15.11.11

the quite place.


kendine ait sessiz bir an. 
kendin olabildiğin. 
kendinle başbaşa kalabildiğin. 
nerden bulabilirsin ki böyle bi an'ı ya da mekanı, zihninde onca soru işareti, ünlem, virgül ve nokta varken. 
bilgisayarının başındayken bir 90 saniyeni halihazırda dinlediğim melodinin geldiği durağa uğrayarak belki. telefonunun sesini kapatarak; facebook'tan, twitter'dan, messenger'dan, foursquared'den gelen iletilere aldırmadan, f11 tuşuyla giriş yapıp space bar'la adım adım ilerlediğin patikada yazanları dudaklarının kenarında beliren kurnaz ve bir o kadar da naif gülümsemeyle onayladığın o 90 saniyede belki. ekranda beliren büyüklü küçüklü spotların dingin bir müzikle seni içine çekip sarmaladığı o kısacık anda.
belki de zihninde attığın tüm "bu kışı da eve tıkılarak geçirmek istemiyorum," voltalarına rağmen kendini eve giden metrobüste bulduğunda, en azından kalan yolu kendine ayırarak.
nasıl mı? 
bütün gün süren yağmur tüm salınımıyla devam ederken montunun kapşonunu kafana geçirirsin. alt geçitten yayılan kokuya bu kez dayanamayıp, "100 gram olsun," dersin ve kese kağıdını cebine koyarsın. adımlarını yavaşlatıp, ıslanmak pahasına da olsa, için için yanan ve her hamlende elini yakan kestaneleri üfleyerek yemeye başlarsın. 10 dakikalık yolu belki bi' 10 dakika daha uzatırsın ama etrafı duymazsın artık. elin telefona değil diğer cebine gider. bir tane daha atarsın ağzına, bu kez daha az üfleyerek. su birikintilerine giren converse'lerine sızan suyu da kapşonun dışında uçuşup ıslanan saçlarına da aldırmazsın. nasılsa eve gidiyorsun. kendini hissettirdiği gibi seni eve yönlendiren soğuk havayı ve şartları bir kez olsun unutursun. düşündüğün tek şey en son ne zaman kestane yediğin olur. ve "bunu tekrarlamalıyım," diye söz verirsin kendine. 
"bir daha çok sevdiğim bir şeyle arama bu kadar uzun zaman ve mesafe koymayacağım."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder