16.2.12

so-called life.


b.'yle tanışmamız ekşi sözlük'le last.fm arasında bir yere denk geliyor. hangisinin önce olduğunu hatırlamıyorum. yine de iki kanal arasındaki gidiş gelişlerle, birbirimizi uzun süre görmeksizin sürdü konuşmamız. ve uzun paragraflarla kısa cümleler sonrasında bir yere denk geldi ilk kahve içişimiz. yağmurlu bir günde, arka oda'da.

kendisine hayran bıraktıracak bir müzik database'i olan bir adam b. ayrıca çok yüksek bir moda anlayışı var. çok okuyan, çok dinleyen, çok izleyen, çok yazan bir adam. skyview'le tanışmamı sağlayan da o olmuştur, hakkında yazı yazacağımı söylediğimde o esnada dinlemem için bir şarkı linki gönderen de. the fountain'i izlememi şiddetle öneren de odur, hakkında yazdığım yazı üzerinden tekrar geçmemi sağlayan da. yazdıklarını okumak da, tavsiye ettiklerini dinlemek/izlemek de keyiflidir. içinde bulunduğu sınırlardan kendi sınırsızlığıyla çıkma kapasitesi olan, son derece kaliteli bir insandır kısacası.

ve fakat, bu yazı b. hakkında değil. bu yazı, b.'nin askerde başına gelen, benim attığı mesajla öğrendiğim şeyden sonra düşündürdükleriyle alakalı.

*

ben başarılı ilişkilere imza atmış birisi değilim. insanların ilişkilerinde teorik olarak birkaç kelam etmiş olmam pratikte de bunları yerine getirdiğim anlamına gelmez. gelmemeli de. zira sonuç ortada. çünkü kızdım, kırıldım, üzüldüm ve her kim bana, "boşver," dediyse, veremedim. en azından bir süre. bir yandan da kızdırdım, kırdım, üzdüm ve kimi zaman oralı bile olmadım. yine de -en azından bildiğim ve hatırladığım kadarıyla- kimseyi en savunmasız anında yüz üstü bırakmadım. bu savunmasızlık hali göreceli bir kavram, orada hemfikiriz. yine de biraz empatinin hayat kurtardığını düşünüyorum.

ve ben ilişki yürütmenin şans işi olduğuna inanmıyorum. işin şansa kaldıysa zaten çek kapıyı çık, bu kadar basit. hani iş güvende bitiyor ya, önce kendisine güvenmesi lazım insanın. o gücü, inancı ve yeterliliği kendisinde bulmalı ki karşısındakine güvenebilsin. ve o ilişki bittiğinde, yani yine kendisiyle kaldığında, ona o güveni veren güç, inanç ve yeterlilikle hayatına devam edebilsin. burada 'kaldığı yerden' demiyorum zira hayat hiçbir zaman bıraktığın yerde, bıraktığın şekliyle kalmıyor. bir şeyler, her an her dakika değişiyor. hayata bıraktığın yerden devam etmek, yaşadıklarından hiçbir şey öğrenmemek demek aslında. oysa hayat içinde çok ciddi ve yoğun miktarda evrimleşmeyi de barındırıyor. çevremizdeki insanlar; aile, arkadaş, sevgili, patron, o her kimse bizim evrimimizi bir adım öteye taşımamıza yardımca oluyor. iyi veya kötü, olan her neyse, akıp giden hayata tutunmamız için ellerimize güç veriyor, bazı köşelerimizi törpülerken bazı hatlarımızı da keskinleştiriyor. hiçbir şey bırakılan yerde kalmıyor.

bilgisayarlar çöküyor, insanlar ölüyor, ilişkiler bozuluyor. tam da o an yutkunamıyorsun. değil bir adım öteni burnunun ucunu bile göremiyorsun. beyninin içindeki bütün çarklar aynı anda çalışmaya başlıyor. tek tek ve hepsi birden. o kadar çok şey geçiyor ki kafandan, aslında hiçbir şeyi, tam anlamıyla, doğru düzgün düşünemiyorsun bile. ama bir yere kadar. taşlar yerine oturduğu, çarkların yeniden eski ritmine döndüğü ana kadar. tekrar yutkunduğundaysa geriye derin bir nefes alıp, yürümeye devam etmek kalıyor.

ve biz buna hayat diyoruz.


p.s.: birisi bana doğum günümde alexander mcqueen: savage beauty kitabını alsa herhalde kapısında yatardım. neyse ki böyle bir şeye gerek kalmadı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder