28.6.11

dikkat dağınıklığı. kafamda o kadar çok şey gezinirken her birine ayrı ayrı odaklanmakta sorun yaşıyor olmam çok doğal, değil mi? hepsi için ayrı kanallar açmaya çalışıyorum. tabi arada bazı kapıları da kapatmak durmunda kalıyorum. hepsine yetemem ki. o kadar enerjik olsam şu an burada durmuş sana bunları yazıyor olmazdım herhalde. senin dediğin kokain kafası. ben sigara alacak parayı ancak buluyorum.

siktir.

dürüst olmak gerek örneğin. peki ya söyleyemeyeceklerim? bir düşün. kendi kendine konuştuğun zaman karşındakine ne verebilirsin ki? hiç. üstü kapalı söylemeyi denesen mesela, bambaşka yerlere gider. uzar. çok uzağa. gider. gitmesi gerekiyorsa bağlasan durmaz. peki ya artık bağlamıyorsan? boşversene. değiştiğini mi düşünüyorsun yani? buna gerçekten inanmıştım. 24 saat farkla kaçırdım ve her şey boka sardı.

siktir.

aklım sürekli iş yerinde. güya tatildeyim. ne büyük yalan. tatil dediğin, her şeyi bırakıp gittiğin yerde yapılandır. bedenen kadıköy'de, aklen maslak'ta tatil olmaz; kalbin bodrum'da olsa bile. 'en olmadık zaman'ın tam da göbeğinde durmanın ne demek olduğunu bilirsin. elin kolun bağlanmış. bıçak kemiğe dayanmış. bir şeyler olacaktır. olması da gerekir. ama bekler. seni kanırtacak ya illa, yetmez. ağzına sıçar. ferahlayacağını bilirsin ve fakat beklersin. işte o sancılı bekleme sürecindeyim. geçmek bilmiyor.

siktir.

senelerdir görmediğin birisinin sana omuriliğindeki kemikleri yerinden oynatacak kadar sıkı sarılması çok güzel bir duygudur. gerçekten güzeldir. ama'sız, belki'siz, neden'siz. öyle. hayat durmakla devam etmek arasında gidip gelirken ve şu hava bir türlü kıvamına gelememişken, bu kadar patırtının arasında, asfaltın sıcağında deniz sesi duymak gibi. neyse. beklediğim bir şeyler dizisi varken sürekli f5'e basmaktan bahsediyorum. yenile. yenilen. karşıma yeni bir şeylerle gel. hayat. duyuyor musun bilmiyorum ama evet, sana söylüyorum.


siktir.

26.6.11

  
 
babamın öldüğü gün birine aşık olmuştum. 
bazen öyle olur, her şey üst üste gelir. 
polis olmasaydım katil olurdum. 
çünkü sahici bir sarsıntı sahte bir dengeden iyidir. 
binlerce ceset, binlerce katil ve bir evlilik gördüm. 
seni intihar ettiğin gün tanıdım kızım, seninle o gün barıştım. 
şimdi sadece geceleri yapayalnız ve yalınayak anlayabildiğim şeyler var. 
şimdi benim de yalanlara inanmaya ihtiyacım var, tüm çaresiz insanlar gibi, dağılan bir okul gibi. 
acılarımız da birbirine benziyor artık kızım, birbirine benzeyen parmaklar gibi ama herbirinin eşsiz bir izi var. 
bazen gözlerim doluyor karanlıkta. ama fısır fısır konuşmaya başlıyorsun yine kulağımın dibinde hiç susmuyorsun, ağlamama asla müsade etmiyorsun. 
her şey affedildi babacık diyorsun. 
hiç ayrılmayacağız diyorsun. 
keşke hep yanımda olsaydın diyorum öyle konuştuğunu duyunca. 
bu kış çok kar yağar belki beraber kayboluruz diyorsun sen bana. 
ama kar taneleri birbirine benzemez ki kızım. 
cesetler de benzemez. 
ama bir cinayet başka bir cinayeti hatırlatır her zaman. 
koşan atlar, düşen atları hatırlatır. 
yağmur yağar, durulur, tekrar başlar. 
yanlış yolda yürümek, doğru yolda beklemekten iyidir. 
beşikten mezara kadar. 
karanlıkta herkesle çarpışabilir insan. 
yalan mı söylüyorum sana? 
affet beni kızım, affet. 
bir sürü doğru söyledik ama hiç burnumuz kısalmadı ki kızım.

-emrah serbes

25.6.11

24.06.2011

güya bu haftaki programımda ekstra bir yüklenme vardı ya, dergi ve konserler. pazartesi amy ve pazar jamiroquai arasına sıkıştırılmış, annenin götürüleceği bir adet james blunt. ve fakat ne oldu? amy, iptal. jay kay bileğini burkmuş, canım, ileri bir tarihte belki. neyse. sıkmıyoruz canımızı.

anneyle kol kola kadıköy'den vapura biniyoruz. seviyoruz ya yürümeyi, küçükçiftlik yolunda gelmişten geçmişten konuşuyoruz. alana gelene kadar susmuyoruz. basın olmanın en güzel yanlarından birisinin ücretsiz girdiğin konseri sahne önünde izlemek olduğunun aydınlanmasını yaşıyoruz. alan hıncahınç. yaş ortalaması, tahminen, 22. gençlik işte diyorum ama ben de genç oldum ve kendimi hiçbir konserde böylesine kaybetmedim. kaybetsem, hatırlardım. neyse. garipsesek de gülüyoruz.

çığlıklar eşliğinde tnk çıkıyor önce sahneye. söyle ruhum, yazılmış ve yapılmış en güzel türkçe parçalar sıralamasına girebilecek kadar iddialı benim nazarımda. ve grubun canlı performansı takdire şayan. her ne kadar sadece 2 şarkıya -bir diğeri de yine yazı bekleriz- eşlik etmiş olsam da alkışlamamak elde değil. anneden de vizeyi alıyorlar zaten. tamamdır bu iş.

ve yine çığlıklar. james blunt sahnede. arkasında 6 kişilik bir ekip. şarkılar arka arkaya giriyor. herkes tek ses eşlik ediyor. en önde, kendilerini parçalarcasına bağıran kız çucuklarının takribi bir 3 gün kadar konuşabileceklerini zannetmiyorum. ben şarkılarını bilmiyordum -ki hala bilmiyorum- ve kendisinden hiç hazzetmezdim. anne hatrı. kıramadım. kıyamadım. ama itiraf etmeliyim ki gayet başarılı bir performans ve keyifli bir konserdi. haftanın organizasyon talihsizliklerine inat dans bile ettim. annemle dans ettim. daha ne isterim.

 

24.6.11

güneş yanığı ve dondurma.


perşembe. derginin ozalit günü. pazartesi günü yazı işleri müdürümün talimatıyla takip ettiğim bir basın lansmanına gidiyorum. l'era fresca. tazelik devri. hava sıcak. rüzgar serin. sersemletici bir kararsızlık. önce üsküdar. ordan deniz taksiyle beylerbeyi. ve tekne. üst katında masalar. açık büfe kahvaltı. trendus'tan m. ile tabaklarımızı alıyoruz. oturup boğazın üstünde karnımızı doyurmanın keyfine varıyoruz. esintiyle güneşin sıcağını hissetmiyoruz bile. gerçekten büyük keyif. istanbul. tarifsiz. 

aşağıya, basın toplantısını dinlemeye iniyoruz. formülü italyan, malzemesi yerli ve doğal bir dondurmanın piyasaya çıkışının kurdelesi kesiliyor. yaklaşık 1 saat sonra tekrar yukarı çıkıp tekne bebek'e hareket ederken sahil şeridine bir göz atıyoruz. "başka şehirde yaşayabileceğimi sanmıyorum." saygılar. 

bebek'te iniyoruz. mağaza hemen yolun karşısında. ufacık ve fakat renkli. oldukça çekici. sadece dondurma değil; tiramisu, cheesecake, profiterol gibi tatlıların dondurmalı yorumları da var. sadece yaz için değil; kış için de tüketilebilecek seçenekler var. semifreddo. dondurmada çok ciddi bir süt lezzeti var. önceden yediklerimizin gerçekten ne olduğunu sorgulatır cinsten. ve kahve. napoli'den gelen çekirdekler. ah o espresso. ama vedalaşma zamanı. içinde bir fincan olduğunu öğrendiğimiz bir kutuyla atlıyoruz taksiye. istikamet, maslak-plazalar. 

ofis yoğun. yine de herkeste az da olsa bir rahatlama var. çünkü ozalit demek, dergi bitti demek. hemen hemen. "cuma 1'de toplantımız var." çantamı bırakıp ellerimi yıkamaya gittiğimde günün sürpriziyle karşılaşıyorum. güneş yanığı. hatta düpedüz amele yanığı. omuzlardan yanık, sırttan esmerce. 

şu an tenimde hala biraz acı hissediyorum. ama en çok denize girmek istediğimi fark ediyorum. ben tatile gitmek istiyorum. ve tatilin en naif ikilisi: güneş yanığı ve dondurma.

22.6.11

-haklı gerekçelerim var benim.-
 
- 'en uzun gündüz'ün tamamını ofiste geçirmek.
- tek öğünlük mideyi kahve, çay, ice mocha, soda gibi faydalı besinlerle doldurmak.
- serinlemek için çalıştırılan vantilatör yüzünden sırtın tutulması.
- bilgisayar başında iş yapmaktan boynun ağrıması.
- ıslak saçla oturup hapşırık krizine yakalanmak.
- günlerdir biriktirilen uykusuzluğa yeni saatler eklemek.

20.6.11

asıl şaşırtıcı olan amy winehouse'un aldığı o-her-neyse yüzünden 20 haziran küçükçiftlik park konserini iptal etmesi değil, benim dün -18 haziran'da-, 7 -yazıyla yedi- sene aradan sonra, 3 -yazıyla üç- duble rakı içip sapasağlam ayakta kalmamdır.

17.6.11

evet, yazıyorum. hani susuyorum ya, aslında kağıtlara konuşuyorum. içimi döküyorum. içimden dökülenleri toplayıp yerlerine yerleştiriyorum. bir şeyleri yerle bir etme pahasına. yerine bir şeyler koyabilme umuduyla. ayağım takılıyor, sendeliyorum.

korkularımla yüzleşiyorum mesela. korktuğum şeyler hep başıma geliyor ya, onlarla başa çıkmaya çalışıyorum. tuhaf rüyalar görüyorum.

hatırlıyorum. hiç unutmamak için yazıyorum. gördüklerim. dinlediklerim. izlediklerim. yaşadıklarımın imzası. sabahları üşüyerek uyanıyorum.

sesimi yükseltemiyorum ya, acaba diyorum, karşıma geçseydin de tutup kollarımdan silkeleseydin? "kendine gel," deseydin büyük harflerle. ihtimaller. haziran'ın ortasında yağmur yağıyor.

günler geçiyor. hayat oluyor. her zaman olduğu gibi, hayat derin bir nefes alıp yoluna devam ediyor. acaba'lar etrafımızı sarıyor. 

"gerçekten mi? aklından bu geçenler gerçek mi?"

sarılsak geçer, öyle mi?

16.6.11

yan yana dururken aramızdaki mesafenin ne ara bu kadar açıldığını.
ellerim kucağıma düşerken neden sesimi bile çıkartmadığımı.
duygularımla kavga ederken ne düşündüğümü.
beni en çok dinleyen adamı neden suskunlukla cezalandırdığımı.
hikayeye yersiz ve zamansız bir son yazarken aklımdan nelerin geçtiğini.

hatırlamıyorum.

konuşmanın böyle zor ve acı verici olacağına.
bir telefonun seni çok özledim'siz kapatıldığında böyle eksik kalmasına.
ve o telefonun bir daha açılamayacak olması gerçeğine.

inanamıyorum.

papatya tarlasındaki o kadın ve adamın bir zamanlar ne kadar gerçek olduklarını.
beyaz elbisenin bana ne kadar yakışabileceğini.
yarana dokunmanın seni nasıl iyi edebileceğini.
rüzgarın içimizi nasıl tazelediğini.

unutmuyorum.

sana aklımdan (okumayacağın) kelimeler, (yerleşmeyeceğin) evler ve (sevemeyeceğin) kediler yollarmışçasına.
havanın griliğinde bir adaya hapsolmuşçasına.
artık bir ada olmuşçasına.

susuyorum.

14.6.11

baloncuklar ve yumurtalı ekmek.

7 yaşındayım, bilemedin 8. çünkü ilkokula gidiyor olmalıyım. yine bir yaz tatili ve ben büyük çekmece'de ananem ve dedemin yanındayım. çocuk olduğum, çocukluğumu yaşadığım yer. yokuşlarından bisikletle indiğim, sahildeki parkında salıncağa bindiğim, arazilerinde çekirge topladığım. dizlerimi kanattığım, yara kabuklarıyla tanıştığım, her kabuk karşılığında boğazım şişene kadar dondurma yediğim. yaraların damağımda şekerli bir tat bıraktığı; çocukluğum. 

her yaz gibi bu yaz da ordayım. kitaplarım, günlüğüm, elbiselerim, mayom, terliklerim. hepsi bu kadar. çocuk olmanın dayanılmaz hafifliği. 

yer yatağında yatıyorum her zaman olduğu gibi. evde fazladan yatak olmasına rağmen, ben yere yapılan yatağı seviyorum. her akşam serdiğim elma desenli çarşafımı bu sabah da kaldırıp topluyorum. ananeye bir günaydın diyorum. 

- günaydın anane. 

yeni uyanmış çocuk sersemliği. banyoya gidiyorum. 

- terliklerini giy, hasta olacaksın. 

hiç kıyamaz ki torununa. ama bilir, adı gibi bilir terlik giymeyi sevmediğimi de. üzerimde hala geceliğim. kahvaltıyı kuruyor balkona, yardım ediyorum. 

- sen otur balkonda, dedene bak. ben en sevdiğin şeyi yapıcam şimdi.

gönderiyor beni yanından. dedem aşağıda. günlük sporu olan bahçeyle ilgileniyor. ben de fırsat bu fırsat ya, koşup içerden en kıymetli eşyalarımdan birisini kapıp kuruluyorum tekrar sandalyeye. baloncuk makinesi. makine deyişim adını bilmediğimden tabi, yoksa öyle mekanik bir yanı yok şimdikiler gibi. öyle işte. çocukluğumuzun içinde deterjanlı su karışımı olan, üflediğinizde onyüzmilyon baloncuk çıkarttığınız şey. nefesimizle yarattığımız. çocuk ciğerlerinizden çıkan mucize. üflüyorum. 

- dede, baak.
- oo. aferin kızıma. ne kadar çok baloncuk yapmışsın öyle.

üflüyorum. ellerimden dirseklerime kadar deterjanlı su oluyorum. üflemeye devam ediyorum. işte o zaman içerden bir koku geliyor burnuma. her şeyi bırakıp mutfağa koşma arzusu uyandıran o koku. yumurtalı ekmek. ananemin dibinde bitiyorum. gözlerim parlıyor. nasıl da bilir torununun neyi sevdiğini. 

-özlemişsindir ananenin yumurtalı ekmeğini.

özlemez miyim, hem de nasıl özledim. 

- dedeee, hadi gel. kahvaltı hazır. 

tabağa konan beyaz peynir ve domates. çatala batırılan bir dilim yumurtalı ekmek. bıçak kullanmadan. ısıra ısıra. ağzının kenarları yana kesile. 

- doymazsan daha yaparım kızım.

sonra bir dilim daha.

*

o, öyle bir an ki en huzursuz, en tedirgin, en korkak zamanlarımda kaçıp saklandığım. battaniye gibi, üzerime çektiğim gibi beni her şeyden koruyacak olan. hafızama kazıdığım, geçmişimde dondurduğum bir an. istediğim zaman gidip dinlendiğim tek yer. tıpkı şu an olduğu gibi gözümün önünde, kokusu burnumda, sesleri kulağımda. yanmadan. kesilmeden.

bu kadar basit. bu kadar sade.

baloncuklar ve yumurtalı ekmek.

12.6.11



"nasıl mı hissediyorum? bütün derim soyulmuş gibi. derimin içinde hiçbir şey yokmuş gibi. ve bazen merak ediyorum, bütün bunlar gerçekten oldu mu diye."

-kym lloyd, suçluluk kitabı, s. 196

11.6.11

tuhaf.


bu, bir araya gelmesi zor şeylerin 7 güne sıkıştırıldığı bir hafta oldu. zihnen ve bedenen yorucuydu. tıpkı hava gibi. ne zaman ne yapacağının belirsizliğiyle bir açmış, bir kapatmış, yorulmuş ve ağırlığını -artık bugün- yağmur olarak dökmüş olan hava gibi.

hafta tez danışmanımın "okuldayım, gel istersen" çağrısıyla başladı. turist gibi gittiğim ofisten yine aynı aylaklıkla okula geçip çok sevdiğim ve saygı duyduğum o adamın karşısında sorumsuzluğum yüzünden yerin dibine geçtim. evet, kendimce haklı gerekçelerim vardı; dedemi kaybetmiştim, defalarca antalya'ya gidip bir de operasyon geçirmiştim ama bunların hiçbirisi yazmak istediğim teze 5 ay boyunca elimi bile sürmememi açıklayamazdı. çantamı doldurup çıktım yanından. bibliyografya yazacağıma söz verdim. temmuz'un ilk haftasında ona bir konu akışı hazırlayacağıma söz verdim. kaynak taramasına devam edeceğime söz verdim. çantam iyice ağırlaştı.

ertesi gün d.'nin hastaneye yattığını ve -kendi tabiriyle- boyu kadar serumlarla ayağa kalktığını öğrendim. mide ve stres. bir araya geldiğinde çok tehlikeli oluyor. ve d. kırılmaya müsait. tutmak için elimden gelen bir şey olsa keşke.


sonra warhol in motion sergisine gittik b. ile. mısır apartımanı, 4. katta bulunan galerist'e. andy warhol'un fabrika'da çektiği videoların gösterildiği sergiye. fabrika'dan geçen hayatlardan kesitler izledik. hepsi bir yana beyaz duvara yansıyan edie sedgwick görüntüsü yüzünden gözlerim doldu. dramatik hayatının her anı okunuyordu gözlerinden, sigarayı tutuşundan, dumanı üfleyişinden.

bir gece gece telefonum çaldı. hiç hesapta olmayan bir telefon. hüzünlü. telefon kapandı. tekrar açıldı. konuşmak çok zor oldu.

kuzenim doğum yaptı mesela. şanslı bir çocuk. şanslı bir ailede doğduğu için hayata 1-0 galip başlayan bir çocuk. ve birileri doğarken, ben, birisinin ölmekte olabileceği düşüncesiyle dudaklarımı kanattım yemekten. içim kanadı.

başka bir gece eve yürürken, saat 11'e doğru annemi aradım. "anne, ben yalnız ölücem sanırım." söylediğim ilk şey bu oldu. o kadar çok konuştuk ki sonrasını hatırlamıyorum. aksi konusunda ikna olmadan kapattım telefonu.

dün akşam da şaşkınbakkal'daki açılan hayal kahvesi'ne gittik, yine b. ve başka iki kişiyle. alakasız. benden tamamen bağımsız bir dünyanın göbeğinde sohbet ettik, yedik, içtik. insanların ne hayatlar yaşadığını içerden görmek açısından oldukça şaşırtıcıydı. hala da şaşkınım. bir şehir, binlerce farklı suret.

şimdiyse makale okuyorum. o kadar uzağım ki, hayret ediyorum. kafamı toplamak için arka arkaya sigara yakıyorum. bir yandan da dig dinliyorum. 2 ekim 2010'da, hakkında sözlüğe "iki insan arasında sahip olunabilecek en kuvvetli bağa ithaf edilebilecek bir incubus parçasıdır. bir taraf düşerken diğerinin kaldıracağına, bir taraf kafayı yemişken diğerinin en 'akılcı' ilaç olacağına, bir tarafın egosu tavan yapmışken diğerinin onu 'her zamanki' haline döndüreceğine ve diğer her şey yok olmuşken/kaybedilmişken her zaman birbirlerine sahip olacaklarına dair muazzam sözlere sahiptir." diye bir entry girdiğim şarkı. zaman ellerimizin arasından nasıl da kaydı, tutamadık.

ve birazdan abimi negatif'e, dövme yaptırmaya götüreceğim. seneler önce bana laf eden abimin elini, tam da laf ettiği şey için tutacak olmak. tuhaf ama keyifli.

*

bütün bunlar olurken kendimi american beauty filminde, rüzgarda savrulup duran torba gibi hissediyorum. içi boşaltılmış. oradan oraya. hayata dair ciddi kaygılar taşıyorum. insanlarla ilgili, işimle ilgili ciddi kaygılar. sürekli bir kaybetme korkusu. ihtimallerle gelen duraksamalar.

zor zamanlar.

-dramatically lonely-

9.6.11

kağıt-kalemle aram her zaman iyi olmuştur. çantamda muhakkak acil durumlar için taşıdığım bir defter ve birkaç kalem.. olur da bir şeyler çizmek isterim, olur da zihnimde uçuşan kelimeleri yazıya dökmek isterim diye. o kıvılcımları kaçırmamak için. içimden geçenleri iyi kötü yakalamak için.

uzun bir süredir çizim yeteneğime ihanet ediyorum. bir iki karalama dışında, yıllardır ortaya çıkarttığım somut bir şey olmadı. bunun için kendime kızıyorum da. yine de durumu değiştirmek için yaptığım hiçbir şey yok.

uzun süredir yapmadığım bir şey daha vardı; mektup yazmak. ama bundan 9 gün önce, haziran'ın 1'inde, defterimden bir orta koparttım. kapağında 'mutlu bir an' yazan kareli defterimden. ve başladım yazmaya. merhaba ö., sayende tekrar mektup yazmaya başladım. günlerce. anlattım. sordum. cevap beklediğim, cevabını bilmediğim, cevabını kendim verdiğim sorular sordum. karşılığında bir şey beklemeksizin.

dün gece de, kafamın içinde köşe kapmaca oynayan filleri sakinleştirmek için yine sarıldım kağıda kaleme. bu seferki çok zor oldu. yattığım yerden, bir türlü susmak bilmeyen zihnimden kelimeler saçıldı ortalığa. hiçbirisi yeni şeyler de değildi aslında. hiçbirisi pek de bir anlam ifade etmeyen, her zamanki şeyler. yine de birisine, uzakta da olsa birisine bunları anlatmak, anlatacak birisini bulmak.. sadece kendimi yatıştırmak, içimi arındırmak. artık rahat uyumak.

ve fakat dün gece son noktayı koydum. bir şeylere son vermenin ne kadar zor ve can yakıcı olduğunu fark ettim. devamı getirilebilecek ne varsa, o her neyse, bitiyor. bitmek zorunda kalıyor.

sonsuz diye bir şey yok. sonsuzluk yok.

çünkü insanlar susuyor. insanlar gidiyor. insanlar ölüyor.

ben yalnızca nokta koyuyorum.

yalnız.

nokta.

6.6.11


"i love to smoke. smoking a cigarette is like forgetting. when i hit rock bottom it’s all i have. light up, smoke up, shut the fuck up. it hides the shit. the smoke hides the shit. there’s menthol and vanilla. some people like ‘em. menthol cigarette. vanilla cigarette. chocolate cigarette. cigarette cigarette. cigarettes clearly keep me from going crazy. keeps me alive. it keeps me alive until i die."
sabahları yataktan çıkmakta zorlanıyorum. uykumu alamıyor gibiyim. içimde bir ağırlık. aylardan haziran ama üzerimi örtecek hafif bir şeylerden yoksunum. üzerimde bir ağırlık. bir türlü dinlenemiyor gibiyim. hafif şeylerin mevsimi ya artık, böyle uyunmuyor. dolanıp yatınca kan ter içinde uyanmak. gece rüyalarda birisini aramak. kovalamaktan çok saklanmak. üzerimde bir ağırlık var.

yorgan.

dinlemiyorum dedim ya, aslında mevsimlerden yaz. güneşe bakınca bulutların beyazında kaybolmak mevsimi. gözlerin kamaşması hali. iç'in hafiflemesi. ama bende bir ağırlık var gibi. sanki her şeyi yüklenmiş gibi. üst üste tişörtler, kazaklar, hırkalar giyip atkılara sarınmış gibi. öyle bir hareket edememezlik hali. öylesine durgun. ağzımı açsam içimdeki kuşlar kaçacak gibi. öylesine içine kapalı. ölesiye.

yorgun.

rüyamda birisini arıyorum dedim ya, bulduğumda ne olacağını bilmiyorum tabi. ellerimi gökyüzüne kaldırıp sonsuzluğa teslim olabilir miyim ki? gerçekse, hayır. ellerimi kavuşturabilirim ancak kendi etrafımda. kendime sarılırım. kendimi korurum. kendimi, sakladığım ve saklandığım her şeyden korurum böylece. belki. ama rüya bu ya, ellerim havada yakalanırım yağmura. kurşuni soğuğa. ve dururum. vurulurum. sonunda, karşımda.

your gun.

2.6.11

hiç size de oldu mu?

birisiyle konuşurken, karşınızdaki sizden bir cevap, bir açıklama beklerken ne diyeceğinizi bilemediğiniz. 
onu şaşkınlıkla dinlerken "hayır o aslında öyle değil, böyle," derken bile kendinizi iyi ifade edemediğiniz.
cümlelerinizi yarım bıraktığınız.
yanlış anlaşıldığınız.

ve sonra, yalnız kaldığınızda, kafanızdan o konuşmayı tekrar canlandırdığınız.
sinirli ama soğukkanlı bir şekilde, "sen salak mısın, nasıl böyle düşünürsün?" dediğiniz. 
bu sefer özneyi, nesneyi, yüklemi doğru yere yerleştirdiğiniz.
yanlış anlaşılmaya mahal vermediğiniz.


ama işte, iş işten geçtiğinde, tam da böyle, it's already gone, her şey bitmiş ve gitmiş oluyor.

siz de elinizde cümleleriniz, öylece kalakalıyorsunuz. 

01.06.2011

interpol @ küçükçiftlik park

saat 8'i biraz geçiyor. hava henüz aydınlık. stadyumdan konser alanına doğru yürüyoruz. uzaktan harun tekin'in sesi geliyor. bu kadar erken başlamış olmaları şaşırtıcı. dışarda oyalanmadan içeri giriyoruz. neden bilmiyorum ama küçükçiftlik park'a bir türlü ısınamadım. yine de sahnesi büyük, ses düzeni iyi.  

mor ve ötesi, masumiyetin ziyan olmaz albümünden şarkılar sıralıyor peşpeşe fonda asılı -albüm kapağını da süsleyen- soğan afişinin önünde. dediğim gibi, hava hala aydınlık ve insanlarda interpol dinleyecek olmanın heyecanından kaynaklı bir umarsızlık var mvö'ne karşı. yine de mvö işte. o halde bile insanın içine bir yerden dokunup sarsmadan bırakmıyor. harun, kendisinin de dile getirdiği gibi çok fazla konuşmuyor, konuşamıyor. duruşunu imleyen birkaç net politik cümleyle dile getiriyor derdini, o kadar. aslında bu bile yetiyor. ve son olarak peter murphy davet ediliyor sahneye. wake up my friend, uyan. hep bir ağızdan. ve hava kararıyor.


ve 9'u biraz geçe sahnede interpol. siyah ve kendilerinden emin duruşlarıyla onlara neden hayran olduğuma, neden dün gece orada olduğuma beni bir kez daha ikna ediyorlar. ufak bir araştırmayla ulaştığım setlistten -iki eksik iki fazla da olsa- tınılar yükseliyor. son albümleri genelin onayından geçmediği için önceki albümlere ağırlık verilerek oluşturulmuş bir liste bu, en azından yorumlar öyle. success ile başlıyorlar; i've got two secrets / but i only told you one / i'm not supposed to show you. ardından meleklere selam veriyorlar. you come here to me / we’ll collect those lonely parts and set them down gecenin sürprizi oluyor. it's way too late to be this locked inside ourselves / the trouble is that you're in love with someone else ile tansiyon yükseliyor. tonight a special memory serves me / and i'll wait to find the wrong way diye haykırırken boğazlar düğümleniyor. sigaralar söndürülüyor, sigaralar yakılıyor. bis ve akabinde gelen 4 şarkıdan sonra da ışıklar yanıyor, toz bulutu havada asılı kalıyor. kalp krizi ritmini andıran 2 saatlik sürede kah salındığım kah çakılı kaldığım yerde o toz ciğerlerime doluyor. hala nefes alırken kulaklarımda can't you see what you've done to my heart / and soul... / this is a wasteland now sözleri çınlıyor.


essex doğumlu ilah paul banks'ın da belirttiği gibi fucking awesome bir konserdi. sesin kısık olması dışında, şu kadarını söyleyebilirim ki, interpol, tam da olması gerektiği gibi bir performans sergiledi. siyah ve net. nokta.

ve bu gecenin bana bir sürprizi daha oldu. kalabalığın arasından süzülüp yanımda duran, mavi saçlarıyla gözümü alan ve ikinci kez -yine ayak üstü de olsa- bu kez biraz da uzun süre durup, sohbet edip, gülerek fotoğraf çektirdiğim d., güzel insan.

işte 1 haziran böyle bir geceydi. mavi başlayıp siyah noktalanan.