27.10.13

Belki biraz da morfin sülfat.*


Bir labirent düşün. Kendinle başlayıp, kendinde bitirdiğin bir labirent.

Beyin kıvrımlarından bağırsaklarına, kanın, suyun ve oksijenin ulaştığı tüm hücrelerinden geçen bir labirent.

Zihninin tüm dehlizlerinden geçip seni en derine, içine ulaştıran bir labirent.

Çözmek için tükemmez kalemi kağıda koyduğun an tekrar kaldıramayacağını bildiğin; dünyanın tüm çirkinliği, tüm yanlışları, tüm yalnızlığı, tüm hataları, tüm çürümüşlüğü ve üzerine sinen tüm o ölüm kokusu ile çözmeye mahkum olduğun bir labirent.

Tükenmez kalemin imkansız pürüzsüzlüğünü geri alamayacağın ve bu yüzden, sırf bir kullandığın tükenmez kalem yüzünden, geçtiğin yolları hiçbir zaman unutamayacağın bir labirent.

Çözümün gerçekliğine ancak labirentin duvarlarını yıktıktan sonra ortaya çıkan çizginin derinliği ile kavuştuğun bir labirent.

Yıktığın her tuğlanın tozu ile yıkandığın, o her tuğlayı yıkmak için kaldırdığın kazma derin su toplayana kadar avuçlarına sürtündüğü oranda, yanmaya her an hazır bir labirent.

Doğduğu andan son nefesine kadar ölüme bulaşmış, kumaş parçalarına sarılmış, toprağa bulanmış; üzerinde kusmuk lekelerinin olduğu, kurumuş kanın kesik yollar oluşturduğu, kanayan yaraların asla kabuk bağlamadığı bir hayat labirenti düşün.

Konuştuğun tek gerçek dostunun kağıttan bir kurbağdan, duyduğun tek gerçek sesin kalp atışından, kulağında yankılanan tek gerçek çağrının, Daha!dan, hissettiğin tek duygunun ölümden ibaret olduğu bir labirent.

Havaya karışan tüm azot ve oksijeni parçalarına ayırarak teker teker bedenindeki her hücreye hapsettiğin, zihnindeki tüm anıları parçalarına ayırarak teker teker hafızana kazıdığın ve sadece çıkışa ulaştığın zaman başına dönebileceğin bir labirent.

Gitmenin, her zaman başlanan yere dönmek demek olduğu ve fakat başlanan yerin hiçbir zaman aynı kalmadığı bir labirent.

Dokunmanın, dokunulmanın, konuşmanın, iletişim kurmanın, hayal kurmanın ve hayata karışmanın bir anlam ifade etmediği; tüm bunların sadece çığlıkları, acıyı, kusmayı, baş dönmesini, kaosu ve linçi doğurduğu bir labirent.

Kurtulmanın tek yolunun, yolun sonuna geldiğini anladığın an, en başından beri ördüğün duvarları teker teker yıkmak olduğunu bildiğin bir labiret.

*

Hakan Günday, Daha ile, kendi ördüğümüz labirentte tükenmez kalemimizi kırmamızı salık veriyor.


Hakan Günday, Daha

417 s., İstanbul, 2013.


* bu yazı 27.10.2013'te trendus.com'da yayınlanmıştır.

19.10.13

tides.


içine at.

bulduğun her şeyi içine at ki büyüsün.

içine attığın her şeyi kendinle büyüt.

içinde büyüttüğün şeylerden kendini doğur.

yeniden.

içine attıklarından yeni bir sen doğur.

doğduğu andan itibaren sana benzemeyen bir sen yarat içinde.

sana benzemeyen yeni senler büyüt içinden.

aynadaki yansımanda kendini gör.

hiçbir zaman sana benzemeyecek yansımana bak aynada.

içine attıklarına bir bak yansımanda.

içinde büyüyüp yeni senler doğuran çürümüşlüğüne bak aynadaki yansımanla.

sonra kır bütün aynaları.

ellerin parçalanana kadar kır bütün yansımalarını.

kus bütün içindekileri.

için temizlenene kadar çıkart içinden ne var ne yoksa.

dök bütün kuru derini.

pul pul olan kurumuşluğunla yüzleş ve aklan.

aklını kalbine bağla ve yola çık.

yolla konuş.

yolla sus.

yolla unut.

yolla hatırla.

yolda çıkart bütün kıyafetlerini.

bütün içindekileri dök yola.

şeritler aksın saçlarının arasından.

sonra kısacık kestir saçlarını.

parçalanmış ellerini dola boynuna.



ara sıra yak bütün evlerini-ve çıkıp seyret.


15.10.13

sometimes i don't know whether to laugh or simply kill myself.


günün sonunda, kafalar yastığa konduğunda, her insan kendi bencilliği ile yatıyor, yatışıyor, sevişiyor ve uykuya dalıyor. rüyalarda dikilen yaraların kabukları ertesi sabah da kaşınmaya devam ediyor.

tüm güzelliklerin ve iyiliklerin sonuna nokta konan her an, yeni ve bambaşka bir kötülük ve çirkinlik doğuruyor. inanmakta ve bakılmakta güçlük çekilen her yeni yüzle bütün aynalar tekrar kırılıyor.

durulması beklenen bir suya atılan her yeni taşla dalgalanıyor ruhlar, ve mavilik hiçbir zaman o kusursuz tonuna kavuşamıyor. gerçeğin önüne filtreler, dokular ve dokunuşlar geçiyor.

kimse kimseyi o en saf ve temiz haliyle sevemiyor; her zaman bir pürüz, hep bir tedirginlik ve tereddüt bölüyor geceyi. sonsuz beyazlığın kapısından nefessiz kalınarak dönülüyor.

arabaların yol çizgisine paralel olarak seyrettiği her gidiş, ani bir fren sesiyle kesiliyor. gitmek hiçbir zaman bir çözüm olmuyor. 

uçağın tekerleklerinin piste değdiği her yolculuk, yalnızlık ile başlayıp yeni mesafelerle son buluyor. bulunulan yer ve an, hiçbir zaman son olmuyor.

ev denen o dört duvar yeni sırları ve yeni itirafları ortalığa döküp yeni gözyaşları ve yeni karamsarlıklar doğuruyor kendi içinden, kendi içine. ölüm bile kendi iç hesaplaşmalarını koyuyor karşısına sessizce.

kötü ne kadar kendini aklamaya çalışırsa çalışsın, hep daha kötü ve daha çirkin bir yüzü ile yüzleşiyor. akıttığı yoğun sıvılarına bulanıp, alamadığı keskin kokusunda boğuluyor.

yüksek tondan konuşan her ses, kendini haklı çıkartamayacak olmanın çaresizliği ile titrerken, olabildiğince acımasız ve alabildiğine gaddar oluyor. kısılan çığlıkların yerini siyaha bağlamış göz bebekleri alıyor.

ısınan hava ile tanınmayacak hale gelen eller, dokunduğu her bağa yabancılaşıyor ve uzaklaştıkça soğuyor. damarların sayıldığı her beden, titreyerek sığınıyor başka ve yabancı bir eve.

içte büyütülen her insan ve özlem, gerçeklikten uzaklaşarak başka boyutlara taşınıyor. zaman ve mekandan kopuk vedaları ve var oluşları büyütüyor kendi içinden, kendi içine. gerçek olamayacak kadar büyük bir sevgi ve sağ bırakmayacak denli kırık kemikler kalıyor geriye.

mecburi bir hayat yaşayanlar mutsuz yaşlanıyor. ve mutluluk hiçbir zaman bireyden bağımsız düşünülemiyor. 

herkes, günün sonunda, kendi bencil uykusunda ölüyor.


5.10.13

one of those days.


sonsuzluğun bir hayat birimi olduğuna inanıyordu. 

yatıp göğe uzandığında içinde kaybolduğu yıldızların ve o yıldızlardan hiç sönmeyecekmişçesine yayılan ışığın; 

çevresine ve boya kalemlerine baktığında gördüğü renklerin ve o renklerle yaratabileceği yeni dünyalar boyayacağı yeni renklerin;

sayfalarını çevirdikçe yeni satırlar keşfettiği kitapların ve her kitapla aklına düşen yeni soruların; 

küçükken beline kadar düşen ve ilk bukle kesildikten sonra bir daha hiç dalgalanmayacak bal rengi saçlarının;

karanlıkta kalmak pahasına göğsünde uyuttuğu yavru bir tavşanın soluk alıp verişlerinin;

nefessiz kaldığı bir sabaha karşı içinden çekip çıkarttıkları çocukluğun ve yerine yerleştirdikleri acının;

omzuna kazıdığı adam uyurken dokunduğu çıkık köprücük kemiğinin ve giderken arkasından baktığı dar merdivenlerin;

hiçbir zaman ortasını bulamadığı iyiliğin ve kötülüğün, değişeceğini düşündüğü ve fakat değişmeyeceğini bildiği iyinin ve kötünün;

çiçek yetiştirdiği apartman boşluklarından sızan siyahın ve beyazın;

hep sonsuzluğa uzandığını düşünüyordu. 

zamandan ve mekandan bağımsız olarak teker teker parmak uçlarına bağladığı her ipin sonsuza kadar kendisiyle birlikte dolanacağına inanıyordu.

beyin kanaması geçirdiği için bir daha eskisi gibi konuşamayacak bir insanın aklından geçen kelimelerin nerede bitip kalp krizi geçirdiği için bir daha eskisi gibi hissedemeyecek bir insanın ruhundan geçen duyguların nerede başladığını düşünüyordu. her şey sonsuzsa ve hiçbir şey sona ermeyecekse neye ve nereye evriliyordu? bir daha hiçbir zaman çocuk olamamak demek ışıkların sönmesi, renklerin kuruması, soruların cevapsız kalması, tavşanların ölmesi, acının kabuk bağlaması, aşkın çürümesi, kemiklerin kırılması, kötünün iyiyi yenmesi, her yerin griye boyanması ve sonsuzluğun yitmesi demekti. o zaman sonsuzluktan geriye ne kalıyordu?

sayı saymayı ve kendini sevmeyi unuttuğu için artık her şeyin bir sonu olduğuna inanıyordu.

cumartesiyi pazara bağlayan sabahların şarkıları gibi sadece uzanıyor ve uzuyordu. zamandan ve mekandan bağımsız olarak, zamana ve mekana dağılıyordu. ölümden döndüğü ve ölmekle ilgili tüm hesabını kapattığı için, parmak uçlarıyla sızıyordu hayata. "an," diyordu sadece, "olan biten tek şey an. her şey an'da saklı ve o an olabildiğince sonsuz."

sonsuzluğun tanımı an'daydı ve o masallara inanmazdı.