17.11.11

circles.


yaşadığımız hayatı sorgularken bir şeyi eksik bırakıyoruz. sürekli kendimizi tamamlamak, mükemmele erişmek için verdiğimiz mücadele içinde es geçtiğimiz bir şey var. okuduğumuz kitaplarda, dinlediğimiz müziklerde, gittiğimiz okullarda, çalıştığımız işlerde...hep bir eksiği giderme hali. peki kimin için? ne için? nereye kadar? ve bütün bunları yaparken aslında neyi göz ardı ediyoruz?

işte the fountain bunları sorgulatan bir film. kısacası ölümü. hep aklın en ücra köşelerine itilen, duyguların bulup çıkarttığı ve fakat yine derinlerde bir yere gömülerek yokmuş gibi davranılan ölüm. yaşamın sonu. end of story. 

gerçekten öyle mi peki? ölüm hikayenin sonu mu? hep kaçındığımız şey, adını anmaktan bile tedirginlik duyduğumuz, bize kar soğuğunu hatırlatıp içimizi ürperten şey bize bu kadar uzak mı? ölüm, tedavisi bulunabilecek bir hastalık mı, yoksa özünde bir yaratma eylemi mi?

bilgeliği seçerken madalyonun öbür yüzünde duran hayatı sırf sonu gelecek diye gerçek anlamıyla yaşamıyoruz. nefes aldığımız her an'ı kendimizi mükemmele ulaştıracak bir tamamlanma uğruna yok sayıyoruz. aslında yaşamıyoruz. ölümü kabullenmek yerine reddederek aslında ölümsüzlüğü değil hastalığı kutsuyoruz. ve kendimizi kandırıyoruz. 

çünkü bu bir döngü. a perfect circle. çünkü yaşadıkça var'ız. ve ölüm, bu yaşamın bir parçası. döngüyü kıracak bir sonsuzluk yok. sonsuzluk ancak biz ölümü kabullenip ondan korkmadığımız zaman var. bu döngüyü de kusursuz kılan işte bu. yaşam, hayatın bir xibalba misalı başka hayatlara can verdiği noktada bitecek kadar kusursuz. ve tamamlanmışlık hissi ancak biz bununla barıştığımız zaman bir anlam ifade edecek gibi görünüyor.

bu kış yağan karda yüzünü gökyüzüne dönmen için iyi bir gerekçe. veya kar topu oynamak için. ne dersin?

ve belki sonsuza kadar yaşamak istersin.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder