22.9.13

it's just that sometimes, time's, so slow.


hiç kimse, hiçbir kelime ve hiçbir ev birisine ait değil. sonsuz boşlukta yaşanan algıda kırıcılık anları, birini diğerine bağlayan. belki de bunun farkında olmak bizi en çok üzen, kıran, kızdıran, hayal kırıklığına uğratan. 

yaptığımız tek şey, havada asılı duran insanları, kelimeleri ve evleri geçerken üzerimize geçirmek. içinden çıkamadığımızda içimizi çıkartmak. iki adım sonra boğazımızı sıkan tişörtün yakasını kesmek. dökülen kirpiklerimizi bir kavanozda toplamak. yavaşlayanı arkada bırakmak. gelmeyene gitmek ve fakat ulaşılamayacak kadar uzak olmak. mesafeleri mekandan ve zamandan ayırmak. ortalığı, tekrar eski haline getiremeyecek kadar dağıtmak. tek başına altından kalkılamayacak kadar büyük ve üstesinden gelinemeyecek kadar gürültülü bir kaos yaratmak. yerçekimsiz ortamda saksılarca çiçek yetiştirmek. ve hiçbir zaman gerçekten, tamamen temiz kalamamak. hiçlikten devasa bir varlık yaratmak.

kimse, kimseye ait değil. ve bizi en çok yoran da bunun farkında olmak.

14.9.13

anne, ben barbar mıyım?*



Her geçen gün karşımıza çıkan her şeyi ele geçirme, yağmalama, talan etme ve kendimize benzetme gibi bir çaba içine giriyoruz. Ve dünya gittikçe çirkin, deforme, uzlaşılmaz, ulaşılmaz, bozuk ve onur kırıcı bir hale bürünüyor. Kendimizi o kadar çok seviyoruz ki, her şeyi sadece ve sadece kendimiz için yapıyoruz. Kendimize alan açmaya çalışırken etrafımızı yerle bir ediyoruz. Arkamıza bile dönüp bakmıyoruz. Verdiğimiz zararı yine kendi lehimize çevirmek için her şeyi daha çirkin, daha deforme, daha uzlaşılmaz, daha ulaşılmaz, daha bozuk ve daha onur kırıcı bir hale büründürüyoruz. 

Etrafımızdaki renkleri önce griye boyuyoruz. Kimliksizleştirdiğimiz her söz, roman, şiir, şarkı, resim, fotoğraf ve heykel için kendi rengimizde bir kılıf dikiyoruz. Sarıyı, turuncuyu, kırmızıyı, pembeyi, moru, maviyi ve yeşili oldukları parlaklıkları ile değil de en gri halleriyle özümsüyoruz. Farklı olan her şeyin içini boşaltıyoruz.

Aynada gördüğümüz yansımamızdan kör olup karşımıza çıkan her farklılığın gözünü oyuyoruz. Münzevileri, serserileri, haydutları, anarşistleri, devrimcileri, şair ve sanatçıları birer biblo gibi diziyoruz aynanın önüne. Üzerimize en yakışanı yanımıza alıp öyle çıkıyoruz sokağa. Sokak, bilinmediği için korkulan, korkulduğu için kırılan, kırıldıkça özünden uzaklaşan, özünden uzaklaştıkça kendini kaybeden binlerce parçaya bölünüyor. Ve biz, üzeri paramparça hayatlarla kaplı betonda sadece kendi yansımamızı görüyoruz.


Şair Lale Müldür’ün aynı adlı kitabından alıntılanan başlığı “Anne, ben barbar mıyım?” ile 13. İstanbul Bienali bugün kapılarını açtı. Politik bir forum olarak kamusal alan fikrine odaklanan bienal, sanat ve edebiyat ilişkisini merkezine alıyor. Aynı zamanda ‘barbar’ terimiyle, ‘öteki’leri anlamak için öğrenmemiz gereken veya ‘gelecek dünya’yı anlamlandırabilmek için keşfetmek zorunda olduğumuz yeni ve bilinmedik dillere işaret ediyor.

Sanat pratiklerinin farklılıklarının yine bu farklılıklar yoluyla ön plana çıktığı, yine de hiçbirisinin birbirinin önünü kesmediği bir ütopya tahayyül ediyor. Üzerinde her rengin kendiliğiyle var olduğu beyaz ve üzerine sürüldüğü her rengi kendine benzeten siyahın keskinliğine inat, tekil ve özel her formun birbiri arasındaki geçişliliği ile birbirini tamamladığı bir dünya kuruyor. Farklılıkların bir aradalığının aynı havayı soluduğu kamusal alanı, bilinen ve bilinmeyen her hücresiyle bir araya topluyor. Katmanlı ve fakat birbirinin üzerine binmeyecek kadar hafif, bir o kadar da katı ve temas edilebilir bir kapsayıcılıkla içine alıyor. 

Hayatın griliğine inat, her rengin özde bir noktaya temas ettiğini imleyen sergi, muhafaza ettiği eskinin üzerine yenilerini kurarak çözen bir geleceğe vurgu yapıyor. Var olanı, olduğu gibi özümseyen bir dünyanın da pekala dönebileceğini gösteriyor. 

** 

İçinizi dışınıza çıkartmak yerine, kendinizi içi-dışı-bir bir kristalden görmeniz dileğiyle.


* bu yazı 14.09.2013 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.


12.9.13

her şeyi konuşmak zorunda değiliz.


sonbaharın gelişine sevinmek sanıldığı kadar basit değil; hiçbir zaman da olmadı. çift kişilik yatakta tek kişilik yorganla uyumaksa hep cesaret işiydi ve hep öyle kalacak. gölgesinde dinlendiğin ve saklandığın ağaçların gökyüzüne dönmesi, gecenin karanlığını hatırlatacak. her zaman hatırlattı. boyalarının arasında kaybolup yeni karanlıklar yaratsan da, hiçbir zaman o gecenin rengi tutmayacak. hiçbir zaman tutmadı.

olan her kötü şey, seni bir sonrakinin daha kötü olacağına hazırlıyor. ve göründüğü kadar gerçek olmayan her şey, moral bozuyor. birbirimize yakın durmak için her seferinde aynı yalanları söylüyoruz. ve hiç yapmadıklarımız yüzünden utanıyoruz. tutamadığımız sözler vermek bizi daha güçlü hissettiriyor.

hiç bulunmadığımız yerlerde mutlu olacağımızın hayalini kuruyoruz. ancak her evin penceresi yok, ve el sallayamadan gidenlerin arkasından bakmak sanılandan daha zor. uzakken parlayan her şeye yakından bakıyoruz, ve bir tavşan körlüğünde sarılıyoruz en uzaktakine.

kimse kimseye ait değil. ancak bazıları kırmak nedir bilmiyor, sadece yok ediyor. ve sahiden dağılırsa, tekrar toplamak imkansız hale geliyor. her şey geçiyor, izler kalıyor. "anlıyorum," diyeninse anlamadığı çok açık. çünkü 'anlayış' yazıldığı gibi yaşanmıyor.

sadece gecenin rengini aklında tutanlar soğuk, rüzgarlı, düşünceli ve kopuk bir şekilde yansıtıyor karşısındakini. sonbaharda yıldızlar daha net görünüyor. koca bir göğün ağırlığını taşımak, bilinmeyeni daha mavi kılıyor.

bazen her şey 'uyuyunca geçer'ler yüzünden.