29.11.11

göğe bakma durağı


metropolde yaşıyorsan feragat etmen gereken pek çok şey vardır. medeniyetle eş sürdürdürülen hayatların artılarının karşısına yazılan eksilerdir bunlar. ve bu eksiler genellikle karanlıkta ortaya çıkar. tam da kendinle başbaşa kaldığın anlarda görürsün büyük şehirlerin en çirkin yüzünü. rüzgarı sert eser, yoluna taş koyar, peşine adamlar takar; adımlarını sayamaz hale gelirsin. karanlıktır bunun sebebi. yapay aydınlatmayla daha da körleşen karanlık. yönünü bulmak için gökyüzüne baktığında ise zifiri karanlık, kendi gerçeğinde kaybolacak kadar. karanlık.

çünkü metropoller yıldızları yutar. ferah feza bir deniz kenarında -örneğin olimpos'ta- yolunu bulmanı sağlayan yıldızları büyük şehirlerde göremezsin tam da bu medeniyet yüzünden. yattığın yerden tavanı yırtmak istersin en yalnız anında ama nafile. balkona çıkıp bir hava alsan? binalardan ve antenlerden başka ne sayabilirsin ki başını kaldırdığında...

işte metropol senden bu fedakarlıkta bulunmanı ister: göğe bakma durağında inemezsin bu yolculukta. yıldızlara isim verme özgürlüğünü alır elinden. hangisinin yıldız hangisinin uydu olduğunu öğreten ilkokul bilgin bile körelir zamanla ve sen yıldızlarla olan bağını sonsuza kadar kaybetmeye mahkum olursun. odanın tavanına uzay haritası asmayı düşünecek kadar acınacak hale gelirsin çünkü insanlar bu isteğini duyduğunda bile gülerler sana. ya da dövme yaptırdığında illa altında başka bir şey ararlar sanki yıldızdan öte bir anlamı varmış gibi. onlar hep ulaşılabileni, burunlarının ucundakini istemekle yetindiklerinden ya da bunun gerçek olamayacak kadar saf olduğuna inandıklarındandır belki. belki de senin aklın bi' karış havadadır, kim bilir. yine de yıldızlardır seni bu dünyaya bağlayan ve bu dünyadan bir an olsun uzaklaşmanı sağlayan. 

işte skyview sana bu özgürlüğü -sınırlı da olsa- sunuyor. karanlıkta, yattığın göğün altında hangi yıldızları üzerine örttüğünü gösteriyor. uyduyla yıldız arasındaki farkı öğrenip gezegenlerden yastık yapıyorsun kendine. burcunu gösteren takım yıldızı karşısında büyüleniyorsun. venüs'ü bulduğundaysa secdeye varıyorsun. metropolün karanlığını aydınlatmaz belki ama yalnız kaldığında artık tavanı yırtmak yerine ne yapacağını biliyorsun; yıldızlara dokunacaksın. ve artık daha huzurlu bir uyku uyuyabileceksin.


special thanks to b. 

28.11.11

a place called home


bugünlerde ev arayan çok yakın bir arkadaşımın çaresizliğine tanık oluyorum. şehir dışından gelip, çok da güzel bir iş bulup 'koca' istanbul'da kendisi için tutacak bir ev bulamayan arkadaşımın çaresizliği. 

büyük/küçük, aydınlık/karanlık, uzak/yakın, pahalı/ucuz...bileşenlerinin arasında kaybolup hayat denklemini bir türlü çözememek gerçekten sinir bozucu. istanbul'da ev bulmak gerçekten sabır işi. peki neden? bu işi bu kadar zorlu kılan ne? ev bulmaktaki sınırlarımızı belirlerken hangi kriterleri dikkate alıyoruz ve nelerden feragat ediyoruz? ev dediğimiz yer kapısını kapattığımız an bize ait bir dünya yaratıyorken neden hala dış dünya ile olan bağımızı kopartamıyoruz?

üniversiteyi kazanıp istanbul'a geldiğim 2003 eylül'ünde, 1 seneliğine mecidiyeköy'de kalmak gibi bir hata yaptım. hata diyorum çünkü her ne kadar ulaşımın merkezi olsa da, aslında tam da bu merkeziliği yüzünden, bir türlü ne olacağına karar verememiş bir semt mecidiyeköy. iş yerleri ve evlerin insan ve araç kalabalığında içiçe geçtiği tam bir keşmekeş. beşiktaş'tan 10 dakikada ulaştığınız ev, her seferinde anahtarı kapıya bir sinir harbiyle soktuğunuzdan mütevellit, asla huzur bulamadığınız yer olup çıkıyor.

1. sınıfa geçtiğimdeyse büyük çekmece'ye yerleştim en 'kahraman' tavrımla. tek başıma sessiz sakin bir yerde yaşayacak olma fikri, her gün yolda geçirdiğim sürenin toplamda 3 saat olması sebebiyle bir süre sonra beni yoldan dolayısıyla okula gitmekten bezdirdi. market alışverişi dışında evden çıkmaksızın resim yaptığım bir dönemi de böyle geçirdim. uzak, steril bir hayat. kendimi televizyonla konuşurken bulduğumda da bir şeyleri değiştirmem gerektiğini anladım.

2. sınıfı sürekli sakarya'ya gidip geldiğim için ev olgusunun dışında tutuyorum zira gerçekten "evim" diyebileceğim bir yerim yoktu. daha sonra yeldeğirmeni'ne, arkadaşlarımın yanına yerleştim. gayet merkezi bir yerde olmasına rağmen apartman boşluğuna bebek bezi atan komşuların varlığı dolayısıyla yerine oturmayan taşlar vardı orasıyla ilgili. evet, geçirdiğimiz zamanın güzelliğinin ve keyfinin tarifinin olmamasına rağmen orası, gerçekten, öğrenci evi tanımını karşılayacak niteliklere sahipti.

ve lisans öğrenimlerimiz bitip silkelenme zamanı geldiğinde osmanağa'ya taşındık. bu ev için hep "temiz sayfa" tabirini kullandım. öyle de oldu. bu eve gelirken bütün sayfalarımı temize çektim. hayatımı düzene oturttum, en azından çalıştım ve bir süre sonra da başardım. aradan 3,5 sene geçti ve artık bir şeyler dar gelmeye başladı. "taşınacak olsam hangi semtte otururum?" şu sıralar kendime en çok sorduğum soruların başında geliyor sanırım. ve arkadaşımdan gelen her telefonda verdiği olumsuz haberler yüzünden istanbul'da dilediğim şartlar altında yalnız yaşamamın neredeyse imkansız olduğunu farkettim.

aslında bu şartların ne olduğunu daha sık düşünüyorum, özellikle semt konusunda. bir tercih yapmam gerekiyor: iş yeri mi hafta sonu mu? hayat mı huzur mu? karşıya, avrupa yakasına geçmek demek trafikten kurtulmak demek aslında öncelikle. trafikte geçen yorucu ve stresli saatlerden kurtulmak. hayatın hareketli olduğu kanala karışmak demek ve de. akşama ne yapacağının tercihini trafiğe ya da havaya değil, kendine bırakmak. kalabalıklara karışmayı senin seçmen, "olmadı çeker kapımı oturur kitabımı okurum," demek. bu tarafta, anadolu yakasında kalmaksa yoğun geçen bir 5 günün ardından hafta sonunu sakin geçirme garantisinin altına imza atmak demek. tanıdığın herkesin toplandığı yakın bir çevrede vakit geçirmek aynı zamanda. 10 dakikalık yürüyüş mesafesinde alıştığın deniz kokusunu içine çekmek.


artıları ve eksileriyle, şayet evine bağlıysan ve istanbul'da yaşayacaksan kendinden ne kadar ödün vereceğini ölçüp biçmen gerek. her ne kadar kapalı olsa da, o kapı açıldığında karşında neyi görmek istediğini bilmen gerek. evinde kendine ait bir hayat kuracaksan o hayatı nasıl besleyeceğine karar vermen gerek.

bu bölünmüşlüğü ve dağınıklığı toparlamak gerçekten yorucu. neyse ki kendi denklemimi çözmek için biraz daha zamanım var.

26.11.11

let me introduce you...


sana kendimden bahsedeyim biraz -daha-.

güne kahve ve sigara içmeden başlayamadığımı artık biliyor olmalısın. hani şu afyonu bir türlü patlamayan, baş ağrısı bir türlü geçmeyen insanlar vardır ya. bu ritüeli gerçekleştirmediğim takdirde, işte ben de onlar biri olurum. dükkanı açmak için kafein ve nikotine ihtiyacım var diyebilirim.

çikolatayı sevmem. çünkü ona karşı beslediğim duyguları ifade edebilecek doğru kelime sevgi değil. bu daha çok, bağımlılık gibi ya da zaaf. mesela şu an yediğim kinder shoko bons'u tavsiye ederim, ne kadar yediğimin farkında olmadan bir paketin dibini görebilirim. kısaca, çikolataya karşı koyamam diyebilirim.

saçlarımın enseme değmesinden nefret ederim. ve gözüme girmesinden. o yüzden çok zor günler geçirdiğimi itiraf etmeliyim. uzunlarken 47657 şekilde toplanabiliyorlarken şu an ensemde iki tane parmak kadar tokayla kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum diyebilirim.

uykuyla aramda seviyeli bir ilişki vardır. uyku diye ölüp kendimi bitirmem. an gelir alarm çalmadan önce bile uyanırım. ama iş birisini uyandırmaya geldiğinde o an cehennemi yaşarım. ne telefonla ne seslenerek... konu birisini uyandırmak olduğunda kendime kaçacak delik ararım diyebilirim.

eve girdiğim an üzerimi değiştiririm. günü geçirdiğim kıyafetlerin 1 saniye daha üzerimde durmasına dayanamam. isterse dünyanın en rahat kıyafeti olsun, ev sınırları dahilinde büründüğüm kılık birbirinden alakasız tişört ve pijamaların o anki kombinasyonlarından birisidir. bu anlamda rahatıma biraz düşkünüm diyebilirim.

terlik giymekten hiç hoşlanmam. kaldı ki çorap denen olguyla da bir türlü barışamadım. vücudumun kapana kısılmış hissinden kurtulmak için yaz kış evde çorapsız gezerim. yalın ayak gezmenin dayanılmaz hafifliğine varmak için yerlerin her daim temiz olduğu bir ev, en büyük hayalimdir diyebilirim.

bütün paramı, hiç acımadan, kitaba yatırabilirim. bir duvarı kitaplık olan bir odada yenilerine yer açmaya çalışırken obsesif tarafıma el sallarım zira kitapların sırası çok önemlidir. bu anlamda hayatımın bir odasını ya da en büyük duvarını kitaplarla kaplayacak kadar tutkuluyum diyebilirim.

hiçbir kuvvet beni zayıf olduğuma ikna edemez. bu 48 kiloyken de böyleydi 50 kiloyken de böyle. teoride kadınların fiziksel olarak belli bir kalıba sokulmasının ne kadar yanlış olduğunu savunurken pratikte bu savımı asla hayata geçiremem. kafamda birkaç tahtanın eksik olduğunu kabul edecek kadar da kendimdeyim diyebilirim.

bir şeye bağlanmak için onu gerçekten sevmem gerekir. aksi halde, hiçbir kuvvet bana sevmediğim bir şeyi yaptıramaz, başladığım şeye devam ettirmeye zorlayamaz, bir şans daha vermem konusunda ikna etmeye çabalayamaz. "tuttu yine sarı damarın," dedirtecek kadar inatçıyım diyebilirim.

eğer bir şeyi gerçekten seversem çok zor vazgeçerim. -bir noktaya kadar- bütün kapıları çalar, bütün şartları zorlar yine de o duygusal bağı sağlam tutmaya özen gösteririm. konu sevdiklerim olduğunda üzerine kendimi koyacak kadar bağlılık gösteririm. kendimi tanıdığım kadar da kendimden ödün veririm diyebilirim.

yeniliklere açığımdır. gitmediğim bir yer, yemediğim bir yemek, içmediğim bir kokteyl, izlemediğim bir film...şayet benim sınırlarım etrafında dolaşacak kadar bana yakınsa cevabım 'evet'tir. gidelim, yiyelim, içelim, izleyelim kalıplarının başına bir 'hadi' eklemem hiç de zor olmaz. kendi kalıbımın içine sıkışıp kalmayı sevmiyorum diyebilirim.

şu an 4,0 cl votka citron, 1,5 cl cointreau, 1,5 cl lime suyu ve 3,0 cl kızılcık suyunun buz ile beraber shaker'da iyice çalkalanıp bardağa süzüldüğü yerdeyim. sen buna cosmopolitan dersin, bense sadece Z. dengesizliğimden dengesi iyi ayarlanmış bir içki kadar zevk alıyorum diyebilirim.




tanıştığımıza memnun oldum.

25.11.11

really?!

kırtasiye ürünlerine karşı her zaman bir zaafım olmuştur. özellikle defterlere. gözüme orijinal görünen her defter benim için arzu nesnesi olmaya adaydır. kullanılan, kullanılmayı bekleyen; alınan, alınmayı bekleyen; atılan, saklanan onlarca defter. bunların arasında da bir çeşidi vardır ki hafızama ne kadar güvensem de yine de yanımdan ayırmamaya ve sıklıkla kullanmaya özen gösteririm: not defteri. her an her yere post-it yapıştırılamayacağından mütevellit unutulmaması gereken şeylerin kaydının düşüldüğü küçük bir defter çantamın olmazsa olmazıdır. yine de, şayet unutmamam gereken şeyler odamın sınırları içinde halledileceklerse bu konuda post-it'in hakkı teslim edilir. duvara, panoya, masaya, laptop ekranına olmak üzere bulunan her yere, itinayla yapıştırılır. işi bitenler aynı zevkle çöpe atılır. kaleme ve kağıda dokunmanın zevki böyle yaşatılır. 

derken...

ben, böylesi manuel hatırlatma teknikleriyle hayatımı idame ettirirken ve bundan ziyadesiyle memnunken bu sanal post-it nedir?! 


kağıdımı ve kalemimi bana bırak teknoloji, gerisi senin olabilir.

22.11.11

the tooth fairy.

mitler. gerçeküstü ve bir o kadar da gelenekseller. gerçek dünyaya adapte olma aşamasındaki geçişi yumuşatacak kadar da naif ve zararsızlar. çünkü çocukların kaybettiklerini yerine koyarken daha gizemli hikayelere ihtiyacı var. peki ya yetişkinler için durum böyle mi? biz kaybettiğimiz bir yılı hediyelerle telafi etmeye çalışırken noel baba'nın yazdığımız mektuplara cevap verdiğini düşünerek mi seviniyoruz? ya da iltihaplandığı için dişçiye gittiğimizde, zamanında düşen süt dişinin karşılığının yastığın altında olduğu fikrine inanmamamızın cezasını çektiğimizi mi düşünüyoruz? gerçeklere bu denli sıkı sıkıya bağlı olmak şart mı yoksa senede bir kez paskalya yumurtası boyamak ruhumuzu sakinleştirecek etkiye sahip mi?

aslında işte olmam gereken bir günü 1000 mg'lık antibiyotik ve 550 mg'lık ağrı kesici etkisi altında, ziyadesiyle şiş ve zonklayan çenemin biraz olsun iyileşmesini umarak yatakta geçirdim. ve düşündüm; fiziksel görüntüsünde bile henüz ortak bir kanıya varılamamış bu fantastik karakter nasıl olur da etkisini hala sürdürecek kadar geleneksel bir niteliğe sahip olur? kah bir peri kah bir fare olarak vücut bulan bir diş perisine inanmayacak kadar gerçekçi bir çocukluk geçirmenin ileride hayal gücü üzerindeki etkisi ne olur? ve yataklara düşürecek kadar şiddetli bir diş ağrısı çekiyor olma gerçeğinin sorgulattığı şey neden gerçek üstüne karşı meydana gelen deformasyon olur?

insanın içindeki çocuğun kendisiyle birlikte büyütmesi durumu bu heralde. hatta içindeki çocuğun kendisinden çok önce büyümesi. doğruyla yanlışı ayırt etmekten öte, gerçeklikle yapılan şu bozulması imkansız anlaşma. bu durumda küçükken yaşıtlarınla evcilik oynamak yerine bir koltukta kitap okuyarak geçiriyorsun zamanını örneğin. jack'le fasulye sırığına tırmanmaktansa mavi saçlı kız'ın dramına ortak oluyorsun. bugünse, 25 yaşını bitirirken, etrafına baktığında gördüğün şey diş perisi değil yutmakta zorlandığın ilaçlar oluyor. ve sen buna büyümek diyorsun. onlarsa içindeki çocuğun senden önce öldüğünü iddia ediyorlar. 

21.11.11

like eating glass.

day: saturday
place: bast cafe / moda
with: B.

day: sunday
place: palma d'oro / şaşkınbakkal
with: M.


kelimeler geldi önce masaya birer birer.
sokaklar çikolatayla kaplanıp sunuldu tabakta.
ve evler ısıttı içimizi içilen her kahvenin aromasında.

doğrular.
yanlışlar.
gerçekler.
gerçek olması istenenler.
ilk başta, her ısırık ve yudumda ağızdaki o kan tadını kamufle etmek için yakıldı sigaralar.
gözbebekleri büyüdü sonra, yüzdeki kırık parçalar toplandı ordan burdan, sağdan soldan; biraz senden, en çok benden.
gerçek bir gülümseme yerleştiğindeyse tam göğüs kafesinin ortasına, işte tam o anda, tek bir cam parçası kalmadı geriye.
bu kez tadına varıldı yenilen her çikolatanın, içilen her kahve ve sigaranın.


iki gün.
iki yer.
iki kişi.


hayatın dizginlerinin elinden kaçtığını sandığın anda seni silkeleyip aslında tam da gözünün önünde olan şeyleri gösteren, kendinin farkına varmanı sağlayan insanların olması büyük şans. bu gerçekten şans işi. hayır, kurduğun ilişkilerin şans eseri olduğunu kastetmiyorum. söylemeye çalıştığım, hayatını böyle insanlarla paylaştığın için aslında ne kadar şanslı olduğun. sen ne kadar yalnız olduğunu söylesen ya da yalnız kalmak istesen de içinde bir yerlerde ya da ahşap bir masada karşında sana aksini hatırlatanların varlığı, gerçekten çok-büyük-şans.

19.11.11

just z.


- beklentiler demiştin ya, aslında benim beklentilerim yoktu. bu ilişkiye başlarken hiçbir şey beklemiyordum. onları sen yarattın. sen inşa ettin. ve sonunda yıktın. altında kalan ben oldum.


tam da böyle oldu. başladığında dakikalarca ve hararetle anlatılan bir kıvılcım sadece, "bittik," kelimesiyle son buldu. şu ana kadar ne hissettiğimi bilmiyordum, gerçi hala da bilmiyorum. aradan geçen sekiz saatten -sayısız sigara, iki fındık votka, dört bira ve bir kahveden- sonra yatağımda ayaklarımı uzatmış bunları yazarken bile, hala bilmiyorum. içimden var olabilecek duyguları geçiriyorum; öfke, nefret, sevgi, özlem... sadece üzgün'ün yanına bir tik atabiliyorum. yine de bu kadar basit olmadığını biliyorum.

dışarda ayak üstü konuşulan 10-15 dakika kadar da basit değil aslında. "unuttum," ya da "özlememişim," kadar da net değil hiçbir şey. yine de sakin bir düşüş. günlerdir yeri hazırlandığı için çok sert olmayan bir düşüş. şaşırtıcı olmadığı için -mümkün olduğunca- dramatik de değil. yine de eksik. ve anlaşılır.

çünkü bir "kırılma noktası" var. zamanında yaşadığım için tarifinin ve telafisinin olmadığını bildiğim bir nokta. bir an. bir gece. üzerine ne koymaya çalışırsan çalış asla aşamadığın bir duvar. içindeki taşları bir daha asla eski yerine oturtamayacak kadar sarsan ve hatta yıkan. bir şeyleri hep eksik bırakan. belki de aşmak, yeniden yerleştimek ya da tamamlamak istemediğin, kim bilir. yine de anlaşılır.

ve yapılmaması gereken bir şey var, geçen süreçte öğrendiğim ve bundan sonra yapmamaya özen göstereceğim: susmak. aslında susmanın en kuvvetli ses olduğuna inanırım ve fakat bu susmak kaçmakla birleşirse gerçekten acı verir. yani verirmiş. yaşatırken bilmiyor insan ama yaşarken gerçekten için çekiliyor. acı çekiyor(muş)sun. ve o çığlık insanı sağır ediyor(muş). kendi sesinde kayboluyor(muş)sun. karşıdan duydukların içinde yankılandığında o boşluğu sen de hissediyor(muş)sun. sonra birden farkediyor(muş)sun ki, aslında yalnızsın. yani bunları kimseye anlatamazsın. hep bir şeyler eksik kalır. sen eksilirsin. bırak, toz duman olmuş için her zerresine kadar öyle kalsın. çünkü bu bir pişmanlık hikayesi değil.

bu bir enkazın hikayesi. heyecanla inşa edilen ve altından sağ çıkmak için nefes alacak yeri sadece senin açabileceğin. kısacası, yalnızlığınla barıştığın. sen olmadığın bir an yıkılan ve ancak sadece sen olduğun sürece altından kalkabileceğin. bunu en iyi ifade edebilecek şeyse bu gece boynuna taktığın baş harfin. her daim sana seni hatırlatacak olan, salt sen. kısa ve net. tam da aynaya bakmaya en çok ihtiyaç duyduğun anda bir ceketin cebinden çıkan Z. noel baba'ya değil ama yalnızlığını seninle paylaşan insanların var olduğuna dair güzel bir kanıt.

gördüğün gibi çok mutlu olmak gibi bir lüksün yok senin. mutluluk senin bünyene yabancı. bir süre sonra bir yerden patlak veriyor işte görüyorsun. iğreti duruyor üzerinde. bir yerde tökezliyorsun. ve bak, yine taş taş üstünde kalmamış.

ama sen sabah yine kalkıp -her zamanki gibi- kahveni yapıp sigaranı yakacaksın. nerde kaldığına bakacaksın. aynaya bakacaksın. bir süre yutkunmakta zorlanacaksın belki. boğazındaki düğümleri çözmeye çalışacaksın. sonra elin boynundaki kolyeye gidecek ve hayatına tam da bıraktığın yerden devam edeceksin. bu bir döngü. hayat dediğin şey işte, tam da bu.

her şey için teşekkürler.

17.11.11

circles.


yaşadığımız hayatı sorgularken bir şeyi eksik bırakıyoruz. sürekli kendimizi tamamlamak, mükemmele erişmek için verdiğimiz mücadele içinde es geçtiğimiz bir şey var. okuduğumuz kitaplarda, dinlediğimiz müziklerde, gittiğimiz okullarda, çalıştığımız işlerde...hep bir eksiği giderme hali. peki kimin için? ne için? nereye kadar? ve bütün bunları yaparken aslında neyi göz ardı ediyoruz?

işte the fountain bunları sorgulatan bir film. kısacası ölümü. hep aklın en ücra köşelerine itilen, duyguların bulup çıkarttığı ve fakat yine derinlerde bir yere gömülerek yokmuş gibi davranılan ölüm. yaşamın sonu. end of story. 

gerçekten öyle mi peki? ölüm hikayenin sonu mu? hep kaçındığımız şey, adını anmaktan bile tedirginlik duyduğumuz, bize kar soğuğunu hatırlatıp içimizi ürperten şey bize bu kadar uzak mı? ölüm, tedavisi bulunabilecek bir hastalık mı, yoksa özünde bir yaratma eylemi mi?

bilgeliği seçerken madalyonun öbür yüzünde duran hayatı sırf sonu gelecek diye gerçek anlamıyla yaşamıyoruz. nefes aldığımız her an'ı kendimizi mükemmele ulaştıracak bir tamamlanma uğruna yok sayıyoruz. aslında yaşamıyoruz. ölümü kabullenmek yerine reddederek aslında ölümsüzlüğü değil hastalığı kutsuyoruz. ve kendimizi kandırıyoruz. 

çünkü bu bir döngü. a perfect circle. çünkü yaşadıkça var'ız. ve ölüm, bu yaşamın bir parçası. döngüyü kıracak bir sonsuzluk yok. sonsuzluk ancak biz ölümü kabullenip ondan korkmadığımız zaman var. bu döngüyü de kusursuz kılan işte bu. yaşam, hayatın bir xibalba misalı başka hayatlara can verdiği noktada bitecek kadar kusursuz. ve tamamlanmışlık hissi ancak biz bununla barıştığımız zaman bir anlam ifade edecek gibi görünüyor.

bu kış yağan karda yüzünü gökyüzüne dönmen için iyi bir gerekçe. veya kar topu oynamak için. ne dersin?

ve belki sonsuza kadar yaşamak istersin.



15.11.11

the quite place.


kendine ait sessiz bir an. 
kendin olabildiğin. 
kendinle başbaşa kalabildiğin. 
nerden bulabilirsin ki böyle bi an'ı ya da mekanı, zihninde onca soru işareti, ünlem, virgül ve nokta varken. 
bilgisayarının başındayken bir 90 saniyeni halihazırda dinlediğim melodinin geldiği durağa uğrayarak belki. telefonunun sesini kapatarak; facebook'tan, twitter'dan, messenger'dan, foursquared'den gelen iletilere aldırmadan, f11 tuşuyla giriş yapıp space bar'la adım adım ilerlediğin patikada yazanları dudaklarının kenarında beliren kurnaz ve bir o kadar da naif gülümsemeyle onayladığın o 90 saniyede belki. ekranda beliren büyüklü küçüklü spotların dingin bir müzikle seni içine çekip sarmaladığı o kısacık anda.
belki de zihninde attığın tüm "bu kışı da eve tıkılarak geçirmek istemiyorum," voltalarına rağmen kendini eve giden metrobüste bulduğunda, en azından kalan yolu kendine ayırarak.
nasıl mı? 
bütün gün süren yağmur tüm salınımıyla devam ederken montunun kapşonunu kafana geçirirsin. alt geçitten yayılan kokuya bu kez dayanamayıp, "100 gram olsun," dersin ve kese kağıdını cebine koyarsın. adımlarını yavaşlatıp, ıslanmak pahasına da olsa, için için yanan ve her hamlende elini yakan kestaneleri üfleyerek yemeye başlarsın. 10 dakikalık yolu belki bi' 10 dakika daha uzatırsın ama etrafı duymazsın artık. elin telefona değil diğer cebine gider. bir tane daha atarsın ağzına, bu kez daha az üfleyerek. su birikintilerine giren converse'lerine sızan suyu da kapşonun dışında uçuşup ıslanan saçlarına da aldırmazsın. nasılsa eve gidiyorsun. kendini hissettirdiği gibi seni eve yönlendiren soğuk havayı ve şartları bir kez olsun unutursun. düşündüğün tek şey en son ne zaman kestane yediğin olur. ve "bunu tekrarlamalıyım," diye söz verirsin kendine. 
"bir daha çok sevdiğim bir şeyle arama bu kadar uzun zaman ve mesafe koymayacağım."

14.11.11

at least i have tried.

merakla beklediğim ides of march ve filmekimi'nde gitmeyi planladığım a dangerous method aynı anda, önümüzdeki hafta vizyona girecekmiş.

oysa ki üzerinden sadece 1 hafta geçti.

amazon'dan sipariş verme eylemini gerçekleştirmeden önce şansımı alternatif kanallardan denemeye karar verdim.

bu sefer aynı kırılgan yüz ifadesi yok aynada.

evde geçen huzurlu bir haftadan sonraki ilk pazartesinin bu denli sendrom yüklü olması benim suçum değil.

kabul, daha huzurlu nefes aldığım günlerim oldu.

soundtracking aplikasyonunu da indirdikten sonra iphone'un gerçekten eğlence amaçlı tasarlandığına ikna oldum.

ve fakat çok daha kötüleriyle de karşılaştım.

"yeni yıl alışverişi" listemin ilk sırasında bir adet moleskine var, as usual.

beni üzenin ne olduğunu söylediğimde gülmek yerine gülüşünü yüzüme dağıtabilseydin keşke.

"sen ne yapıyorsun?" sorusuna "düzenli olarak blog yazıp instagrama giriyorum," diyecek noktaya geldim.

ayaklarımın üzerine düşmek isterken tabanlarımı acıtmış olabilirim.

aralık ayında olduğumuzu sanırken aklımdan ne geçiyordu acaba.

yine de yere sağlam basarken de gökyüzüne bakmayı öğrendim.

13.11.11



ortalama bir bilgisayar kullanıcısıysanız ve çok basic programlarla hayatınızı idame ettiriyorsanız sizi şaşırtacak yegane şey c sürücünüzün günden güne şişip kızarmaya başlamasıdır. bununsa tek bir açıklaması olabilir: virüs. sistem ve program dosyalarınızın olduğu kısmı ele geçirip kendini -ve kim bilir daha neleri- çoğaltmak suretiyle bilgisayarınızı bir kahve yapımı süresinde açılacak hale getiren kanserli hücre. ve bunun tek bir çözümü olabilir: format atmak. 

peki neden bu noktaya kadar beklenir? o virüs bilgisayara nasıl girer ve günbegün bölünerek çoğalmak suretiyle c'nizi ele geçirirken sizin aklınız nerdedir? hafızayı rahatlatmak için program silerek acı neden ertelenir? iş format atma raddesine nasıl gelir? sonrasında bilgisayarı "eski" haline döndürme çabaları sırasında neden bazı şeylerden vazgeçilir? tüm bunların sebebi bir virüsken neden yine en son kurulan virüs programı olur? ve, aslında üzerinde kafa yorduğum şey bir bilgisayarken nasıl olur da tüm bu sorular metaforik olarak insanla da örtüşebilir?


bill, bana bunları düşündürttüğün için seni hiç affetmeyeceğim.

12.11.11

to istanbul with love~

artık zamanı geldi. evet istanbul -sevdiğim, sevmek istediğim, nefret ettiğim...bütün duyguların, her şeyin kaynağı -senin hakkında yazmanın zamanı geldi. neden mi şimdi, çünkü kış resmen geldi. dolayısıyla şehre dair tüm yakınmalar teker teker ve birdenbire su yüzüne çıktı. gri hava, soğuk, yağmur, hiç bitmeyen trafik ve tabi ki, "tüm yıl gündüzleri 25, geceleri de 22 derece olan bir yerde yaşamak istiyorum," yakınmaları. classic and depressing.

tüm bu yakınmaların arasında aslında biliyorum ki ben başka bir şehirde yaşayamam. değil yaşamak bazı şehirlerin sınırları içine bile girmem. mesela, ankara. düşüncesi bile kötü. ne hissettiğimi anlatacak kelimeleri bulamadığım için sadece kafamı sallıyorum laf ankara'ya geldiğinde. no way, baby. no-fucking-way. bir de antalya faktörü var. ortaokul ve lise hayatımın geçtiği ve ailemin halen yaşamakta olduğu şehir. gittiğim zaman kendimi kapana kısılmış gibi hissettiğim, dört günden sonra nefes almakta zorlandığım, hava sıcaklığının yaşanabilir düzeyde olmasına rağmen bir türlü evimde hissedemediğim şehir. çünkü evim burada, istanbul'da.

istanbul hayat dediğim döngüye, her şekliyle -tekrar- dahil olduğum yer. kelimenin tam -ve her- anlamıyla kendi ayaklarımın üstünde durmaya başladığım yer; üniversiteye gittiğim, yalnız yaşadığım, arkadaşlarımla bir evi paylaştığım, çalıştığım, aşık olduğum, terk edildiğim, terk ettiğim, saçımı boyadığım, saçımı kestiğim, sokaklarında dans ettiğim, kaldırımlarında ağladığım, masalarında güldüğüm...

bizimkisi zor bir ilişki. her türlü duyguyu barındıran cinsten. sevgi ve nefret. beyaz ve siyah. ve bazen, gri. kısaca, aşk. ve bu duyguların en çok ayyuka çıktığı mevsim, kış. çünkü her şey siyahken, en kötüsünü görüyorken yani, aksini ispat edecek deliller ararsın ve bingo! eğer eşelediğin o delikte seni hayata bağlayacak aydınlık noktalar buluyorsan işte bu aşktır. bunlar, bulunduğun yerde seni ayakta ve hayatta tutan dayanaklardır.

hani bir şeyi aslında ne kadar çok sevdiğini onu kaybettiğinde anlarsın ya, işte bu tam da öyle. tiril tiril elbiseler giyerken birden kabanının fermuarını kapatmaya çalıştığın gün geldiğinde -ve bu konuda ağız dolusu küfürler ettiğinde- aslında o şehirde yaşamanın çok da kötü olmadığını görürsün. çünkü daha iyi günlerin olmuştur, özlediğin çok daha aydınlık günler. ve bilirsin ki, eğer sabredersen o günler yine gelecektir. yine üzerine bir şort ve atlet geçirip palmiyelerin altında sevdiğin insanlarla kahvaltı edeceksindir. kış dediğin şu beş aylık sürede (evet istanbul'da kış üç değil beş ay sürüyor) sigara içtiğin için donma tehlikesiyle dışarda oturmak pahasına da olsa, asfalt her ıslandığında trafikte ekstra bir saat geçirecek olsan da, ofisinin bulunduğu binaya girerken rüzgardan adımlarını bir türlü ileriye doğru atamıyor olsan da üzerindeki kabanı çıkarttığın gün yine bu şehrin içinde sakladığı sığınaklarda kahkahalar atıyor olacaksın.

eğer buna dayanacak gücün varsa bu şehri seviyorsun demektir. ve ben, tüm kalabalığına, tozuna, dumanına, trafiğine, yağmuruna, çamuruna; tüm yorucu ve tüketici yanlarına rağmen bu şehri seviyorum. gittiğim her yerde kendimi evimde hissediyorum. çünkü günün sonunda, evime döndüğümde, bu şehirde uyanacağımı biliyorum.

hem, aşkın kolay olduğunu kim söyledi ki.

11.11.11

just boots and coat, not depression.


- her sabah aynı şeyi yapıyorsun.

evet, yaklaşık 10 senedir her sabah aynı şeyi yapıyorum. bu şey, örneğin sabah gitmem/yetişmem gereken bir yer varsa 20 dakika erken kalkmamı gerektiriyor. evet, uykumdan fedakarlık ediyorum belki ama karşılığında tertemiz, baş ağrısız bir güne başlayacağımı biliyorum. gözümü açtıktan sonraki 1 saat içinde bünyeme dahil etmezsem aşırı huysuz oluyorum. evet, yaklaşık 10 senedir her sabah kahve ve sigaramı içmeden evden çık-mı-yo-rum. alışkanlıktan ziyade afyonun patlaması meselesi, hepsi bu. belki de son derece basit, fiziksel bir eylemin psikolojiye direk etkisinin bir tezahürü, kim bilir. aksi halini değil yaşamak görmek bile istemezsin, inan bana.


yine de bu sabah içtiğim kahve(ler) tüm günümü esneyerek geçirmeme engel olmadı. tgi -officially- friday. şaşırtıcı olan yarı uykulu geçirdiğim günün gecesinde, şu saatte hala yazacak gücü bulmam. bu seferki kötü olanından değil neyse ki. bugünkü öğlen yemeğinde starbucks masasında bıraktım onları. tekrar. çünkü düşününce, zaten pazartesi gecesi çok güzel bir uyku çekmiştim. ben ve benim aritmik ruh halim. insanın bazen kendini tanıyamayacak kadar iyi tanıması kadar güzel bir şey yok. bu sayede ne her şeyi alışkanlık haline getirecek monoton bir hayatın oluyor ne de bir ayna kadar şeffaf ve "aynı" oluyorsun. omuz silkip devam ediyorsun işte.


alışkanlık adını koyduğum(uz) saplantılar bir yana sanırım bu kış daha, nasıl söylemeli, canlı geçecek. kabul, erken kararan sürekli kapalı bir havada herhangi bir canlının sağlıklı nefes alması pek mümkün değil. söz konusu ben olunca bu hiç kolay değil, ama yine de daha yumuşak bir geçiş yaşayacağımı düşünüyorum. just boots and coat, not depression. çünkü o chapter'ı geçtim; o derse çok iyi çalıştım, dibine kadar yaşadım ve başarıyla geçtim. tekrar aynı satır aralarında kaybolmak istemiyorum. evet, depresyona sürüklemeye kadir bir tez yazılmak üzere beni bekliyor ve ben bu nerden geldiğini bilmediğim rahatlığımla onu bu dönem de teslim edemeyeceğim. yine de kendimi iyi hissedeceğim dayanaklarım var. yeni şeylerden bahsediyorum. dinlenmeyi bekleyen yeni albümler veya keşfedilmeyi bekleyen dokuz albümlük dubstep collection gibi. pdf halinde gözümün içine bakan ilovefake magazine veya 17'sinde ön siparişe açılacak olan jean seberg kitabı gibi. dondurma yemenin mevsimi olmadığı gibi soğuk ve alkol ihtiva eden şeyler içmek gibi.


ki evde oturacak olsam bile, bu şehirde uyandığım her sabah kahvemi ve sigaramı içtiğim sürece, inan bana, bu kıştan kafama silah dayamadan çıkacağımdan eminim.

7.11.11

grab that gun

yazmanın ruh haline iyi geldiğine inanlardanım, hatta onlardan birisiyim bile diyebilirim. süreç şöyle işliyor: aklımı kurcalayan bir şey varken ve bu şey o an yapmaya çalıştığım eylemi gerçekleştirmemin önünde bir engelken; çantamı açıyorum, defterimi çıkartıyorum, yazıyorum, sakinleşiyorum ve işimi yapmaya devam ediyorum; yatağımın tepesine mandallanmış olan ışığı açıyorum, defteri buluyorum, yazıyorum, sakinleşiyorum ve uyuyorum. bunu çok sık yapıyorum. gerçekten işe yaradığını biliyorum. yalnız şu aralar bu döngüyü kıran başka bir şey daha var: uyuyamamak. 
05.11.11/01:53 ve 07.11.11/04:07. ve işte karşındayım. ışığı tekrar kapattığım an kafamın içinde dönen şeylerin arasında buldum kendimi. hepsi bir anda, tekrar üşüştü. hiç vakit kaybetmeden. gözlerim ağırlaştı. henüz ısınmamış yataktan kalktım. mutfağa gidip bir saat önce boşalttığım kültablasını aldım. bir bardak su doldurdum. bilgisayarın düğmesine bastım ve bir sigara yaktım.
şu an abimlere gitmek için sabahın köründe kalktığımda gözlerimin neye benzeyeceğini değil az önce ölümle ilgili okuduğum şeyi düşünüyorum. ama mesele ölüm değil. mesele kaybedilenler. bedenen ve ruhen. tamamlanmaya çalışırken aslında bir yandan eksilmek. eksik yerleri doldurmaya çalışırken eline yüzüne bulaştırmak. kendi ikilemeni yaratmak aslında; kendini bulurken başka şeyleri kaybetmek. 

dudaklarımı yiyorum, bir şeylerin acısını çıkartırcasına. sürekli alnımı kaşıyorum, aklımdan geçenleri saklamaya çalışır gibi. saçlarımı toplamaya çalışıyorum, artık orada olmadıklarını unutuyorum. kısa kestiğim tırnaklarımın diplerini geriye itiyorum, sanki hava almaları için yer açar gibi. yüzümü ovuşturuyorum, gözlerimi değil. çünkü biliyorum ki bir kere kaşımaya başlarsam sonu gelmeyecek ve ben gözlerimi bir daha açamayacağım. 

söyler misin bu saatte oturmuş ne yapıyorum?

kendi dumanımda boğulmak üzereyim.

editors - bones.mp3

6.11.11

bir şeye odaklandığım zaman dış dünyayla olan bağımı kopartıyorum. etraftaki sesleri duymuyorum. dikkatimi herhangi bir şeyin dağıtmasına izin vermemeye çalışıyorum. ama eğer ki bir şeye odaklanmaya çalışırken aynı zamanda kafamın içinde bambaşka sesler duyuyorsam işte o zaman kendimi kaybediyorum. yani kaybediyormuşum. kısa süreli hafıza kaybı ve... bum! bunu nasıl mı fark ettim, anlatayım.
tam da koltuğa kurulmuş tezim için izlemem gereken filmlerden bir tanesini seçip play tuşuna basacaktım ki whatsapp'tan gelen kahve teklifine kayıtsız kalamadım. 10 dakika içinde hazırlanıp montumu giydim ve tam kapıdan çıkacakken anahtarımın çantamda olmadığı fark ettim. yaklaşık yarım saatlik bir evi ayağa kaldırma operasyonundan sonra bu kez ankara'da olan ev arkadaşımı ve yedek anahtarımızın olduğu başka bir arkadaşımı da ayağa kaldırdım. çilingir çağırmadan önceki son çıkışta, son kez bir sigara yakıp dün ne yaptığımı hatırlamaya çalışıp hareketlerimi tekrar ederken gözüm mutfaktaki çöpün yanında duran torbalara ilişti ve bir tanesini silkeledim. torbayı kaldırıp altını yokladım ve... elimi içine soktuğumda anahtarın orda olduğunu gördüm. anahtarı çöpten çıkarttım. end of story.

evi temizlemek derken kastettiğim tam olarak bu değildi. 

5.11.11

loneliness*

age: 25¾  
watching: sex and the city, s0whocares
eating: salat-after-chocolate
drinking: coffee, really too much coffee
smoking: full ashtray of cigarettes 
thinking: being a writer, someday


yes, you can shoot me right now.


thank you.

* "let me explain in survey style" footnote. 
tıpkı evi temizlemek gibi. 
önce dağınıklığı topla. lüzumlular yerlerine. gereksiz her şey çöpe.
sonra tozunu al. öyle bir sil ki kokusu uzun süre kalsın.
ve yapman gerekenleri önüne ser. ferah feza.
korkulacak bir şey yok.
cebindeki taşlardan kurtulmak gibi. sadece ağırlıklarını suya bırak.
dik dur. derin bir nefes al. durduğun yerden göğe bak.
ve kendini suya bırak. ferah feza.
eğer hafifsen fırlatıldığın yükseklikten yere düşmekte korkulacak bir şey yok.

1.11.11

hayat çok tuhaf.

bir gece, antalya'dan gelen, en son "doğum gününde" gördüğün arkadaşın ve birkaç kişiyle daha dışarı çıkıyorsun. çin büfe'de yemeğini yiyip babylon'a geçiyorsun. ister pinch ve dark star'lı dubstep havası soluyorsun ister lounge kısmına geçip club bangkok'la etrafını görmeyecek kadar dans ediyorsun. saatlerce. gözeneklerinden ter fışkırana kadar. tek derdin oradan buradan gelip huzurunu kaçıranlar. "yine de," diyorsun, "özlemişim böyle eğlenmeyi."

bir gün öğleden sonra başlıyorsun hazırlanmaya. senelerdir ilişkilerine tanıklık ettiğin arkadaşlarının evlilik seremonisine dahil oluyorsun. önce kilise, sonra "fenerbahçe marina'da bir yer." senin için bambaşka bir olgu, düğün. o ritüeller, eğlence algısı. "yine de," diyorsun, "onları mutlu görmek güzeldi."

bir sabah ofisteki bilgisayarının karşısına geçtiğinde günlerdir bakamadığın maillerinin arasından bir tanesini seçip çıkartıyor gözün. sarı yani important. sözcüklerine ihtiyaç duyulduğunu fark ediyorsun. okuyorsun. satırlar aktıkça dönüp bir geçmişine bakıyorsun. cevap yazarken kendini de temize çekiyorsun. "yine de," diyorsun, "hayat devam etti."

bir akşam işten çıkıp sevgilinin tuttuğu eve gidiyorsun. yürüyen merdivenleri koşmak istiyorsun aslında ama sağ bacağındaki ağrı izin vermiyor. teknolojiye teslim oluyorsun. heyecanını içinde saklıyorsun. metrodan çıktıktan sonraki yürüme mesafesinde anneni arıyorsun. ve duydukların karşısında hayat dediğin şeyle olan bütün bağlantının arasında bir perde çekiyorsun. "yine de," diyemiyorsun.

*

babam sevgisini gösteren bir adam olmadı hiçbir zaman. kızgınlıklarını da annem üzerinden yansıtırdı genellikle. ben gençken aramızda sevgiye dair somut kıvılcımların çaktığı anlar da sayılıdır belki. "yine de," diyordum, "babam o benim."

sonra bir gün, bu dünyanın -içkisi, sigarası olmayan, düzgün beslenen, spor yapan, düzenli yaşayan- en sağlıklı adamı kalp krizi geçirdi. öyle birdenbire, pat diye. ve o zaman aslında herkesin ölüme ne kadar da yakın yaşadığını fark ettim. en kıyısında. çünkü genetik. çünkü kalıtsal. babadan oğula. o günden sonra, baba dediğim o mesafeli ve düz adamın aslında ne kadar kırılgan olduğunu gördüm. bana karşı, oğluna karşı, anneme karşı. hayata karşı. hayatı karşısına alan o adamın aslında hayat karşısında ne kadar hafif olduğunu idrak ettim. ve gün geçtikçe ne kadar hafiflediğini. o sarsıldıkça bana "yine de," diyecek bir kapı bırakmadığını.