bir parmak şıklatması hızında dağılıyor dikkatler ve bir çilin tende belirginleşmesi kadar zaman gerekiyor nabzın yeniden, aynı hızında, atması için.


asimetrik bir bedenin tutarlı duygular beslemesini kim bekleyebilir ki?

6.3.13

in a dream i saw you walking, like a kid alive.


she was a genius of sadness, immersing herself in it, separating its numerous strands, appreciating its subtle nuances. she was a prism through which sadness could be divided into its infinite spectrum.

uykunun her haliyle, bir şekilde anlaşamıyorduk. gözlerimizi uzun süre kapattığımızda bozulan kimyamız yüzünden uykuyla uyanıklık arasında salınıyorduk yarı bilinçli ve pür dikkat. 

bildiklerimizi huzurlu ve tedirgin, bölünmüş uykularda unutup, tedirginliklerimizi uzunlamasına ve derinlemesine, kesintisiz olanlarda hatırlıyorduk.

rüyaları gerçeklere, dinginliği kaosa yeğleyip ipimizden kopana kadar koşup dizlerimiz ve avuç içlerimiz kanayana kadar yuvarlanıyorduk. vücudumuzda oluşan morlukları yavru birer hayvanlarmış gibi seviyorduk.

parlayan gözlerimizin kaynağı, kahkahalarımız ve acıyan parmak uçlarımızdı. yazarken hep, bir ikinci şansımız vardı. 

ve bu kez mevsimi değildi.