28.11.11

a place called home


bugünlerde ev arayan çok yakın bir arkadaşımın çaresizliğine tanık oluyorum. şehir dışından gelip, çok da güzel bir iş bulup 'koca' istanbul'da kendisi için tutacak bir ev bulamayan arkadaşımın çaresizliği. 

büyük/küçük, aydınlık/karanlık, uzak/yakın, pahalı/ucuz...bileşenlerinin arasında kaybolup hayat denklemini bir türlü çözememek gerçekten sinir bozucu. istanbul'da ev bulmak gerçekten sabır işi. peki neden? bu işi bu kadar zorlu kılan ne? ev bulmaktaki sınırlarımızı belirlerken hangi kriterleri dikkate alıyoruz ve nelerden feragat ediyoruz? ev dediğimiz yer kapısını kapattığımız an bize ait bir dünya yaratıyorken neden hala dış dünya ile olan bağımızı kopartamıyoruz?

üniversiteyi kazanıp istanbul'a geldiğim 2003 eylül'ünde, 1 seneliğine mecidiyeköy'de kalmak gibi bir hata yaptım. hata diyorum çünkü her ne kadar ulaşımın merkezi olsa da, aslında tam da bu merkeziliği yüzünden, bir türlü ne olacağına karar verememiş bir semt mecidiyeköy. iş yerleri ve evlerin insan ve araç kalabalığında içiçe geçtiği tam bir keşmekeş. beşiktaş'tan 10 dakikada ulaştığınız ev, her seferinde anahtarı kapıya bir sinir harbiyle soktuğunuzdan mütevellit, asla huzur bulamadığınız yer olup çıkıyor.

1. sınıfa geçtiğimdeyse büyük çekmece'ye yerleştim en 'kahraman' tavrımla. tek başıma sessiz sakin bir yerde yaşayacak olma fikri, her gün yolda geçirdiğim sürenin toplamda 3 saat olması sebebiyle bir süre sonra beni yoldan dolayısıyla okula gitmekten bezdirdi. market alışverişi dışında evden çıkmaksızın resim yaptığım bir dönemi de böyle geçirdim. uzak, steril bir hayat. kendimi televizyonla konuşurken bulduğumda da bir şeyleri değiştirmem gerektiğini anladım.

2. sınıfı sürekli sakarya'ya gidip geldiğim için ev olgusunun dışında tutuyorum zira gerçekten "evim" diyebileceğim bir yerim yoktu. daha sonra yeldeğirmeni'ne, arkadaşlarımın yanına yerleştim. gayet merkezi bir yerde olmasına rağmen apartman boşluğuna bebek bezi atan komşuların varlığı dolayısıyla yerine oturmayan taşlar vardı orasıyla ilgili. evet, geçirdiğimiz zamanın güzelliğinin ve keyfinin tarifinin olmamasına rağmen orası, gerçekten, öğrenci evi tanımını karşılayacak niteliklere sahipti.

ve lisans öğrenimlerimiz bitip silkelenme zamanı geldiğinde osmanağa'ya taşındık. bu ev için hep "temiz sayfa" tabirini kullandım. öyle de oldu. bu eve gelirken bütün sayfalarımı temize çektim. hayatımı düzene oturttum, en azından çalıştım ve bir süre sonra da başardım. aradan 3,5 sene geçti ve artık bir şeyler dar gelmeye başladı. "taşınacak olsam hangi semtte otururum?" şu sıralar kendime en çok sorduğum soruların başında geliyor sanırım. ve arkadaşımdan gelen her telefonda verdiği olumsuz haberler yüzünden istanbul'da dilediğim şartlar altında yalnız yaşamamın neredeyse imkansız olduğunu farkettim.

aslında bu şartların ne olduğunu daha sık düşünüyorum, özellikle semt konusunda. bir tercih yapmam gerekiyor: iş yeri mi hafta sonu mu? hayat mı huzur mu? karşıya, avrupa yakasına geçmek demek trafikten kurtulmak demek aslında öncelikle. trafikte geçen yorucu ve stresli saatlerden kurtulmak. hayatın hareketli olduğu kanala karışmak demek ve de. akşama ne yapacağının tercihini trafiğe ya da havaya değil, kendine bırakmak. kalabalıklara karışmayı senin seçmen, "olmadı çeker kapımı oturur kitabımı okurum," demek. bu tarafta, anadolu yakasında kalmaksa yoğun geçen bir 5 günün ardından hafta sonunu sakin geçirme garantisinin altına imza atmak demek. tanıdığın herkesin toplandığı yakın bir çevrede vakit geçirmek aynı zamanda. 10 dakikalık yürüyüş mesafesinde alıştığın deniz kokusunu içine çekmek.


artıları ve eksileriyle, şayet evine bağlıysan ve istanbul'da yaşayacaksan kendinden ne kadar ödün vereceğini ölçüp biçmen gerek. her ne kadar kapalı olsa da, o kapı açıldığında karşında neyi görmek istediğini bilmen gerek. evinde kendine ait bir hayat kuracaksan o hayatı nasıl besleyeceğine karar vermen gerek.

bu bölünmüşlüğü ve dağınıklığı toparlamak gerçekten yorucu. neyse ki kendi denklemimi çözmek için biraz daha zamanım var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder