26.10.15

kumaşlar ve talaşlar.


şubat ayını mart'a bağlayan bir akşamdı. hatırlıyorum. hava çok soğuktu. yine de dışarda oturuyorduk. içeri gir-paltonu çıkar-paltonu giy-dışarı çık döngüsüne girmektense hava soğuk olmasına rağmen dışarda oturduk. çünkü sigara içiyorduk. sigara içenler genç yaşta ölürdü. hatırlıyorum. genç yaşta birçok insan öldürüldü. sigaradaki sadece bandroldü.

o akşamdan sonra hiç ayrı kaldık mı? düşünüyorum. iki elin parmaklarını geçmezdi topladıklarım. her şey çok yeniydi. ve son derece tanıdık. günlerce, aylarca ve senelerce ceplerimde biriktirdiğim taşları önüne dökmek gibiydi onunla tanışmak. sanki tanışık gibiydik de. birbirimize kendimizi hatırlattık sanki. sadece. günlerce, aylarca ve senelerce içimizde biriktirdiğimiz şeyleri anlattık birbirimize. sözleri öylesine yumuşaktı ki, hiç sesimi çıkarmadan onların içine girip uzandım. güzeldi. çok güzeldi. öyle ki hakkında tek bir cümle dahi yazamadım. tasvir edecek kelimelerim yoktu. yok, bulamadım. sadece, çok güzel, diyebildim.

eskiden resim derslerinde öğretmenler sayfada beyaz alan bırakılmasından hoşlanmazdı. sahi, neden doldurulurdu ki tüm sayfa anlamsızca? yani bir yerden sonra anlamını yitirmiyor muydu renkler? neden her milimini doldurmak zorundaydık ki o kağıdın? boşluklar kalsa da anlamlıydı. hatta o boşluklarla anlamlıydı zaten tüm resim. bir sürü renkle ve yeteri kadar bir yerde de ifade edilebilirdi zihindekiler. işte öyleydi evi. kağıda incelikle ve umursamazca sıçratılmış renkler gibi. 

kedisi vardı bir de. dot. kısa boylu, yoğun ve mat gri tüylü erkek kedi. sesi kendinden büyük olan pembe kedi. düşünsene, kedisi vardı bir kere. sevgisini paylaşan bir adamdı belli ki. hani şu sokakta yürürken durup yanından geçen köpeği seven insanlar gibi. kedilerle konuşan. onların da bir hayatı olduğunu bilen, buna saygı gösteren. düşünsene, hayatımda başka hayatlara saygı duyan bir adam vardı. 

etrafımda duvarlar örülü olduğunu söylerlerdi hep. her zaman bir mesafe ile karşılardım gelenleri. karşılarında soğuk, karşılarında duygusuz ve karşılarında gerçekçi olarak durduğum insanlar oldu. bir de bunları kabul edip o duvarları geçen, o duvarları boyayan ve o duvarları aşan insanlar. sevebiliyordum belli ki. herkesi değil belki. sonra bir sabah, etrafında yeşilin her tonunun yükseldiği masmavi bir göl kenarında kurulmuş bir çadırda uyandım. öyle hissettim yani. kahve içip, bir sigara yapıp yürüyüşe çıktık. otların arasına saklanmış taşlara ayağı takıldı ara sıra. güldüm. onunlayken çok ve içten güldüm. duvardan dökülen taşlardı takıldıkları belli ki. takıldıkça güldük, geçti. ne de olsa hiçbir şey kusursuz değildi ve öyle olması da gerekmezdi. olduğumuz gibi sevdik birbirimizi.

hayat kıymetliydi. kıymet verdik birbirimize ve hayat verdik elimizden geldiğince. saksılarca çiçek taşıdık terasa. bir yapı marketin havalandırmasına teslim edilmiş veya ramazandolayısıylakapalı bir kebapçının kaldırımına terk edilmiş çiçekler taşıdık kucağımızdan terasa. biz ne kadar yer kaplıyorsak onlar için de yer vardı orada. yaprakların yeniden canlanmasını ve çiçeklerin defalarca filizlenmesini izledik. böceklenseler de ilaç kullanamazdık. kediler vardı. tek tek temizledik yaprakları böceklerden. hayat kıymetliydi, bunu es geçemezdik.

biz ne kadar değer versek ve saygı göstersek de yine de hep bir yerimiz yaralı dönüyorduk eve. en çok da ruhumuz ve kalbimiz. ev, sığınaktı. tüm ölümlerden, yalanlardan, çirkinliklerden uzak bir evde değerlerimizi ve özsaygımızı saklıyorduk. çünkü öyle bir ülkeydi ki yaşadığımız gözümüzü her kırpışımız çığlık, adımımızı her atışımız bataklıktı. ve öyle bir işti ki çalıştığımız yazdığımız her metin yalan, yaptığımız her tasarım gerçek dışıydı. tüm bunların farkındaydık. farkındalık uykunun en hafif anıydı ve biz uyanmayı tercih ettik. hayat seçimlerden ibaretti ve biz göl kenarındaki o çadırda uyanmayı seçtik. gerçek bir şeydi aradığımız. bulduk.

ardı açıktı. sonrası aydınlık.