4.11.12

there's nothing to do but breathe.


her geçen gün olduğundan daha küçük gösteriyor. "saçlardan," diyor. "saçlarım siyahken yaşımı gösteriyordum." 

oysa bal gibi biliyor bıkkınlığını bal rengi saçlarının arasına sakladığını. aynı filmi milyonlarca kez baştan izlemiş gibi, onu şaşırtan fazla şey yok etrafında. biliyor olmanın, zaten anlamış ve hissetmiş ve sahip olmuş ve terk etmiş olmanın zenginliği omuzlarını düşürüyor. onu olduğundan daha küçük gösteriyor.

ve bu kadar küçülmüş bir şeyin yalnız kalmaya mahkum olduğunu düşünüyor.

sırtında, elinin uzanamayacağı bir yerin kaşınması gibi bir yalnızlık. ne bir eksik, ne bir fazla.

tamamı yenmiş bir dünya ile ne yapacağını düşünüyor.

ve toplayıp yeniden dağıtıyor her şeyi. odasını, kıyafetlerini, kitaplarını, fotoğraflarını. hayatını.

ceplerinden söktüğü ipleri düğümleyip düğümleyip tekrar çözüyor. ve tekrar düğümleniyor.

yalnızca, arada bir, gerçekten sevdiği kişiler için, gerçekten sevdiği kişilerin ruhları için ayrılıyor karışıklıktan. onların hikayelerini, bedenlerini, kokularını, seslerini ve gülüşlerini ezberleyip tekrar karıştırıyor önüne döktüğü iplerini. çünkü onlar, tanınmayı hak ediyor.

her şeyin böylesine ucuz, yanlış, yeni ve eksik, ama sonsuz güzellikte olduğu her an kafasında bir şarkı çalıyor. artık her anı, kafasında çalan ve o ana hizmet eden bir şarkı ile yaşıyor.

"belki de karışık kasetleri daha çok sevmem bundandı," diye geçiriyor içinden. o dönemin çok en sevilen değil ama o dönem onu en çok 'sevindiren' şarkılarından oluşan kayıtları dinliyor sürekli.

artık, kısa tarihin tekerrürden ibaret olduğu bu yerde, kulaklığa bile ihtiyaç duymuyor çoğu zaman. çünkü yaşarken zihnine kazıdığı şarkıları, o anları hatırladıkça tekrar tekrar duyabiliyor.

ve bu karmaşıklığa sahip çıktıkça, içinden yükselen sesleri şarkılarla bastırabileceğini fark ediyor. bu yüzden, ortalığı toplarken hep bir şeyler mırıldanıyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder