28.2.12

trust me!


değişken bir ruh halim olduğunu kabul ediyorum, ancak konu havaya geldiği zaman son derece statükocuyum. veya şöyle söyleyeyim, değişken hava şartları yüzünden metabolizmamla başa çıkamıyorum. nokta.

geçtiğimiz cumartesi günü, öğleden sonra sularında güneşin altında ice mocha içip sıcaktan gölgeye kaçarken bugün karda kayıp düşmemek için mücadele etmek gerçekten sinir bozucuydu. özellikle soğuyan hava yüzünden pazar gecesini geçirdiğimiz suitin balkonunda 5 dakikadan fazla vakit geçirememiş olmaksa çok daha fazlası. kaldı ki o sürenin bünyede kırgınlık, halsizlik ve kırıklık yaratmış olduğu gerçeğinin yarattığı duygusal çalkantıyı anlatmama gerek yok sanırım. hava kötü diye hayatı rolantiye almaksa en dayanılmazı.

konuya nasıl girmem gerektiğini bilmediğim için kelimeleri akışına bıraktım ve gündeme oturan başlık kendiliğinden gelip olması gereken yere bağlandı işte. anlayacağın, o gece hakkında söylemek istediklerim var.

evet, oscar'dan bahsediyorum. küçük altın adam. ben moda gurusu değilim. film eleştirmeni olmak gibi bir iddiam da yok. benimki sadece zevk. ve inan bana, bu sene 84.'sü düzenlenen tören kesinlikle benim zevkime hitap etmiyordu. bırak 'içimdeki alexa chung'ı çıkart'mayı, bütün sıfatlardan arınmış halimle söyleyebilirim ki, hiç-bir-şey-ka-çır-ma-dın! yanımdaki güzel insanları, çayı, kahveyi, baileys'i, çerezi, çikolatayı ve manzarayı bir kenara bırakıyorum. kırmızı halısından sabahın 7'sinde verilen en iyi film ödülü'ne kadar beni ayakta tutan tek şey angelina jolie'nin sağ bacağı oldu. tabii bir de telefon. televizyonun karşısında ve bilgisayarın başında geçen koskoca bir 8 saatin ardından hissettiğim tek şey şuydu: hiç.

hal böyleyken, bu şehirde sadece meteorolojiye güvenebiliyorum, akademi'ye değil.   

27.2.12

open your eyes!

ne telefon ne laptop. yanındaki sehpada duran tek şey içindeki buzun yoğunluğundan dolayı dışı nemlenmiş kokteyl bardağı. kulağında denizin sesi. uzandığın yerden şemsiyenin altına saklanmak için kalkıyorsun. kum sıcak. tabanların yanıyor.

uyanıyorsun. baban kapıda seni bekliyor. gözünü bile aç(a)madan yüzünü yıkayıp toparlanıyorsun.

"lütfen 210 numaralı kapıya gidiniz."

uyanıyorsun. uçağın tekerlekleri piste değiyor. istanbul'dasın. gözlerini ovuşturup ketılın düğmesine basıyorsun. bir sigara yakıyorsun.

"yönetici paneli düzelmiş."

uyanıyorsun. oscar ödül törenini izleyip siteye haber girmek üzere üzere the house hotel bosphorus'dasın. köprünün ışıkları. buz dolu bir bardak baileys. bir elin laptopta, diğeri telefonda; bir gözün ekranda, bir kulağın televizyonda. yanında sevdiğin insanlar.

"hava o kadar bulutlu ki aydınlanmadı bile."

uyanıyorsun. gözlerine batan şey yorgunluk, kirpik değil.

19.2.12

hello, 26!


sana karşı çok ciddi bir önyargım var. öyle ortada kalmış, belirsiz bir hava uyandırmıştın yaklaşırken bile. şimdi koskoca bir seneyi seninle birlikte geçirmek durumundayım. hayır, telaffuzun bile kulağa sıkıcı geliyorken nasıl bir süreç bekliyorum ki? yaşlanmakla veya yaşı saklamakla alakası yok bunun, bir sonrakini zevkle karşılayacağımı biliyorum. ama sen daha çok, yüz buruşturulacak kıvamdasın. seni bu denli sevimsiz kılan bir şey daha var, daha önce de söylediğim gibi, tek başıma karşılayacak olmam. ilk kez. "yeni yıla kimle girersen bütün sene öyle geçermiş," psikolojisinde olmadım hiçbir zaman. bunun külliyen saçmalık olduğunu bilecek kadar çok yılbaşı atlattım. ama bu seferki başka. solumda smirnoff north şişesi, oturmuş seninle konuşurken bir yandan da, "acaba okan'da kim var?" diye düşünüyorum, bir yandan da london fashion week takip ediyorum. pathetic.

ha değişen ne olacak diye sorarsan, ben yine kışın eldiven takmak yerine hırkamın kollarını çekiştireceğim. kahvemi sek içeceğim. saçlarım hiçbir zaman mükemmel olmayacak. üst üste iki gün yüzük takıyorsam sonraki sayısız gün parmaklarımı özgür bırakacağım. çantam hep ağır olacak. kitap uyarlaması filmlere kuşkuylu yaklaşacağım. kitaplarımı düzenlerken obsesifliğimden ödün vermeyeceğim. kelimeler en uçsuz sığınağım olacak. dudaklarımı yiyeceğim. saklanmak istediğimde the million dollar hotel izleyeceğim. çorap giymekten nefret edeceğim. turuncu, pembe, kırmızı ve kahverengiden uzak duracağım. sevdiğim bir şarkıyı yüzlerce kez arka arkaya dinleyeceğim. dövme yaptıracağım. duygularımı mantığımın arkasına saklayacağım. güneşli havalarda kendimi iyi hissedeceğim.

neler getirirsin bilmiyorum, ama bunları götüremeyeceğinden adım kadar eminim.

evet 26, umarım seninle iyi anlaşırız. zira üç-yüz-altmış-beş gün uzun bir süre, you know.  

17.2.12

there's no point. that's the point.


okuduğum ve çok beğendiğim bir kitabın filme uyarlanması beni çok tedirgin eder. sebebi basit, hayal kırıklığı. çünkü kitabı okurken sen zaten kafanda o sahneleri çekersin; karakterlerin neye benzedikleri, oturdukları evin nasıl dekore edildiği, ses tonları, konuşma biçimleri hatta müzik. bunların hepsi sen sayfaları çevirirken zaten bir film şeridi gibi akar gider gözlerinin önünden ve bir başkasının, "alın ben bunu film yaptım," demesi tam bir yıkım olur. yani olmuştu. bundan 2 dakika öncesine kadar.

evet, konumuz yine we need to talk about kevin. ve fakat bu kez kitap değil filmi, beni derinden etkileyen. zira eva'yı canlandıran kişinin tilda swinton olduğunu öğrendiğimden beri tedirginliğim bir nebze olsun azalmıştı. yine de bir şekilde erteledim. erteledim. ve...

ve şunu söyleyebilirim ki, bu kitap bundan daha iyi beyaz perdeye aktarılamazdı. nokta.

fonda etnik müzikler ve bahçe fıskiyesinin mekanik sesi. oldukça sınırlı diyaloglar. her sahnede mutlaka kırmızı bir boya, obje veya ışık. tilda swinton'ın değişen saç şekliyle ve omuzlarının duruşuyla takip edebildiğin bir zaman akışı; bugünden geçmişe, ileri geri. ve kevin. ezra miller'ın içi dipsiz bir kuyuyu andıran bakışları.

kan kırmızısı bir film. 

16.2.12

so-called life.


b.'yle tanışmamız ekşi sözlük'le last.fm arasında bir yere denk geliyor. hangisinin önce olduğunu hatırlamıyorum. yine de iki kanal arasındaki gidiş gelişlerle, birbirimizi uzun süre görmeksizin sürdü konuşmamız. ve uzun paragraflarla kısa cümleler sonrasında bir yere denk geldi ilk kahve içişimiz. yağmurlu bir günde, arka oda'da.

kendisine hayran bıraktıracak bir müzik database'i olan bir adam b. ayrıca çok yüksek bir moda anlayışı var. çok okuyan, çok dinleyen, çok izleyen, çok yazan bir adam. skyview'le tanışmamı sağlayan da o olmuştur, hakkında yazı yazacağımı söylediğimde o esnada dinlemem için bir şarkı linki gönderen de. the fountain'i izlememi şiddetle öneren de odur, hakkında yazdığım yazı üzerinden tekrar geçmemi sağlayan da. yazdıklarını okumak da, tavsiye ettiklerini dinlemek/izlemek de keyiflidir. içinde bulunduğu sınırlardan kendi sınırsızlığıyla çıkma kapasitesi olan, son derece kaliteli bir insandır kısacası.

ve fakat, bu yazı b. hakkında değil. bu yazı, b.'nin askerde başına gelen, benim attığı mesajla öğrendiğim şeyden sonra düşündürdükleriyle alakalı.

*

ben başarılı ilişkilere imza atmış birisi değilim. insanların ilişkilerinde teorik olarak birkaç kelam etmiş olmam pratikte de bunları yerine getirdiğim anlamına gelmez. gelmemeli de. zira sonuç ortada. çünkü kızdım, kırıldım, üzüldüm ve her kim bana, "boşver," dediyse, veremedim. en azından bir süre. bir yandan da kızdırdım, kırdım, üzdüm ve kimi zaman oralı bile olmadım. yine de -en azından bildiğim ve hatırladığım kadarıyla- kimseyi en savunmasız anında yüz üstü bırakmadım. bu savunmasızlık hali göreceli bir kavram, orada hemfikiriz. yine de biraz empatinin hayat kurtardığını düşünüyorum.

ve ben ilişki yürütmenin şans işi olduğuna inanmıyorum. işin şansa kaldıysa zaten çek kapıyı çık, bu kadar basit. hani iş güvende bitiyor ya, önce kendisine güvenmesi lazım insanın. o gücü, inancı ve yeterliliği kendisinde bulmalı ki karşısındakine güvenebilsin. ve o ilişki bittiğinde, yani yine kendisiyle kaldığında, ona o güveni veren güç, inanç ve yeterlilikle hayatına devam edebilsin. burada 'kaldığı yerden' demiyorum zira hayat hiçbir zaman bıraktığın yerde, bıraktığın şekliyle kalmıyor. bir şeyler, her an her dakika değişiyor. hayata bıraktığın yerden devam etmek, yaşadıklarından hiçbir şey öğrenmemek demek aslında. oysa hayat içinde çok ciddi ve yoğun miktarda evrimleşmeyi de barındırıyor. çevremizdeki insanlar; aile, arkadaş, sevgili, patron, o her kimse bizim evrimimizi bir adım öteye taşımamıza yardımca oluyor. iyi veya kötü, olan her neyse, akıp giden hayata tutunmamız için ellerimize güç veriyor, bazı köşelerimizi törpülerken bazı hatlarımızı da keskinleştiriyor. hiçbir şey bırakılan yerde kalmıyor.

bilgisayarlar çöküyor, insanlar ölüyor, ilişkiler bozuluyor. tam da o an yutkunamıyorsun. değil bir adım öteni burnunun ucunu bile göremiyorsun. beyninin içindeki bütün çarklar aynı anda çalışmaya başlıyor. tek tek ve hepsi birden. o kadar çok şey geçiyor ki kafandan, aslında hiçbir şeyi, tam anlamıyla, doğru düzgün düşünemiyorsun bile. ama bir yere kadar. taşlar yerine oturduğu, çarkların yeniden eski ritmine döndüğü ana kadar. tekrar yutkunduğundaysa geriye derin bir nefes alıp, yürümeye devam etmek kalıyor.

ve biz buna hayat diyoruz.


p.s.: birisi bana doğum günümde alexander mcqueen: savage beauty kitabını alsa herhalde kapısında yatardım. neyse ki böyle bir şeye gerek kalmadı.

15.2.12

i want the world to stop!


ifw biteli 3 gün oluyor ve fakat hala kendimi toparlamış değilim zira üzerine bir de grammy için sabahladım cila niyetine. bugünse ofise gittiğimde bir şeyler daha iyi yerine oturdu kafamda, o yüzden bunları şimdi yazmak en iyisi.

1. eğer istanbul'da bir fashion week yapılacaksa bu maksimum 2 -yazıyla iki- günde pekala toparlanabilir çünkü boşa çıkan diğer günler çöp. bildiğin çöp. bu sonuca nasıl mı vardım, hemen söyleyeyim; öncelikle defileleri bizzat izleyerek. ve halihazırda devam eden new york fashion week defilelerini her gün siteye girerek. aradaki uçurumu anlatacak kelimenin literatürde bulunacağını sanmıyorum.

2. eğer profesyonel olduğunu iddia ediyorsan bunu layıkıyla yapmalısın ki oraya görevli olarak gönderdiğin çalışanların, yani biz, sıfatsız insanlarla muhattap olmak zorunda kalmasın. podyum fotoğrafı almak için dönüp suratına bakmayacağı insanlara el açıp dilenmesin. veya tanımak dahi istemediği insanlardan, "sen de hiç konuşmuyosun, ne soğuksun," gibi 'iltifatlar' duymak zorunda kalmasın.

3. didem soydan insan değildir. didem soydan, antik yunan heykeli kadar karizmatik bir varlıktır.

4. kerem tezgel de insan değildir. her ne kadar ukala bir tavrı olsa da, değildir.

5. ben 9-5 ofiste çalışabilecek bir insan değilim. en azından haftanın 2 gününü dışarda geçirebileceğim bir işim olmalı ki duvarlar üzerime gelmesin, insanlar insan gibi görünmeye devam etsin.

6. la fontana di trevi candır, j'adore canan. pizzanın yanında içilen bir kadeh şarap insanın keyfini ne kadar yerine getiriyorsa eve-son-dönüş-yolunda köprü trafiğine inat yenen fındıklı çikolata da o denli mutlu eder.

7. ben gerçekten şanslı bir insanım çünkü çok güzel arkadaşlara sahibim. sadece dış görünüşlerinden bahsetmiyorum. bunlar içleri dışlarına yansıyanlardan. aslında ızdırap olması gereken o dört günün nasıl geçtiğini anlayamacağın cinsten. zaten biliyordum, ama artık ikna oldum. yanlarında en içten kahkahalarını atabileceğin, en ağır küfürleri edebileceğin, en derin yaralarına ortak edebileceğin. kayarken tutunabileceğin, literally. farklı zevklerin, beğenilerin olsa da ortaklaşacak birçok şey bulabildiğin. yok bulamadın mı, o zaman dalgasına vurup gülüp geçtiğin. hatırladıkça gülümsediğin.


son olarak; kelimenin tam anlamıyla dinlendim diyebilmem için 24 saatini yatakta yuvarlanarak geçirebileceğim bir güne ihtiyacım var.

10.2.12

cheers!


d. harfiyle carrie olmak ya da olmamak üzerine konuşurken neleri seçtiğimizi de döktük ortaya laf arasında, yalnızlık ve drama. ikisi de kaçıp gitmeye işaret eden bulunma halleri aslında. ikisi de sağlıksız. ve fakat bu sağlıksızlık halinden beslendiğimizi düşünüyorum. hoşumuza gitmese de yaşadığımızı hissettiren acı bir yan var bu seçtiğimiz yollarda. yola çıkmayı, arınmayı gerektiren bir yan. yine kirleneceğini bile bile, çamurlara bata çıka adım atacağını bile bile. daha sağlam basmak için yere. ve tabi, aynısını tekrar yapmaktan vazgeçmeyeceğimizi göre göre.

şu an, gözlerim patlarcasına ağrırken durup bunları yazıyor olmamın bir sebebi var. ifw'de 2 günü devirdim. yorgunluktan ölmek üzereyim ama çaktırmıyorum zira daha 2 koca gün daha var. yine de yorgunluğumu tolere eden şeyler olmuyor değil. mesela kings of convenience'ın konser haberi. duyduğumda verdiğim tepkiyi duyan m., "e daha nisan'da," diyor ama bu iki adamın benim için -çağrıştırdıkları yüzünden- ne kadar değerli olduğunu bilmiyor tabi. karlar altındaki bir çadırdan başka bir defile için w otel'e gidip orada dünyanın en güzel beyazçikolatayabatırılmışçileğini yediğim gerçeği var mesela. yorgunluktan ayakta duramayacak haldeyken bile, elde telefon, bir yandan twitter üzerinden haber girme telaşına kapılırken bir yandan da instagram'da "hangi filtreyi seçsem?" keyfinin haklarının saklı kalması durumu da söz konusu.

olmayı istediğim sarhoşluk limitini henüz aşamadım belki ama, ara sıra da olsa seninle konuşmak güzeldi.

7.2.12

now, i need a coffee and a kiss.


bu ayın da 1 haftasını devirdik.
bugün 7'si.
kaldı 3 hafta.
daha doğrusu 22 gün.
yani 1 fashion week,
1 lacoste live! singles night out party,
1 doğum günü,
1 antalya gidiş-dönüş uçak bileti,
1 oscar ödül töreni,
3 behzat ç..

ve bunlar sadece bildiklerim. takvimde kesinleşmemiş olanları da sayarsam, yani kısaca söylemem gerekirse metabolizmamın sınanması. 30'unu bile görmeyen bir ay için ziyadesiyle yüklü bir miktar aslında. bahsi geçen sayıların sağlamasının tutup tutmayacağını ayın sonunda bizzat göreceğim(z).

neresinden bakarsan bak, planlı programlı yaşamayı sevmeyen bir insan için hem iyi hem kötü tarafları var. iyi yanı, yapacak bir şeylerin olması. gerçekten yapılacak şeylerden bahsediyorum. 4 gün boyunca, taksim tepebaşı'nda kurulacak bir çadırda defile-basın odası-backstage arasında geceli gündüzlü dokunacak mekiklerden, girilecek haberlerden, yapılacak röportajlardan, unutulmazsa da yenecek yemeklerden mesela. veya lacoste mağazasının kapanan kepenkleri arkasında olağanca single'lınla eğlenmekten. ya da dinette'de yapılacak uzun ve keyifli bir kahvaltının ardından ckm'ye yürüyüp the muppets izlemekten. daha dramatik bir şeyler duymak istiyorsan dedemin senesinde onu ziyaret edip kuşlarla konuşmaktan, çarşı izninde orda askerliğini yapan arkadaşla arada geçen zamanı telafi edecek cümleler kurmaktan. hatta ayağının tozuyla televizyonun başında, bilgisayarın karşısında kim ne giymiş/hangi ödülü almış merasimiyle sabahlamaktan. sinir olacağın bir şeyse duymak istediğin sen ders çalışırken sana bıkıp usanmadan spoiler içermeyen mesajlar yazmaktan bahsediyorum. kaydı tutulan şeylerin tam da bu şekilde gerçekleşeceğini bilmek gerçekten keyifli. yorucu belki ama keyifli.

kötü yanı da mola alamayacak olduğumu bilmek sanırım. bu şey gibi, özgürlük alanı tanımak. yapmayacağını bilsen de o hakkının saklı olduğunu bilmenin rahatlığı olur ya hani, işte onun olmaması. dolayısıyla hareket alanının kısıtlandığını hissetmek. gibi. belki de altından kalkamayacağımı düşünme korkusu.

kısacası bol bol vitamin. 

6.2.12


"biz, hepimiz, sürekli değerli bir şeylerimizi kaybediyoruz. önemli fırsatları, olasılıkları, bir daha yerini asla dolduramayacağımız duyguları. hayatta olmanın bir anlamı da bu işte. fakat kafamızın içinde, ben kafamızın içinde olduğunu sanıyorum, öyle şeyleri bellek haline getirebilmemiz için küçük bir oda var. herhalde, kütüphanenin depo kısmı gibi. dahası, bizler kendi yüreğimizin ne durumda olduğunu doğru şekilde takip edebilmek için, sürekli arama kartları yapmak zorundayız. o odayı temizlememiz, havalandırmamız, çiçeklerine su vermemiz de gerekiyor. başka bir deyişle, sen sonsuza kadar kendi kütüphanende yaşayacaksın."

-haruki murakami, sahilde kafka, s. 646

4.2.12

rüya.


öyle olduğunu biliyorum. hatta eminim. artçı şokunun şu saate kadar sürmesinin sebebi aslında son derece gerçek-çi olması. çünkü koltukta yan yana oturuyorduk. elim koluna, kolum belime bir değiyor, bir uzaklaşıyordu. 5 yaşındaki çocuklar gibi saklanmaya çalışıyorduk. her zaman olduğu gibi. sonrasında sarılmış uyuyorduk. üzerimizde ince bir pike. nefesini ensemde hissedebiliyordum. eskiden olduğu gibi.

so real, so simple.