24.10.11

bir behzat ç. filmi*


Behzat Ç. Adı üstünde, bir Ankara polisiyesi. Dizinin geçtiğimiz sezon edindiği başarı ekibi bunu taçlandırmaya yönlendirmiş olacak ki Emrah Serbes’in Son Hafriyat romanından uyarlanan bir de film çekmeye karar vermişler ve ortaya Behzat Ç.: Seni Kalbime Gömdüm çıkmış. 

Yönetmen koltuğunda Serdar Akar oturuyor. Senaryoda Emrah Serbes’in kalemi. İskelet kadroda diziden de bildiğimiz Erdal Beşikçioğlu (Behzat Ç.), Canan Ergüder (Savcı Esra), Fatih Arıtman (Harun), İnanç Konukçu (Hayalet), Berkan Şal (Akbaba), Seda Bakan (Eda), Berke Üzrek (Cevdet), Hakan Hatipoğlu (Selim) yer alırken Cansu Dere’yi Olay Yeri İnceleme’ye yeni katılmış Songül rolüyle izliyoruz. Hazal Kaya Behzat Ç.’nin kızı Berna olarak yine kâbuslarını süslerken Ege Aydan, Şevket rolüyle Behzat’ı terapiye yönlendirmeye çalışan klasik abi figürü olarak karşımıza çıkıyor. Tardu Flordun, cinayetlerin altında imzası bulunan Red Kit karakterine can verirken yanında Tolga Tekin (Gorbaçov) ve Rıza Kocaoğlu (Pembo) oluyor. Hakan Boyav kendini Kolsuz Ahmet sanan Süleyman, Nihat İleri mezarcı Osman Aga rolleriyle filmdeki kilit figürler. Müzikler yine Pilli Bebek, Cem Kısmet’ten. Ankara’nın havasını solumuş, Ankara’nın havasını solutan melodiler.

Behzat’ın kâbusuyla uyanıyoruz filme. Kızı Berna’yla hesabını bir türlü kapatamayan, kızının öldüğüne bir türlü ikna olmayan Behzat’ı yatağından kaldıran kâbusla başlıyoruz. Açık bir mezarın içinde bir yandan kızının ona seslenişine dikkat kesilirken bir yandan da tabutuna ulaşmaya çalışıyor Başkomiser. Böylece filmin genel atmosferini bir anda içinize çekiyorsunuz ta en başından; Berna ve tabutlar. Sanrılar ve cinayetler. 

Emniyet’in içinde yasa dışı yollarla faaliyet gösteren örgütün bir ailenin hayatına temas etmesi ve o temasın izini taşıyan bir kişinin intikamı etrafında şekillenen cinayetlerin Cinayet Büro tarafından –tüm engellemelere rağmen- deşifre edilmesini izliyoruz. Teşkilattaki polislerin ailelerine yönelik işlenen cinayetler ve cinayetlerin işleniş biçimleri Behzat Ç. ve ekibinin sınırlarını zorlarken emniyetin üst kademelerinin de koltuklarıyla doğrudan bağlantılı işaretler taşıyor. Çözülmeye çalışılırken bambaşka düğümlere yol açan ilişkiler yumağının içinde buluyoruz kendimizi. Üzeri örtülmeye çalışılırken altında kalınan bir duvara dönüşüyor hikâye. Silinen kayıtlar, kaybolan dosyalar ve tehditler karşısında karakterini ve ekibini korumaya çalışan bir Başkomiser izliyoruz. Ve bu Başkomiser’in sanrılarında yaşattığı kızı ile tavşanını. Hayatında değer verdiği ve anlam atfettiği tek kişiyi kaybetmenin gerçekliğiyle yüzleşemeyen Behzat Ç.’nin iç dünyasında uyanıyoruz kimi zaman. Çözmeye çalıştığı cinayetle bir türlü çözemediği –belki de çözmek istemediği- ruh halinin birbirine girdiği kâbuslarda buluyoruz kendimizi. Cinayet tüm bu engellere rağmen çözülüyor. Sürpriz finalse iki yöne de çekilebilecek yorumlara gebe bırakıyor izleyiciyi.

Polisiye-macera-aşk üçgenindeki alışıldık temposunu koruyan dizinin uzun, aksiyonunu artırmış etkili bir kadro ve prodüksiyonla çekilmiş hali gibi Behzat Ç.:Seni Kalbime Gömdüm. Yaktığı her sigarayla kitaptaki orijinal karaktere yakınlaşması, sansürsüz küfür ve orantısız şiddet de cabası. Dizinin fanatikleri için arşivlik bir dokümantasyon niteliğinde olmanın yanı sıra 20 Kasım’da başlayacak sezona bir ön hazırlık niteliğinde. Bu yönüyle bakıldığı zaman son derece tatmin edici; dramatik, komik, keyifli, hüzünlü. Birçok duyguyu bir arada yaşayabileceğiniz seyir zevki yüksek bir yapım. 

* bu yazı trendus.com'da yayınlanmıştır.

melancholia*



şu an dumanı tüten kahvemle karşına geçmemin sebebi az önce izlediğim film, melancholia. güneşin arkasına saklanmış, dünyaya çarpma ihtimali bulunan mavi gezegen. bir metafor. iki ayrı bakış açısı. melankolinin insanın ruhunu nasıl ele geçirdiğine dair kuvvetli senaryo, renk, ışık, müzik ve oyunculuk zinciri.

bir şeyi beğendiysem etkisinden çıkmam uzun sürer. etkisini kaybetmemesi için çaba da sarf ederim çoğu zaman. yine de kelimeleri seçmekte zorlanırım. bazen susmaktır en iyi anlatıcı. bazen de kırık dökük, devrik de olsa iki kelam etmektir hakkında. bu film de öyle işte. etkisinde kalmak için çok şey söylenmesi gereken yine de hakkını verecek doğru sıfatların bulunamadığı türden.

melankolik ruh halini gökyüzüne ithaf eden bir film melancholia. yüzünü mavi renge dönenlerin, güneşli bir günde kar yağdığına tanık olanların, reçeli kavanozun içinden parmaklayan veya farklı renkte paketlenmiş çikolataları "hangisi neli acaba" diye art arda yerken bir yandan da kahvesini yudumlayanların, kısacası melankolinin içine girdikten ve onu benliğine yedirdikten sonra onunla yaşamayı öğrenenlerin günlüğü gibi bir yerde.

gece gökyüzüne baktığında aydan başka bir ışık daha görenlerin günlüğü. 

* bu yazının geliştirilmiş hali tramvayduragi.com'da yayınlanmıştır.

(untitled)


gri ve beyaz renkte, yüksek tavanlı beton bir mekanda insanın kendini sorgulama -sorular sorup cevaplar alma- hali.


* hank willis thomas, i am a man.

18.10.11

six feet under'ın -iki dakikalık bile olsa- bir görüntüsünü izlemek. akabinde sağdaki suggested videos'un tamamını devirmek suretiyle bilgisayarın karşısına çakılmak. kapanışı da finalle yapmak, as usual.

bununla pimi çektiğin için teşekkürler bütün günlerden başka bir isim, belki de d.

15.10.11




şu sıralar her sigara yakışımda ecetem düşüyor aklıma. çok içiyorum çünkü. bırakamadım bir türlü. evet, ellerimi nereye koyacağımı bilemediğimden belki. yine de seviyorum bir yandan, böyle savunuyorum kendimi.

kısacık olsalar da saçlarımla oynuyorum. elime geçen her tutamı dolamaya çalışıyorum parmaklarıma. inceldikleri bir yer varsa kopmasınlar diye. içimdeki incelikler iplik iplik parmaklarıma dolansın diye.

otururken sürekli dizlerimi sallıyorum. durursam düşmekten korkuyorum. korkularımla yüzleşirken aksimden kaçıyorum. o yüzden hareket ediyorum.

bir gün öyleyim, bir gün böyle. soğuk ve yağmurlu havada evden çıkmak istemiyorum. yine soğuk ve yağmurlu bir havada, ayaklarım buz kesene kadar dışarda volta atıyorum. o yüzden bu aralar pek uyuyamıyorum.

"unuttum" ve "bilmiyorum" derken dinleniyorum aslında. yok, ben hepsini hatırlıyorum. yine de bir durup soluklanmak istiyorum. aklımın iplerini bırakıyorum. belki parmaklarına dolarsın diye. hikayenin bitmediğini gayet iyi biliyorum.

sevdiğim için kızıyorum. içim yandığında bir kahve yapıyorum kendime. sevildiğimi hissedince sakinleşiyorum. saçım değil belki ama sırtım kaşındığında yumuşuyorum. öyle tuhaf bir huyum var. sana bile saldırsam, yine de bilsem benim için orada olduğunu ağlarım bile suçluluktan. oğlan çocuğu gibi, kendi hırçınlığımı dizginleyemiyorum.

aslında paramparça, cam kırığı dolu içim. yine de her seferinde camdan dünyalar kuruyorum kendime. sanki hiç kırılmayacak gibi. belki bu kez de kırılmaması için. aslında kendime ne olduğunu unutmamak, aklımda tuttuklarımı unutmak için.

bu aralar düşündüğüm o kadar çok şey var ki, hangisine yetişsem bilemiyorum.

12.10.11

ucuca kaç sigara ekleyip de içsem sakinleşirim şu an hiç bilmiyorum. oysa bu gece b. ile numnum'da yediğim yemekten sonra şu bilgisayarın başına oturup bambaşka şeylerden bahsedecektim sana.
içimdeki parçalanmışlığı dökecektim önüme. her şeyi önüne serip parçaları yeniden bir araya getirecektim. örneğin içimde depresyon hırkasını giymiş, kollarını açmış beni bekleyen ben'i ve ona teslim olmamaya çalışan, var gücüyle direnen diğer ben'i. veya konu hastalık olduğu zaman, konu gündemden bir türlü düşmediği için en kötü teşhisi duymayı bekleyen ben'i ve "şu güne kadar bir şey olmadıysa bundan kötü bir sonuç çıkmaz," diyen diğer ben'i. ya da eve dönüp de koltuğa ayaklarını uzattığı an aslında ne kadar da rahat bir işte çalıştığı için memnun olan ben'i ve aslında yapmak istediği şeyin bu olmadığını bildiği için kendi kendini yiyip bitiren diğer ben'i. belki de je vais bien ne t'en fais pas izlerken hala gözleri dolan ben'i ve the big bang theory izlerken sonu gelmeyen kahkahalar atan diğer ben'i.bir ihtimal gece gözüne uyku girmeyen ben'i ve sabah o sıcak yorganın içinden bir türlü çıkmak istemeyen diğer ben'i.

- kendini yıpratıyorsun.

biliyorum ve bir türlü engel olamıyorum.
şu an ciğerlerim acıyor.
eklemlerimi zorlayıp her defasında bir çıt sesi duymaktan parmaklarımı hareket ettirmekte zorlanıyorum.
özlediğim sevgiliyi göremediğim her gün daha da agresifleşiyorum.
pencereyi açıp bağırmak istiyorum: HUZUR. ne ara, tam anlamıyla olacaksın bilmiyorum.

9.10.11


günlerden pazar.
kulağımda üzerimdeki yorganın ağırlığını hafifletmek için aralık bıraktığım pencereden giren yağmur sesi. 
bütün gece. 
hiç durmadan.
perdeler açık.
yine de oda karanlık. 
sanki hiç sabah olmamış gibi.
yatağın bir tarafı -belki de- içgüdüyle boş kalmış. 
bir ayağım dışarda. 
yorganın dışı da içinden farksız aslında.
yarı uyur yarı uyanık.
yaşanacak günün habercisi gibi.
kahve.
ilk sigara. 
iki..
üç...
..
.

7.10.11

uçuk.

bir şeyler gerçekten yolunda giderken illa en kötüsünü düşünme hali. meraba, pesimizm. tanıştığımızdan hiç memnun değilim. inan bana.

yoksa ters giden bir şeyler mi var?

siktir. 

6.10.11

sevgili papatyası


bitki yetiştirme potansiyeline sahip bir insan olamadım hiç. penceremin önünde, küçük bir saksıda menekşe yaşatmadım mesela. yeni biçilmiş çim kokusunu içime çekmeyi ne kadar sevsem de toprağa hiç yakın olamadım. nefes almasına yardımcı olduğum tek şey, istikrarlı bir şekilde vazosuna su koyduğum bambular ki onlar da eskiden sayıca daha fazlalardı -tıpkı bizim gibi-. biri gitti, kaldı iki.

konu çiçekler olduğunda da ziyadesiyle tepkili oldum. çiçek almak nedir yani, öyle değil mi?! ve -sanırım- bu tavrım yüzünden hiç kimseden çiçek almadım. sanki boynumda görünmeyen bir tabela asılı gibi. BANA ÇİÇEK ALMAYIN! özcümle isimleriyle de cisimleriyle de pek fazla barışamadım. yine de papatyaların yeri her zaman daha ayrı oldu benim için. o naif, gösterişten uzak havaları hep içimde bir yere dokundu.

ve dün, klinikten çıktıktan ve arabaya bindikten sonra koca bir demet papatya kucağıma bir çocuk gibi -hafifçe- bırakıldı. tüm bunlardan habersiz. ve öyle içten. hani bazı anlar vardır, mutluluktan ne gülebilirsin ne ağlayabilirsin. sadece bakakalırsın. tam da öyle bir andı işte. belki halsizlikten, belki yorgunluktan. ama kesinlikle ne yapacağını bilemeden.

ama şimdi içimden geçenleri söyleyebiliyorum: meraba sevgili papatyası. içimdeki bir kilidi daha açtın. bir oda daha aydınlığa kavuştu. tüm bunlardan habersiz. seni seviyorum.

2.10.11

***


- sağlık sorunlarının psikolojik gel-gitlerini yaşarken etrafındaki insanlara zarar vermemeye çalışmak, belki de en zoru bu.

- the do konseri izlemek varken liman kahvesi'nde leş gibi bir kokteyl içmek karşındakini zamansız ve mekansız seviyor olmak demektir.

- filmekimi için yaptığın liste biletler satışa çıktıktan altı saat sonra, gişede sıra beklerken elinde patlıyorsa biletix'le olan ilişkini tekrar gözden geçir.

- seni uzun zamandır görmeyen arkadaşından iyi olduğunu duymak, gerçekten iyi olduğuna işarettir.

- kahvaltı, günün her öğününde yapılabilecek en keyifli beslenme şeklidir. sabah yapılanında gazete/dergi okunması makbuldür.

- uzun zamandır ihmal ettiğin kontrollerine gitme ve iyileşme sürecini hızlandırmak için tekrar anestezi altına yatma sebebin ikinci bir kişiyse dur, sus ve gülümse.

- en çok kızdıkların aslında en çok sevdiklerindir.

- idefix siparişini elinde kalan son kitap bittikten sonra değil, onu okumaya başlamadan önce verirsen dört gün "ben şimdi ne okicam?!" diye yakınarak geçirmezsin.

- pazar günü kaygısızlığı biriken dizileri izlemek için biçilmiş kaftandır.

- kitap uyarlamalarının hayal kırıklığı olduğunu bilsen de 16.03.2012'de aşırı gürültülü ve inanılmaz yakın'ı izlemeyi es geçme.

- içinden tekrar et; huzur mu bu, mucize arzusu.