28.10.12

under the night.mp3


eksen on fair'da elindeki huni dolusu tektekçi zor kızı'yla poz veren mi, dolabında giymediği ne varsa bir torbaya doldurup kenara ayıran mı?

kings of convenience şarkılarına salınarak eşlik eden mi, tüm gün hiç konuşmayarak sesinin tonunu unutan mı?

urban festival'in mavi ışıklarında kaybolan mı, tek durak mesafesindeki eve en yakın yolu yürüyerek bulan mı?

adidas originals party'deki minibüsün kapısından akan sularda boğulan mı, her sabah evden ıslak saçla çıkan mı?

club bangkok'la menisküsleri yırtılana, ses telleri kopana kadar dans eden mi, üç gün boyunca aynı pijamayla aynı koltuğun aynı minderi üzerinde oturan mı?

hangisi sensin? hangisi gerçek? konu 'sen' olduğunda hangisi gerçekten bir ayna görevi görüyor? bakışların ve aklın nerede? hangisinin sesi daha çok çıkıyor? yoksa hiçbirini duymuyor musun? peki ya ellerin?

hayatı bir alüminyum folyo metalikliğinde yaşayarak beyninle kalbin arasında birbirini kesen sonsuz ve sessiz ışık çubukları saçıyorsun aslında. 

ve sonra o çubukları tek tek toplayıp saçlarına takıyorsun.

mavi.

26.10.12

i've got to convince myself and just about everybody else that there's no love.


iki gündür temel ihtiyaçlar dışında kalkmadığı aynı koltuğun aynı minderine bu kez başka bir şey için oturdu. saat -buranın saatiyle- gece yarısına yaklaşıyordu.

gece yarısı olmadan yapması gereken çok önemli bir şey vardı, ensesine değmeye başlayan saçlarıyla oynayan çirkin kızın. bu yüzden aceleyle pijamalarını düzeltti, battaniyeyi üzerine aldı, saçlarının önünü topladı, laptop'ını kucağına koyup bağdaş kurdu.

laptop açılır açılmaz önüne boş bir metin belgesi açtı. player'a tek bir şarkı attı, şarkıyı kısık sesle dinlemeye başladı.

şarkının ilk bir buçuk dakikası boş metin belgesine baktı. iki ay olmuştu. ve otuz iki koca yıl. gece yarısı olduğunda yeni bir hayat devrilecekti. kimseye söylemeden, kimseye belli etmeden, tek bir adamın doğuşu ve karşılığında ona bütün dünyanın bahşedilmesinin yasını tutacaktı.

şarkı bitti. laptop'ı kapattı. koltuğa uzandı. tavana bakarak uykuyu bekledi.

sonsuza kadar bekleyebilirdi uykuyu. beklemekte ne vardı?


25.10.12

shades of marble.


çok çabalıyorum. nefes almak için, yemek yemek için, su içmek için, gülmek için, şarkı söylemek için, ağlamak için, hissetmek için. hayatta kalmak için herhangi birinden çok, çok daha fazla çabalıyorum. yaşadığım şehirde, hayatımı bir dengede tutmak için, daha fazla çalışıyorum. hayatta kalma kararı verdiğim için bunu layıkıyla yerine getirmek zorundayım. 

küçük, kırılgan bir kız olmayı öğrenemedim hiç. buna fırsatım olmadı.

üzerine titrenilen, saçının teline zarar gelirse uğruna dünyalar yakılan, gözyaşlarının karşılığında kayıtsız kalınamayan tüm insanlardan tiksiniyorum. çaresiz insanlardan, zayıf insanlardan, içinde bulunduğu durumları istemsizce kendi lehine çevirebilen insanlardan tiksiniyorum.

bundan iki sene öncesini hatırlıyorum. şans eseri yaptırdığım smir testi sonucunda başlayan operasyon günlerinin gelip ameliyat masasına dayandığı sancılı günleri. içinde 'kanser' geçen hastalık sürecinde annemi, babamı ve 'haberi alan' diğer aile bireylerini ve arkadaşları sakinleştirmeye çalıştıktan sonra, anesteziden uyanan bünyenin söylediği ilk kelimeyi: "kahve."

"canım kahve istiyor."

erken teşhisti ve aylar birbirini koşarcasına takip etti. insanların tedirginliği yüzünden mutsuzdum. bu yüzden beni mutlu edecek başka bir şey olmalıydı: kahve.

canım biraz yandı, sonuçta ölmedim. konu kapandı.

o gün, benim için bir dönüm noktasıydı. bundan sonra hayatım, bu konudan bağımsız da olsa, hep aynı tepkiyle son buldu. tıpkı öncekiler gibi. "sonuçta ölmedim. konu kapandı. devam."

bisikletten düşüp gözümü evdeki koltukta açtıktan beş dakika sonra bakkala dondurma almaya gitmiştim.

top oynarken üzerinde kayıp derin bir yara açtığım dizimdeki kabuğun etrafına kalemle resim çizmiştim.

karşıdan karşıya geçerken yüzümü yalayan otobüsün yan aynasından kurtulduktan hemen sonra arkadaşımın sigarasını yakmıştım.

hayat, ne olursa olsun, son nefesime kadar aynı hızda devam edecek ve benim, bu tempoya ayak uydurmak için herhangi birinden fazla çaba göstermem gerekiyor. 

insanları anlamak için bile her detayı kafamda hızlıca analiz etmem ve doğru sözcükleri seçmek için kelime hafızamın içinde maratonlar koşmam gerekiyor.

ve o günden beri tıkır tıkır işleyen bu sistem kıvılcımlar çıkararak yandı ve büyük bir şiddetle durdu. yalnızca bir kez.

o gittiğinde.

ilk kez doğru sözcükleri seçip alamıyor, yapılması gerekeni yapamıyor, hayatın hızına ayak uyduramıyordum. kafamın içinde dönüp duran milyonlarca cümlenin sesiyle baş başa kalmıştım.

bu kez biraz da zor oldu, "sonuçta ölmedim," demek. bunu söyleyebilecek konuma gelmenin bedeli, zaman, acı ve alkoldü.

"sonuçta ölmedim," dedim bir gün; "devam," da dedim. ama, "konu kapandı," diyemedim. konu kapanmadı. 

kapanmayacak.

ve şimdi dert edecek onlarca şey var.

yine de her canım sıkıldığında, işler sarpa sardığında, kalbimin her kırılışında kafamın içinde kaçtığım huzurlu bir yer var. benim huzurlu yerim, o ameliyat odası. kanseri, bir fincan kahveye değiştim bile çoktan.

sonuçta ölmedim. konu kapandı.

devam. 


21.10.12

it's not me, it's you.


duyulamayacak kadar alçak ve kulakları sağır edecek kadar tiz bir ses yükseliyor. kıyamet kopuyor, bütün dünya birbirine giriyor. kıtalar parçalanıyor, sular yükseliyor. asfalt yarılıyor, elektrik direkleri teker teker birbirlerinden ayrılıyor. köprüler yıkılıyor, çelik ve beton blokları denizi dolduruyor. patlamalar ve yangınlar. hayvanlar kaçışıyor, bazıları yanarak ölüyor. bazılarımız yanarak ölüyoruz. dumandan, tozdan, dehşetten göz gözü görmüyor. derken aniden duruyor. hepsi duruyor. biz de duruyoruz. beyaz bir tozla kaplı havanın içinde, yerle bir olmuş evrenin üzerinde, cesetlere ve viranelere bakan birkaç kişi kalıyoruz. öylece seyrediyoruz dünyanın sonunu. konuşmuyoruz. birimiz cebinden bir sigara çıkartıp yakıyor. içindeki duman dışarıdaki dumana karışıyor.


içimizdeki gölgeyle yüzleşme günü kutlu olsun. 


15.10.12

it's not a secret you should keep.


ben, 26 yaşında, 50 kilo civarında, boyu 1.70'e yakın, her yeri yara bere içinde, saçlarının hiçbir zaman ensesine değmesine izin vermeyen, hayata sıradan kahverengi gözleriyle bakan, dudaklarını yiyen, çirkin bir kızdım.

o, ince uzun yapısı, çillerle kaplı teni, çukurunun içinde etrafındaki her detayı incelikle yakalayan yeşil gözleri ve biraz da göz altı morlukları, kemikli yüzü, karşımdaki sandalyede rahatça otururken paketinden bir sigara çıkartıp yakan düzgün parmakları ile yaşı olmayan bir çocuktu.

onunla dünya üzerindeki hiç kimsenin anlam veremeyeceği bir şekilde tanıştık. başka bir senaryo aklımızın ucundan bile geçmedi.

onun bu gelişini; hayatıma, aklıma, ruhuma girişini tek bir soru sormadan, tek bir soru sorma isteği bile duymadan kabullenişim, dünya üzerinde gerçekleşebilecek en doğal şeydi.

dünyanın en kirli noktalarının ortasında, dünyanın en dışındaki hayatlarından birinin en dibinde, dünya üzerinde görülebilecek en temiz şeydik.

kendi içinde dönüp duran bir fırtına gibiydik. yumuşacık, evleri yıkmayan, kimsenin canına kast etmeyen bir fırtına gibi, havada dönüp duruyorduk. sonra bir şey oldu, birisi ters -ya da sert- bir hareket yaptı. fırtına aniden kesildi, ben bütün hızımla betona çakıldım.

onu böyle kaybettim.

bazı sabahlar erken uyandım, normalde uyandığım saatlerden çok erken, o saatte ne yapılacağını bilmediğim kadar erken. midemdeki yanmanın geçmesine fırsat vermeden salona süzülüp bir sigara yaktım. bu evde sabah olmamış gibi hissetmek hep kolaydı. karanlıkta güvenle oturdum. 

bazı günler dudağımın kenarında ufak bir kıvrılmayı garanti eden şeyler yaşadım. hayat güzeldi. güzel şeyleri çokça umutla ve biraz da buruklukla karşıladım. yeni karşılaşmaları olağan hallerine bırakıp çalan şarkılara eşlik ettim.

bazı geceler eve ayakkabılarımın bağcığını yarım saatte çözdüren sarhoşluklarla döndüm. o varken içimde ne biriktiyse kusmaktan çekinmedim. uyuyabilene kadar yorganın altından tuvalete taşındım. yine de pes etmedim.

ondan sonra kaç kişi mi oldu? tanımlamaya kalkmayan, yormayan, yorulmayan, kanıma giren, böylesine temiz hiç kimse olmadı.

bir tarafım eksik, büyük bir tarafım, farkındayım. o yumuşacık fırtınanın betonda kırdığı kemiklerim yeniden kaynadı. asla eskisi gibi olamayacak, farkındayım. ve bu beni üzüyor. eskiden çok güzel olan şeyleri tekrar yaşayamayacak olmanın burukluğu hepinizde vardır, bilirsiniz.

artık biraz daha zor olacak, farkındayım. ama bununla başa çıktığımı sanıyorum. yani, sanırım, biraz güçlüyüm. ona şöyle seslenecek kadar güçlüyüm:

"biliyorum, oradasın. seni çok seviyorum, evet, hala hem de, gerçekten, inatla. umarım gittiğin yerde iyisindir ve her şey yolundadır, artık ne kadar olursa. aynı şarkıları dinliyorum hala. o şarkılar kulağıma çalındıkça ağlıyorum. şerefine yaşıyorum."

evet, ben, şu günleri onun şerefine yaşayacak kadar güçlüyüm.

artık kızgın değilim. artık önemli değil çünkü.

bundan sonra kimseyi yeterince sevemeyeceğimi hissediyorum ve basit özlemleri olabilen insanlara gıpta ediyorum. çünkü ben, hayatıma devam ederken, ne zaman özlesem parmaklarımdaki tendonlarım ve çene kemiklerim aynı anda kopmuş gibi hissediyorum.

çünkü bir gün önce çaresizlikten bütün damarlarım kurumuş, göz pınarlarım büzülmüş, içim ekşimiş, yüzüm ve ellerim parça parça kaşınmış olduğunu kimselere belli etmeden atlatıp, bir gün sonra arkadaşımın doğum günü için pasta olmayan bir şey seçtim.

çünkü başkalarını üzmemek için kendimi üzme kotamı tek bir kararla doldurdum.

çünkü içinde yaşadığım dünya küçük güzellikler sunma çabası gösterirken ait olduğumuz ırkın çirkin olduğunu biliyorum.

çünkü aptallıktan iğrensem de aptal yazılar yazıyorum.

çünkü beş yaşındaki gibi sevinip, beş yaşındaki gibi kırılıyorum.

çünkü ekmeğime konan arının balı afiyetle emişini gülümseyerek izlerken, arka masamda iştahla yemek yiyen çocuğu görünce midem bulanıyor.

çünkü zor zamanlarında yanında olduğum hiç kimseyi zor zamanlarımda yanımda istemiyorum. yanımda isteyeceğim zaten gelmiyor.

çünkü ne olduğunu anlamadan yaz bitti, ve ben üşümeyi ve yağmuru sevmiyorum. yine de sonbahar geliyor.


8.10.12

[insert reality here]


sayfaları hızlı hızlı çevirirken bir serinlik çarpar ya suratına, ekim havası tam da öyle işte. önünden bir sürü hayat, yeni satırlar ve çokça hikaye geçerken mevsim de dönüverir. bir günde bir bakarsın üşümüşsün, battaniyelere sarınıp içinden çıkamaz olmuşsun. yine de açsındır. yeni her şeye açık. zira hayatında -düzgün olmasa da- uzun süre rayını bir şekilde tutturmuş giden her şeyin anahtarı tam da ekim ayıdır.

aslında bahar temizliği denen şeyle arındığını sanırsın ya, o dönem tam da en başına buyruk olduğun halinle yüzleştirir aslında seni. [ne büyük yanılgı.] kemiklerinin ısınmaya, saçlarının renginin açılmaya başlamasıyla uzaklaşırsın bedeninden. giydiğin kıyafetlerin boyu kısaldıkça ten rengin koyulaşır. yara izlerin belirginliğini kaybeder. kafada hasır bir şapka, kendi hayatında turist gibi yaşarsın. hiçbir şeyin kalıcı olmadığını bilerek ve fakat bunu inkar ederek salınırsın oradan oraya. bir ayağın suda, bir gözün güneşte şehrin sakinliğine inanamazsın. aşktan burnunun ucunu göremezken serseriliğin dibini sıyırırsın. 

sonra şehir yavaş yavaş dolmaya, güneşin yüzü bulutlanmaya, kıyafetlerin boyu uzamaya, ten eski rengine dönmeye başlar. hayatın gerçek yüzüyle karşılaşmanın getirdiği sarsıntıyı üzerinden atmanla gerçek sen'le yüzleşmen arasındaki zaman diliminde en olmadık tepkilerle karşılarsın olanı biteni. ne yiyeceğini, ne giyeceğini, ne içeceğini, ne yapacağını; hangi adımını önce atacağını, ne zaman susup ne zaman konuşman gerektiğini, nasıl nefes alacağını bilemezsin. öyle bir yalpalanma, bazen tökezleme ve kararınca önünü görememenin getirdiği dağınıklığı -yeni ve daha büyük dağınıklıklar yaratarak- toparlamaya başladığındaysa bir bakmışsın kabukların kaşınmaya başlamış bile.

*

buralar artık bildiğin gibi değil, çıkarken üzerine hafif bir şey al.

5.10.12

but we'll never get the truth of our dreams and wishes.


"bizimkisi artık alışkanlık oldu," diye bitirilen bir ilişkinin arkasından ne düşünülür? uzun süren her neyse, onu sırf uzun sürdü diye söküp atmak ne kadar gerçekçidir? yoksa her şeyin bir 'yeter' noktası mı var? 'son damla' payını bıraksak da o bardak ne zaman taşar? tadını sevsek de bir bardak içkiyi elimizin tersiyle dökme noktasına ne zaman geliriz? kalabalıkların içinde sarhoş olduktan sonra açık havaya çıkmak insana ne hissettirir?

hayata dair soru işaretleri ve ünlemler yerini tamamlanamayan cümlelere bıraktığında artık başka pencerelerden bakma zamanı gelmiştir. bildiğimiz ve sırf bu yüzden yenilmediğimiz oyun alanlarını üzerimizdeki kumu silkeleyerek terk etmek belki de en iyisidir. 

oysa ki biz içilmemesi gereken o son shot'lar ve yenilmemesi gereken o son lokmalar yüzünden alt üst olan midemizi klozete bırakırken beynimizin içinde yankılanan "fazla, bu çok fazla," seslerini kulağımızda çınlayan müzikle bastırmaya çalışırdık. inadına, inadına ve hep üstüne üstüne giderdik. yine de yıkamadık evimizin duvarlarını. her kapı koluna bir hayat astık. her duvara bir isim kazıdık. her çekmeceye bir insan gizledik. hafızamızı kutulara kaldırmaya çalışsak da bir şeyler hep ortalığa saçıldı. fotoğraflar yapıştı ellerimize. ceplerimizde hep kum kaldı. silkelenmeyi bir türlü beceremedik.

kapısından çıkamadığımız evin farklı pencerelerinden havalandırdık odalarımızı yine de. her seferinde farklı yönden esen rüzgarla dalgalandı perdeler. kimisinin kırılan camını uğursuzluk bildik. saçlarımız kimisinden süzülen ışık çubuklarında kayboldu. bütün çirkinliği ve çoğu zaman güzelliğiyle ve ayağımızın altına yapışan kumlarıyla evimizdi işte. hayatımızı bir türlü terk edemedik.

*

bu kez fazlasıyla durgun ve bir o kadar da bağlılık kokan bir odadan çıkıyorum. koridor boyunca ilerliyorum. ellerimi duvarda gezdirdikçe bildiğim yüzlere dokunuyor elim, hep orada olacak yüzlere. o odanın dışında yeni bir pencere açıyorum bakmak için. sonbaharın kokusunu yeni bir rüzgarla, yeni bir odada karşılıyorum.

perdeyi biraz aralarsan yağmurun kokusunu bile alabilirsin.


2.10.12

the very last resort.


ve hayat bazen grip olmuş insana benzer. huzursuzluk önce gelir ciğerlerine çöker. nefes alırken için acımaya başlar. ilk başta önemsemezsin. "sigaradandır," dersin, şu bir türlü bırakamadığın. halbuki olan biten ağır gelmeye başlamıştır. gözlerin yanmaya başlar sonra, baktığın yeri netlemeye çalışırken başına bir ağrı çöreklenir. "sabah az kahve içtim," dersin bir yenisini koyarken kartondan bardağa. yine de gözlerinin sulanmasının önüne geçemezsin. çok sevdiğin bir insanı kırmanın ne demek olduğunu fark ettiğin andaki gibi yüklenir bütün yaşlar göz pınarlarına ve inadına akmaz ya, o an bir de kızarma başlar. kuru kuru çektiğin burnun sonunda akmaya başlar. ve, tabii ki, yeni yaralar eklenir vücuduna. bunlar yetmezmiş gibi her öksürüğün peşini bitmek bilmeyen bir mide bulantısı takip eder. son zamanlarda gördüğün, duyduğun, bildiğin ve hissettiğin her şeyin karşılığını bulması gibi sürekli içinde bir çalkalanma, dinmek bilmeyen. 

iyileşmek için vitaminler ve antibiyotikler dökseler de önüne, hiçbirini kabul etmez bünyen. "ilaçlar mahvediyor beni," dersin, çökmüş metabolizmanın kendi kendine yeteceğine inanarak. ve sadece dinlenmek istersin. uyumanın hiçbir şeye iyi gelmediğini bildiğinden olacak ki tüm bu tepkilere inat bir koltuğun tepesinde uykuya direnirsin. yolculuğa çıkmayı düşünürsün aslında, gitmenin de hiçbir şeye iyi gelmediğini bilmene inat. yine de rüzgara inanırsın. yüzünden, saçlarından ve ellerinden geçerken ciğerlerini temizleyeceğine. yol çizgileri arasında kesik kesik de olsa bir umut olduğuna. inanmak istersin.