29.11.12

your god doesn't live here anymore.


işte yine başladılar.

bıkmadan ve usanmadan, uslanmadan, ellerini kadınların saçlarında, vücutlarında gezdirmeye yine başladılar. 

bu kez bağırarak. ellerinde kağıtlarla. küçücük kız çocuklarının hayatlarını nefesleriyle -bir kez daha- kirlettiler.nasıl giyinmeleri ve ne giymemeleri gerektiğini madde madde önlerine dökerek, aslında kime benzememeleri gerektiğini de salık verdiler. 

"dar giyme!" dediler, vücut hatların belli olmasın.

"kısa giyme!" dediler, etin başka gözlerle buluşmasın.

ahlakı kumaş parçalarına sarıp sarmaladılar. 

ve, bir kez daha, aynı ahlakları, dört duvar arasında, aynı kız çocuklarının uykularına sızdı. o vücutlar, o gözlerin esaretine alındı. defalarca. senelerce.

kimse inanmadı.

ahlak tıbba üstün geldi.

kız çocuğu değil, 'baba'; kadın değil, erkek belirledi yine oyunun kurallarını.

"kapan!" dediler. bir daha ağzını açamadı.


26.11.12

IAMX: Babylon Konseri*



Yaralanmayı seven tüm ruhlar, dün gece saatlerini 23:30’a ayarlayarak biletleri günden öncesinde tükenen IAMX konseri için Babylon’un kapısına aktı. Yara kabuklarını henüz kapıdayken kaşımaya başlayanlar, grubun sahneye çıkmasıyla başına ne geleceğini az çok kestiriyordu.

Gitarda Dean Rosenzweig, davulda Tom Marsh, klavye ve bass’ta Janine Gebauer, ve beyaza boyadığı suratı ve siyah makyajıyla Chris Corner, takıntı haline gelen tutkularımızı ta içimize bağırdı: beni sev! Ütopyaların hayaleti, her partiden sonra ölerek geceden sağ çıkamayanların canına, böylece, bir kez daha kast etti. Kışkırtan tavırları, acılı ama erotik sesiyle Corner, seyircilerin üzerine atladığı sırada bile kimse kendini kurtarmayı aklından bile geçirmedi. Kaçabilecek hiçbir yer yoktu.

Davul sesleri içinde kaybolup şarkı sözleri arasında ağladığımız gecenin set list’i ise şöyleydi:

-        The Great Shipwreck of Life
-        Kingdom of Welcome Addiction
-        Ghosts of Utopia
-        Kiss + Swallow
-        Tear Garden
-        Music People
-        The Alternative
-        My Secret Friend
-        President
-        Cold Red Light
-        Spit It Out
-        Bring Me Back A Dog
-        Nightlife
-        Think of England


* bu yazı 26.11.2012 tarihinde diskolata blog'unda yayınlanmıştır.

24.11.12

i'll drown when i see you.


"iki kişinin bildiği sır değildir," dediklerinden beri bazı şeyleri kendimize bile itiraf edemedik. insanlara karşı olan sevgisizliğimizi dile döküp bildiklerimizi hep içimize akıttık. ciğerlerimizde biriken katranı sigaradan sandılar, oysa kamu spotlarında asıl gösterilmesi gereken şey güvensizlikti.

bakıldığında içinden geçilemeyen gözlere çarptık. hırstan terleyen eller yüzünden avuçlarımız ıslandı. içinin kötülüğü diplerinde yağlanan saçlaraysa dokunamadık bile.

her ne kadar hayatımızı kabuklu bir deniz hayvanı gibi sürdürmeye çalıştıysak da onlar bize insan olduğumuzu hatırlatacak şeyleri, mutlaka, bulup çıkarttılar. bizi kabuğumuzdan çıkartıp habitatımızı yerle bir ettiler. önümüze serdiler her bir duyguyu tek tek ve birdenbire.

"seviyorum," dediklerinde sahilin bütün kumları ayaklarımızın altından çekiliverdi. gözümüzü açtığımızda, kendimizi boşlukta salınırken bulduk.

"gidiyorum," dediklerinde okyanus yükseldi. dünya, ay'a hiç bu kadar yakın olmamıştı. alabora olurken yuttuğumuz sular yüzünden genzimiz yandı.

buna rağmen ne kızabildik onlara, ne de nefret ettik en içten dileklerimizle. bir de o yükü kaldıramazdık. zira en ağırı da oydu, orada bile olmayana hissedilendi.

yüreğimiz sürekli ağzımıza gelse de, bardağın taşmasına izin vermedik.

bir gece karanlıkta, bir öğlen vakti kahve sohbetinde, bir akşam duman altında, sabaha karşı bir kaldırımda birer birer elimizden kaydı. altılı takımların hiçbirisi ilk günkü gibi, tam takım, kalmadı. güven uğruna çok bardak kırıldı. biraz kan ve çokça göz yaşı aktı.

insan olduğumuzu unutmaya, ne yazık ki, fırsatımız olmadı.


   

21.11.12

the world forgetting, by the world forgot.


hafızanın şakaya gelmediğini öğreneli çok uzun zaman oldu. ve hafızayla şaka yapılmaması gerektiğini tecrübe edeli bir o kadar anı. yine de hatırladığımız kadarıyla aslında hiçbir şeyi unutmadık. mutluyken, yorgunken, ağlarken, sarhoşken veya aslında hepsiyken, bir sonraki güne taşıyacak karelerimiz, heyecanlanıp tekrar tekrar anlatacaklarımız, umutsuzca içimize yuvarlayacak kelimelerimiz oldu. hepsi, hep oldu ve aslında geçmiş oydu. onlar, çantamızda biriken fişler gibi, kıyıya köşeye sıkışsa da hep bizimle birlikte oradan oraya taşınanlardı. 

onların dünyasında unutmak erdemdi. biz onlar için de hatırlayanlardık. o yüzden sırtımız hep kambur kaldı. avuçlarımız nasır tuttu.

ve bu kez dünya değil ama ben unuttum. bu kez hatırlamamak üzere içtim. ne seruma dolanarak uyandığım bir sedye ne de basamaklarına temas etmeden indiğim merdivenler, hiçbirisi aç karnına yuvarlanan jager'li ve viskili shotların yarattığı etkiyi yaratmadı. 

evet, hayatımda ilk defa, hayatımdan geçen bir kırk beş dakikayı hatırlamıyorum. anlatıldıkça gözümde canlandıramıyorum bile.

hafızada açılan derin boşluğun getirdiği savunmasızlığı da böylece yaşamış oluyorum. kontrol mekanizmasının devre dışı kaldığı, motor kabiliyetlerinin sıfıra indiği zaman diliminin varlığına hayret ediyorum.

ve 'o son shot' için tektekçi'ye, gerçekten, teşekkür ediyorum.


19.11.12

yenilgilerin şerefine: emrah serbes*



“Babamın öldüğü gün birine âşık olmuştum. Bazen böyle olur, her şey üst üste gelir.”

Behzat Ç.’nin on birinci bölüm başlangıcındaki tiradının ilk satırları olan bu alıntı, eser sahibi Emrah Serbes’in Afili Filintalar bloguna 16 Şubat 2010 tarihinde düştüğü “Karanlıkta Nüfus Sayımı” yazısının da girişi aynı zamanda. Peki üzerinden onca zaman ve yığınla duygu geçmişken neden şimdi geçmişe dönüp bakma ihtiyacı hissediyoruz? Çünkü Emrah Serbes yaralarımızı kaşımaya yeni bir kitapla devam ediyor: Hikâyem Paramparça.

Bizi, Her Temas İz Bırakır (2006) ve Son Hafriyat (2008) ile Behzat Ç. yolculuğuna çıkartan; 2009’da yayınladığı Erken Kaybedenler’le taşrada ve kâinatta yapayalnız kalmış erkek çocuklarının hikâyesine sürükleyen Serbes, geçen üç yıl içinde Afili Filintalar’da ve Birikim dergisinde yayınladığı yazılarına “Galip İşhanı” hikâyesini de ekleyerek, bu kez, hiçbir zaman bir araya gelemeyecek parçalara bölüyor.

Hiç Behzat Ç. izlememiş veya Pilli Bebek dinlememiş ve hatta Ankara’ya gitmemiş bile olsanız bu parçalar arasından kendinize yamayacak bir yazı, belki paragraf ve muhakkak bir cümle buluyorsunuz. Çünkü âşık oldunuz. Belki babanızı kaybettiniz. Bazen o yere ait olmak için zamanı durdurmak istediniz. Çoğunlukla mutsuz oldunuz. Bazı şeyleri sadece geceleri, yapayalnız ve yalınayakken anlayabildiniz. Kimi zaman kendinizden bıktınız. Veda konuşmalarını beceremediğiniz için herhangi bir neden belirtmeden çekip gittiniz. Ve sessizliğin ne demek olduğunu çok iyi bildiniz.

“Kitapta yer alan metinlerin ortak bir teması yok; adı gibi paramparça. Ama ortak bir duygusu var, o da melankoli. Neden? Kitap olsun diye yazılmadıkları için parça parçalar. Her parça kendini ayakta tutmaya çalışıyor. Diğerlerine de destek olmaya çalışıyor biraz. Ortak duyguya gelince onu tek
sözcükle özetleyip melankoli diyebilir miyiz emin değilim. Melankoli güzel bir sözcük, güzel bir tınısı var ama sözcüklere o kadar güvenmiyorum, “ diyor Serbes, Facebook sayfasında. Çünkü sözcükler de, kar taneleri gibi, birbirine benzemiyor. Yine de bir cümle başka bir cümleyi hatırlatıyor ve biz, paramparça hikâyeler arasında kendimize yer açmaya çalışıyoruz. Mutluluğun çok ender rastlanan bir ruh dinginliği olduğunu bildiğimizden mütevellit güzelleşen hikâyelerimiz içindeki mutsuzluğa selam duruyoruz.

Çünkü melankoliyle en az(ından) bir kere tanıştık. Ve zaman hiçbir şeyi düzeltmedi.



* bu yazı 19.11.12 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

13.11.12

take off your mask before you sleep.


konu geçmişten açıldığında laf, illa ki, dönüp dolaşıp çizgi filmlere ve hayal kahramanlarına gelir. çoğunluk mutasyona uğrayarak süper'leşen karakterlere hayranlığını dile getirirken, biz, ayakları yere basanlar, gerçekle olan bağımızı koparmamaya özen gösterir ve fakat kendi yalnızlığımızın ve saplantılarımızın suçunu atacak birisini ararız. 

kıyafetlerimizi çıkarttığımız gibi en zayıf halimizle kalan biz, kostümünü çıkarttığı anda yatağına olağanca insanlığıyla giren bir adamla kurarız bağımızı.

ölmeyi bir türlü beceremediğimiz için bunu başaran insanların anılarına sarılırız sımsıkı .

kapısından dimdik çıktığımız gecelerde eve sürünerek döner, yine de kafamızı doğru yere koymayı -bir şekilde- beceririz.

belki de geceleri ve yıldızları sevip üzerimizde her daim siyah bir renk taşımamız bundandır. çünkü biz karanlıktan, gecenin aydınlığında nefes alabildiğimiz için korkmayız.

istanbul kaosundan başka türlü sağ çıkamayız.


8.11.12

ütopyaların hayaleti: iamx*



Hikaye 2004 yılının Londra’sında başlıyor. Sneaker Pimps’ten tanıdığımız Chris Corner, solo projesi IAMX’le müziğin sadece müzik olmadığını, dramatik görselliğe de dayandığını ibret-i aleme duyurmak istercesine makyajını yapıyor, vücudunu boyuyor, kıyafetlerini giyiyor ve gösterişli şapkasını takarak sahneyi bir performans alanına dönüştürüyor. Elektronik rock ve dans müzik ögelerini duygusal dokunuşlarla ve –tabii ki- vurucu sesiyle buluşturarak nevrotik bir şov sunuyor. 2006’da müzik endüstrisinin bağımsız yolunun Berlin’den geçtiğini belirterek Almanya’ya taşınan ve kendini buranın ruhuyla besleyen Corner, cinsel kimlik, ölüm, aşk, narkotik kirlenme, din ve siyaset eleştirisi, yabancılaşma, bağ(ım)lılık, modern toplum ve toplumsal cinsiyet gibi düğümleri çözüp çözüp tekrar bağlıyor. Yüksek enerjili ve teatral performansları sırasında projeksiyon görsellerinden de yararlanarak sınırların başlangıç ve bitişlerini ortadan kaldıran grup, 5. kez İstanbul’a geliyor.

Gitarda Dean Rosenzweig, klavye ve bass’ta Janine Gebauer, davulda Tom Marsh’la beraber çalışan IAMX, Aralık ayında çıkartacağı beşinci stüdyo albümü The Unified Field’den önce, 24 Kasım akşamı Babylon’da sahne almaya hazırlanıyor.

Yaralanmayı seven bünyeleri bir mıknatıs gibi çeken bu beyaz tenli İngiliz, adeta kanıyor ve kanadıkça canının daha çok acıyabileceğini bildiği halde buna aldırış etmiyor. Akmış siyah makyajıyla güzel bir gece yaratığına dönüşen acıklı ama erotik sesiyle kulaklarımızı yırtarak geçip, takıntı haline gelen tutkularımızı içimize bağırıyor: beni sev!

Kendini karanlıkta var eden ruhları, temizlemek bir yana, siyaha boyayarak kendi aynasında baştan yaratıyor. Etkisine kapılıp dans edeceğiniz ritimler ve aslında neyin içinde olduğunuzu hatırlatarak adımlarınızı aksatacak sözler, nevrotik bir gece geçireceğimizi adeta garanti ediyor.

Biz, her partiden sonra ölerek geceden sağ çıkamayanlar, kulaklarımız yırtılıncaya kadar, “beni sev!” haykırışları duymak için 24 Kasım akşamı Babylon’da olacağız!


* Bu yazı 08.11.2012 tarihinde trendus.com adresinde yayınlanmıştır.

6.11.12

the party is over.


sanırım her şey duygusal yoksunluğumuzu nasıl tolere edeceğimizi keşfetmemizle başladı. içimizdeki dipsiz bir kuyuyu andıran boşluğu kolayca tüketebileceğimiz şeylerle doldurduk. alışveriş fişleri, içki şişeleri, sigara paketleri, pizza kutuları, yırtılmış tişörtler, kesilmiş saçlar. ve tabii ki çikolata paketleri. 

herkes kendince bir kaçış ararken belki birine ve sıklıkla hepsine sarıldıkça ve saldırdıkça, duygusal boşluğumuz kokuştu, yanına yaklaşılmayacak hale geldi. biz bu kalabalık arasında nefes alacak yer aramayı bir resitale çevirmeyi başaranlardan olduk.

ne zaman yalnız kalmak istesek, aslında içimize atacağımız bir çöp mutlaka oldu elimizin altında. uzanıp bir sigara yaktık. içkiyi bardağa koymaya tenezzül bile etmedik. yakınımızda bir makas bulundurduk. nutella'yı kaşıkla yedik.

sevincimiz de üzüntümüz de zaman zaman çığrından çıktı. eksik, yanlış, olabildiğince kusurlu ve bir o kadar canlı pozlar verdik. ne kadar çok, "iyi görünüyorsun," dense biz o kadar çürümeye yüz tuttuk. 

aslında her şeyi keşfettiğimiz yönteme ve bu yöntemi başarıyla uygulamamıza borçluyduk. matematikle aramız kötü olsa da hayatın denklemini çözmüştük bir kere, bir şekilde. 

tükettikçe vardık. tükettikçe yüzümüze renk geliyordu. içimiz çürüdükçe derimizin rengi parlıyordu. 

içtikçe daha çok gülüp bir sigara yakıyorduk. ne de olsa yakası kesik tişörte kimse laf edemezdi. ve her nasılsa sadece çikolata yiyerek de nabzımız atmaya devam ediyordu.

biz hayata, içimizdeki çöplük doldukça ve daha çok çürüdükçe, daha çok bağlanıyorduk.

çünkü hayat bir kaşık kadar yakın ve bir nutella kadar lezzetli olmalıydı.

aksini kim iddia edebilirdi ki?



4.11.12

there's nothing to do but breathe.


her geçen gün olduğundan daha küçük gösteriyor. "saçlardan," diyor. "saçlarım siyahken yaşımı gösteriyordum." 

oysa bal gibi biliyor bıkkınlığını bal rengi saçlarının arasına sakladığını. aynı filmi milyonlarca kez baştan izlemiş gibi, onu şaşırtan fazla şey yok etrafında. biliyor olmanın, zaten anlamış ve hissetmiş ve sahip olmuş ve terk etmiş olmanın zenginliği omuzlarını düşürüyor. onu olduğundan daha küçük gösteriyor.

ve bu kadar küçülmüş bir şeyin yalnız kalmaya mahkum olduğunu düşünüyor.

sırtında, elinin uzanamayacağı bir yerin kaşınması gibi bir yalnızlık. ne bir eksik, ne bir fazla.

tamamı yenmiş bir dünya ile ne yapacağını düşünüyor.

ve toplayıp yeniden dağıtıyor her şeyi. odasını, kıyafetlerini, kitaplarını, fotoğraflarını. hayatını.

ceplerinden söktüğü ipleri düğümleyip düğümleyip tekrar çözüyor. ve tekrar düğümleniyor.

yalnızca, arada bir, gerçekten sevdiği kişiler için, gerçekten sevdiği kişilerin ruhları için ayrılıyor karışıklıktan. onların hikayelerini, bedenlerini, kokularını, seslerini ve gülüşlerini ezberleyip tekrar karıştırıyor önüne döktüğü iplerini. çünkü onlar, tanınmayı hak ediyor.

her şeyin böylesine ucuz, yanlış, yeni ve eksik, ama sonsuz güzellikte olduğu her an kafasında bir şarkı çalıyor. artık her anı, kafasında çalan ve o ana hizmet eden bir şarkı ile yaşıyor.

"belki de karışık kasetleri daha çok sevmem bundandı," diye geçiriyor içinden. o dönemin çok en sevilen değil ama o dönem onu en çok 'sevindiren' şarkılarından oluşan kayıtları dinliyor sürekli.

artık, kısa tarihin tekerrürden ibaret olduğu bu yerde, kulaklığa bile ihtiyaç duymuyor çoğu zaman. çünkü yaşarken zihnine kazıdığı şarkıları, o anları hatırladıkça tekrar tekrar duyabiliyor.

ve bu karmaşıklığa sahip çıktıkça, içinden yükselen sesleri şarkılarla bastırabileceğini fark ediyor. bu yüzden, ortalığı toplarken hep bir şeyler mırıldanıyor.


1.11.12

i'm not scared anymore.


korkularımız var. hayata dair tedirginliklerimiz. hayallerimizi ne kadar paylaşırsak kırıklıklarımız da o denli ağır oluyor. öyle anlar geliyor ki değil geleceği, burnumuzun ucunu bile göremeyecek hale geliyoruz. evden çıkarken bir umutla kapattığımız kapıyı ağız dolusu küfür ederek açıyoruz. cevabını bilmediğimiz sorularımız ve cevabını bildiğimiz için sormaktan korktuğumuz sorularımız var. ve fakat, aynı zamanda, her dağılışımızı gözümüzün içinden, sesimizin tınısından anlayan insanlar var etrafımızda. ayakkabılarımızı çıkartırken anlatmaya başladığımız akşamlar belki sadece bizim anladığımız şeylere kahkahalar atarak bitiyor. çünkü biliyoruz, korkarak olmuyor. ve bunu bildiğimiz için de paganlara uymayı tercih ediyoruz. korkuyu lehimize çeviriyoruz.

#halloweendaymod partisi aslında tam da böyle geçti. en ciddi tavırlar ofis sandalyesinin sırtına asılıp bırakıldı ve 8752'nin yolu tutuldu. kostümler giyildi, feyzi altun'un ellerinden en korkutucu makyajlar yapıldı. fonda club bangkok'un setlist'leri çalarken şırıngalardan gırtlaklara -ve hatta kulaklara- tektekçi shot'ları aktı.

biz korkunç olmaya çalışırken bile gülümsememize engel olamayanlardanız. o yüzden cadılara ve korkuluklara inat 31 ekim gecesini korkularımıza iyi gelen insanlarla geçirdik.

8752'den ayrılırken daymod tarafından verilen ilk yardım çantaları, aslında, tam da ihtiyacımız olan şeydi. makyajlarımızdan arınmak, yaralarımızı sarmak, karanlıkta önümüzü görmek için gereken her şey oradaydı.

ve bu akşam evimizin kapısı korkusunu özgürlüğe tercih eden bir el tarafından açıldı.