31.12.11

the year that was 2011

senenin 'en iyi 100'leri ortalığa dökülmüşken ben de 2011'i rakamlara ve cümlelere dökmekten kendimi alamadım. belki 2012'de de ayağımı ona göre denk alırım.

işte başlıyoruz...


kitap: 47
sinema: 10
tiyatro: 1
konser: 10
sergi: 5

doğum: 1
cenaze: 1
düğün: 1

ocak: "kimsenin bulutlara bakmadığı bir şehirde bir lafı döndürüp dolaştırmadan anlatmanın imkansızlığı."
şubat: göğüs kafesimdeki kuşlardan birisini serbest bıraktım.
mart: önüm arkam sağım solum kaybedenler kulübü.
nisan: welcome hpv.
mayıs: elde diana f+ koşmak.
haziran: say hello to the angels
temmuz: just like seasons, people change, and so must their feelings.
ağustos: bi' şort, bi' atlet.
eylül: heartbeats and short hair.
ekim: heartbreaks and alcohol.
kasım: 4,0 cl votka citron, 1,5 cl cointreau, 1,5 lime suyu ve 3,0 cl kızılcık suyunun buz ile beraber shaker'da iyice çalkalanıp bardağa süzüldüğü yer.
aralık: bi' kot, bi' tişört, bi' de hırka.

hoşçakal.

28.12.11

an argument with myself.


- şu sıralar hayatının en büyük tembelliğini yapıyorsun!
- ne tembelliği? spora gidiyorum ya işte.
- aralık sonunda spora neden başladığını ikimiz de biliyoruz; "yeni yıl, yeni kararlar" kafası yaşamak istemiyorsun. bir nevi bridget jones'u yalancı çıkartmaya çalışıyorsun.
- bu da bir şeydir, değil mi?
- değil!
- ne demek, değil?
- şu an aklından geçeni adım gibi biliyorum, yılbaşı gecesi de evden çıkmak istemiyorsun. noodle'cıyı arayıp o gece açık olduklarını duyduğunda ne kadar sevindiğini gördüm. evde tek başına oturup, şarabını açıp okan izlemek istiyorsun. bir de şu 2011 listesi var. yalan mı? yalansa yalan de!
- evet, doğru. yine de aksi için mücadele de ediyorum. o şarabı kapıp üsküdar'a gitmek istiyorum. yiyecek olarak ne almak gerekir onu düşünüyorum. ayrıca ocak ayının ilk haftasında gidilecek iki tane event'i şimdiden kesinleştirdim bile.
- bunlar mazeret değil. yalnızlığı sevdiğini biliyorum.
- bildiğini biliyorum.
- ayrıca kalk da bi' vitamin iç. burnunu çekiyor olman hiç hoşuma gitmedi.
- yutkunurken de zorlanıyorum farkındasın, değil mi?
- terli halinle 2 derece havada eve yürümen pek de iyi bir fikir değilmiş demek ki. bu yol 2 dakika sürüyor olsa da.
- home alone indireyim ben iyisi mi, bulunsun bir kenarda.
- ?*! 

25.12.11

kırık olsaydı duramazdın.


sene 2010. aylardan yaz olmalı çünkü üşümeksizin yıldızların altında, kemal'de oturuyorsun. moda sahilinden gelen kokuyu içine çekiyorsun. en azından sen böyle hatırlıyorsun. ne yapacağını bilmediğin dönemler. deli gibi iş aradığın ama hangi işi aradığını bilmediğin günler.

karşında bir adam oturuyor. havadan sudan konuşuyorsunuz. ((en azından sen öyle sanıyorsun)) dakikalar ilerledikçe hangi sektöre yönelmen gerektiği konusunda kafanda bir şeyler beliriyor. çünkü o adam sana öyle şeyler söyleyip öyle sorular soruyor ki aslında zihnindeki birçok kapıyı aralamanı hatta açmanı sağlıyor. "neden editörlük olmasın ki?" seni cesaretlendiriyor. "blog yaz," diyor mesela. veya başka bir gün aklındakileri masaya döküp, "bunu senaryoya dönüştür," diyor.

bazen kızıyorsun o adama konuştuğunuz şeyleri hatırlamadığı için. ((en azından sen öyle sanıyorsun)) günlerden bir gün, "seninle ilk buluştuğumuzda da üzerinde bu pantolon vardı," diyor. işte o zaman, gerçekten, ama gerçekten, ne diyeceğini bilemeden kaçıp gidiyorsun.

*

1 sene sonra,
severek çalıştığım bir işim vardı.
yazdığımda beni iyileştiren bir blogum vardı.
o adam artık yoktu.

this is the way the world ends.

iyice sindirip, etraflıca kafa yorup öyle yazmak için günlerdir ertelerken şimdi de bambaşka bir engelle sarsıldım. seninle kevin hakkında konuşmak isterken malvina'yla tanıştım.


kevin'ı hatırlarsın, hani şu henüz on beş yaşındayken yedi okul arkadaşını, bir öğretmenini ve bir yemekhane çalışanını, incelikle planladığı bir katliamla öldüren çocuk. annesi eva'nın babası franklin'e yazdığı mektuplardan tanıdım onu. iç huzurunu kaosta bulan kevin. sevgi kelimesinin ne anlam ifade ettiğini, anne-baba-kardeş gibi birinci dereceden kan bağı olan insalara karşı beslenen duyguları, o duyguların neden beslediğini ya da gerçekten beslenmesi mi gerektiğini, sevginin elinin yetişmediği yerdeki boşlukların hatta uçurumların nasıl giderilebileceğini düşünürken...



tam da aile içindeki sevginin haddinden fazla gösterilmesi halinin içine çekildim. kırmızı başlıklı kız ağlıyor. malvina. 13 yaşının son günlerini yaşayan kız çocuğu. büyükbabasının tacizine maruz kalan kız çocuğu. sonunda, konuştuğu zaman sesinin çıkmasından korkmayan malvina, adaletin bekçisi...


kitabın sonunu nasıl getirdim, bir ben biliyorum. üç noktaların devamını nasıl getireceğimi ise bilmiyorum. hakkında konuşulması gereken o kadar çok şey varken aslında en çok susulan konu. ensest.



dünyanın en sonundaki ucu açık halka.


...

22.12.11

we were kids. what happened?


hayalerin vardı, değil mi? mutlaka vardı. belki hala vardır. hayal kurmak yasaklandığında bir dakika durmayıp camdan atlayacak ilk insanlardan birisindir belki. peki hiç mi pes etmedin? hiç mi umudunu yitirmedin neverland'den? asla var olmayacak bir ülkede, kendine asla yaşanmayacak bir hayat kurmaktan nasıl vazgeçmedin? nasıl vazgeçmezsin?

çocuktum. kendime neverland'de bir hayat kurmuştum. sonra büyüdüm. çok çabuk büyüdüm. dönüp geriye baktım. we are not in wonderland anymore, alice. şimdiyse aynaya bakıyorum. bütün bir günümü yatakta film izleyerek, kitap okuyarak, sigara içip çikolata yiyerek geçirmek istiyorum. yorgandan bir hayat yaratmak istiyorum. 

ama gözlerimi kısıp ileriye doğru baktığımda, 
bir adada yaşamak istediğimi fark ediyorum.

*

yeni yıl, yeni kararlar. ertelediğin her şeyi bir bir yerine getireceğin tertemiz sayfalar. ne kadar doğru, ne kadar yalan? ne kadarı gerçekleştirilebilir ki? tükenen umutları yeşertme çabası. aslında değişen tek şey 1 yerine yazacağın 2. rakamlar yani. sadece. hello, pessimism. 

peki ya gerçekten silkelenmek için bir bahaneyse? 

her ne dersen de, eğer kendini şaşırtmak ve şımartmak istiyorsan, örneğin aylardır savsakladığın spora yazılmak için '1 ocak' tarihinin gelmesini bekleme. seasonal affective disorder'a inat tahrip gücü yüksek kahkahalar atmaya devam et. dışarı çık, bi' hava al. eskiden seni ertelediğin şeyleri yapman için harekete geçiren bir ikinci kişi vardı belki, gerek blog açman için seni cesaretlediren gerek iş ararken yönlenmen gereken sektörü senin yeteneklerini gözüne sokarak gösteren birisi. o artık olmayan. 

o zaman içinde durmadan konuşan seslerden onunkine en yakın olanı seç. varsın deli desinler, konuş kendinle. duymak istemediklerini de yüksek sesle söyle. söyle ki -belki neverland'de değil ama- adım attığın şu hayatta kendine ait bir ada olabil. 

ol.

19.12.11


"well, we're all wounded. we carry our wounds around with us through life, and eventually they kill us. things happen that leave a mark in space, in time. in us."

18.12.11

sandık.içi


lisans dönemimde, sınav tarihlerinin açıklanmasıyla çizgisiz kağıdı, cetveli ve kalemi alır manuel takvim hazırlamaya girişirdim. şöyle 6'ya 6 karelerden 2, bilemedin 3 haftalık takvimler. duvara astığımda nasıl bir hengameyle karşılaşacağımı bilmek beni sakinleştirirdi sanki. hangi günü nelerle karşılayacağımı bilirdim. başıma ne geleceğini bilirdim. duvarda yazardı.

bugün de manuel takvim yapmak için kolları sıvadım. bu seferki tamamen event'lere ayrılacak, tam 1 seneyi kapsayacak bir takvim olacaktı. love, 2012. masanın alt gözünde duran 29,7*42 cm'lik defterimi çekerken içindeki kağıtlar yere dağıldı. bütün bir 2004-2005 dönemi parkenin üzerine saçılıverdi. öylece. sereserpe geçti gözümün önünden. yalnız yaşadığım o uzak evdeki ben. hayaller. resimler. birçoğunun köşeleri bant izli. bazısının rengi solmuş. taşınırken duvarlardan çıkartıldıktan sonra bir daha gün yüzü görmemiş resimler. hayaller.

durumu daha fazla dramatize etmeden başladım çizmeye. çizgisiz kağıt, cetvel ve kalem. taslağı bitirdikten sonra numaralandırma için doğru rengi ararken kendimi resim eşyalarımın olduğu kutunun kapağını açarken buldum. kapalı olmalarına rağmen tozlanmış defterler, eskizler, kalemler, boyalar...

*

aslında kendime o kadar kızıyorum ki. bir yeteneğim var ve ben bunu yok sayıyorum. "eskiden," diyorum, "çizerdim." peki şimdi neden çizmiyorum?

neden?!

gerekçem çok ama hiçbirisi geçerli olacak kadar mantıklı değil. hatta o kadar saçmalar ki yazıya dökerken, ağızdan ilk kelimesi çıkarken bile çürütülebilir. o yüzden susma hakkımı kullanıyorum.

cevap aramaktansa elime kalemi alsam, diyorum, kaldığım yerden devam edebilir miyim?

15.12.11

and then i woke up!


tıkanıyorum. hayatın akışında, adım atacak yer bulamıyorum.

ve bu yüzden yazamıyorum. ister yoğunluk de, ister yorgunluk. zihnimi boşaltmak için gerçekleştirdiğim eylem bomboş bir kağıt olmuş bana bakıyor.

hep eklemlerim ağrıyor. ister çok oturmak de, ister lodos. dinlenmek için yattığım yatak rüyalarımı kaçıran soğuk taşlar gibi boylu boyunca uzanıyor.

masmavi oluyorum.

yine de biliyorum. uyanacağım an'ı bekliyorum. 

11.12.11

no longer ago than last week...


her günün bir öncekine benzediği haftaları devirirken bile aslında her birini diğerinden ayıracak -ufak da olsa- mucizeler yok değil. bu da hayatın monotonluğunu bir nebze de olsa kırmanın eğlenceli kısmı. geçen hafta da böyleydi. hayatın dayanılır ve sürdürülebilir olmasını sağlayan da -belki- herkesin bildiği şeyleri yeni(den) keşfederek yenilenmek değil mi zaten? bakalım geçen yedi günü farklı kılan ne olmuş...

- melis uslu tasarımlarını keşfettim.

markafoni'den aldığım kolyenin kancasıyla yaşadığım sorun yüzünden kendisine mail atarak ulaştığım, anlayışı ve sıcaklığı sayesinde iki gün sonra kendimi dinette'de onunla karşılıklı kahve içerken bulduğum takı tasarımcısı. öyle bir enerjisi ve güzelliği var ki... hani içi dışına yansımış dedikleri cinsten. tasarımları da bir o kadar orjinal, dikkat çekici. profesyonel alanda bir şeyler yapmanın ötesinde, iyi bir arkadaş olacak kadar samimi. ilgini çekerse kendisine ait bir web sitesi var.

- chanel'i yeniden-keşfettim.

bu bir moda blogu değil, olmayacak da. ben de bir moda gurusu değilim, olmayacağım da. karl who? is the perfect question, but... evet, bir üç noktaya ihtiyaç var zira paris'te gerçekleştirilen pre-fall 2012 defilesi beğeniden önce bir saygı duruşunu hak ediyor. e biz de durup önünde eğiliyoruz tabi.

- kahvaltının mutlulukla olan ilgisini yeniden-keşfettim.

daha önce tea vs. champagne'de bahsetmiştim. zaten bu hafta neredeyse bütün akşamlarım kahvaltı sofrasında geçti. kabul, çok orjinal lezzetler yoktu masada ama kahvaltı yapıyor olmanın getirdiği hafifliklik inan bana her şeye değer. şayet değişik önerilere açıksan şu şiir gibi fotoğraflara bakıp yutkunabilir, çok beğendiklerin için kolları sıvayıp mutfağa girebilirsin.

- piyango'ya bağlanan umutların tükenmediğini keşfettim.

tabi bu benim için geçerli. alınan yılbaşı biletine amorti bile çıkmaması üzerine iki sene bilet almama döngümü bu sene kırdım ve inanmanın gücüne inandım. en azından ufak da olsa bir umut beslemenin kimseye zararı olmayacağını düşünüyorum. almadığın bilete bir şey çıkmasını bekleyemeceğin gibi zaten senin olmayan bir parayı kaybettiğini düşünerek de kahrolamazsın sonuçta. so? çeyreğim hazır, umutlarım ve hayallerim de.

- askerliğin karın ağrıttığını pratikte de keşfettim.

ilk kez çevremde bu kadar çok askere giden erkek var ki bir tanesiyle de aynı evi paylaşıyorum. bedelliydi, bedellinin parasıydı derken son on gün içinde apar topar askerlik işlemlerini halleden bu er kişinin nereye gideceğinin yarattığı stres sonucu mideye oturan ağrının, sonucun maltepe kartal olduğunu öğrenmemizle zafer sarhoşluğuna dönüşmesi gerçekten paha biçilemezdi. anti-militarist bir insan olarak beni böyle bir şeye sevindiren şartlar için söyleyecek bir çiftten fazla lafımı ise kendime saklıyorum. teşekkürler.

- gotye'yi keşfettim.

cuma günkü ocak ayı kapak çekimi esnasında dinlediğim ve eve geldiğim gibi bütün albümlerini arşivime eklediğim bu belçikalı adamın somebody that i used know şarkısını kaç kere dinlediğimi saymayı bıraktım bile. mutlaka dinlemelisin.

- geçmişe saygı duruşunun burukluğunu yeniden-keşfettim.

dün öğlen okuyacak kitabımın kalmadığını fark ettiğimde dvd kutusuna saldırdım. sayfalar arasında gezerken gözüme tek bir kelime takıldı: control. ian, "existence. well, what does it matter? i exist on the best terms i can. the past is now part of my future. the present is well out of hand...i have no control anymore," derken yutkunamadım bile. ardından hiç tereddüt etmeden factory girl'ü açtım; "-just be yourself. / -oh, which one?" edie ve hüzünlü gözleri.


üzerinden çok zaman geçmemesine rağmen aslında geçmişte kalan bir hafta kayıtlara bu yeni ve yinelenen şaşırtıcı şeylerle geçti.

next, please.

8.12.11

tea vs. champagne


bu sabah ofise gitmeden önceki nişantaşı durağımızda bir şeyler atıştırmak için kırıntı'ya oturduk e.'yle. niyetimiz kahvaltı yapmaktı. mönüye baktığımızda, kahvaltı başlığının altında sıralanmış yiyecek ve içeceklerin arasında şampanyanın da olduğunu görüp dalga geçtik: "ben zaten asla şampanya olmadan kahvaltı yapamam."

akşam eve gelirken metrobüste ev arkadaşımı aradığımda yemek için "yine kahvaltı yapalım," dedik. normalde yaptığımız gibi her şeyi tabaklara hazırlayıp tepsiyle koltuğa kurulmaktansa yorgunluğuma aldırmadan kallavi bir sofra kurdum ve herkes geldiğinde yaklaşık bir saat sohbet edip çayımızı içerek karnımızı doyurduk.


gecenin ilerleyen saatlerinde, "madem altyazısı da gelmiş bari gossip girl izleyeyim," diyerek bilgisayarın karşısına geçtim ve açılış sahnesinde kahvaltı yaptıklarını gördüm, şampanya ile. haliyle screen shot almaktan kendimi alıkoyamadım.

ve bu kadar tesadüfün üzerine kahvaltı hakkında yazmaya karar verdim. öncelikle, neydi bu kahvaltıda şampanya olayı? aldığım ss dışında bir görsel bulma umuduyla google'a tamamen içgüdüsel bir şekilde champagne breakfast yazdığımdaysa asıl şokla karşılaştım. böyle bir kavram gerçekten vardı, hem de wikipedia'da. aynen aktarıyorum: 
"A champagne breakfast is a breakfast served with champagne or sparkling wine. It is a new concept in some countries and is not typical of the role of a breakfast.

It may be part of any day or outing considered particularly luxurious or indulgent. The accompanying breakfast is sometimes of a similarly high standard and include rich foods such as salmon, caviar, chocolate or pastries, which would not ordinarily be eaten at breakfast or more courses. At fashionable restaurants the breakfast can cost £4,000 or more. Instead of as a formal meal the breakfast can be given to the recipient in a basket or hamper."
evet, belki kavramın kendisi içinde kahvaltı-dışı bir formatı barındırıyor olabilir ama yine de ondan rol çaldığı kesin. hem de oldukça yüksek bedelli bir rol.


peki kahvaltı nedir? sadece günün öğleden önceki ilk yarısında yapılan ve bizi -en azından yapanları- güne dinç başlatan bir geçiş evresi midir? yoksa günün herhangi bir saatinde yapılması makbul mudur? kahvaltıya adını veren içerdiği besinler midir? beraberinde içilen şey kahvaltıyla olan mesafenizde bir değişiklik yaratır mı?


ben hafta içi kahvaltı yapan biri değilim. çünkü benim için kahvaltı bir ritüeldir. anne karnı gibi geniş bir mutfakta ya da masada; tadına bakmak isteyeceğim her türlü peynirin, domatesin, salatalığın, kreplerin, -tercihen yumurtalı-ekmeğin, reçelin, nutellanın...yer aldığı tabaklarla; taze sıkılmış portakal suyunun bitip çayların doldurulduğu bardakların üzerine türk kahvesinin içildiği; bir gazeteden diğer ilaveye geçilen, saatlerce süren bir ritüeldir. günün hangi saatinde yapıldığı farketmez. bu koşulların sağlandığı her öğün kahvaltıdır, ve kahvaltının mutlulukla çok sağlam bir bağı vardır.


onun dışında, öğlen yemeğine kadar açlıktan ölmemek için tırtıkladığım tostun ya da televizyonun karşısında kaşıkladığım cornflakes'in bununla uzaktan yakından alakası yoktur. ve champagne breakfast'ın. 


really.


içinde havyar ve şampanya olan bir öğüne kim kahvaltı diyebilir ki? 

7.12.11

between waking and sleeping


istanbul'da iki gündür şiddetli bir rüzgar var. adı lodos. ve aralık ayında lodos şu anlama geliyor; yürürken bir yandan gözüne kaçan tozu çıkartmaya çalışırken diğer yandan birden terlemene sebep olan montun düğmelerini açmak. 

rüzgarda dağılan saçını, başını, aklını saymıyorum bile. aslında öncelikle bunları saymalayım zira bu şiddetli rüzgar yüzünden kendini gerçekten kaybedebiliyorsun. 

ne eklem ağrıların yüzünden doğru düzgün oturabiliyorsun, ne şişlik yüzünden normalde düşen yüzüklerini parmaklarına takabiliyorsun, ne de sarsılan zihnin yüzünden düzgün düşünebiliyorsun. gözlerin o kadar ağırlaşıyor ki hiçbir şeyi tam olarak göremiyorsun. başın o kadar ağrıyor ki hava düzelene kadar kesip masaya bırakmak istiyorsun. beline kas gevşetici sürerken mentol kokusundan miden bulanıyor.

anlayacağın topyekün bir sersemlik hali. 

yataktan çıkmak istemiyorsun ama yatmaya devam etsen de uyuyamayacakmışsın gibi. insanlarla konuşuyorsun, insanları dinliyorsun ama sanki orada yokmuşsun gibi. 

yapman gerekenleri düşünüyorsun; siteyi, projeyi, tezi. gitmen gereken yerleri listeliyorsun; çekimleri, sergileri, konserleri. 

sonra dönüp kitabını okumaya devam ediyorsun: kevin hakkında konuşmalıyız. kendi sersemliğini unutmak için henüz on beş yaşındayken yedi okul arkadaşını, bir öğretmenini ve bir yemekhane çalışanını, incelikle planladığı bir katliamla öldüren kevin'ın annesi eva'nın yazdığı mektupları. eva'nın, kevin'ın içindeki bu nefreti besleyen şeyin aslında kendi oğluna için için beslediği nefretten mi kaynaklandığı sorusunun cevabını bulması uğruna sayfalarda kayboluyorsun.

lodos kendini sorgulamana fırsat vermiyor. uyanıklıkla uyku arasında bir yerde geçmesini bekliyorsun sadece. saçlarının, aklının, parmaklarının arasından geçip gitmesini. bu kadar sert esmese rüzgara karşı yürürsün bile. ah bir de gözüne toz kaçmasa...


yine de kahveni alıp, sigaranı yakıp kitap okumak için iyi bir zamandır belki de, kim bilir?

4.12.11

dear santa...


seninle çok seviyeli bir ilişkimiz olduğunu kabul ediyorum. hatta bu ilişki o kadar seviyeli ki ne ben sana daha önce yazdım, ne de sen beni şaşıttın şu güne kadar. fakat, çeyrek asrı geride bırakırken, artık seninle uzlaşmamızın zamanının geldiğini düşünüyorum. bu karara ne zaman mı vardım? amazon'da kitaplar arasında dolaşırken. add to demekten wish list'imin buradan fizana yol olduğunu fark ettim. adı üstüne wish, bilmem anlatabildim mi?

hazır sokaklar kokinadan kıpkırmızı olmuşken, tarçın kokusu pencerelerden odalara sızıyorken ve damarlarımda sıcak çikolata dolaşıyorken gel seninle bir anlaşma yapalım. geçen 25 senenin şerefine, sayısını henüz bilmediğim kitapları bir gün kapımda bulayım, ne dersin? ya da şöyle yapalım, sen yılbaşında büyük ikramiyenin vuracağı piyango biletini kapımın altından at, kitapları ben kendim alayım. bu kadar hukukumuz olduğuna inanıyorum. ne dersin?

anlaştık mı?