30.7.13

i was still surprised when i caught your eye after all this time.


katı olan her şeyin buharlaştığı, duygusal olan her şeyin çürüdüğü, yeni olan her şeyin kirlendiği zamanlarda, "özledim," demek imkansız hale geliyor.

isimlerin, sıfatların, zamirlerin ve fillerin oldukları yerde sarsıldığı, başlangıçla bitiş arasındaki o pürüzsüz ve kaygan tabakanın üzerinde yürümek imkansız hale geliyor.

kimsenin bilmediği ve kimsenin girmediği sokaklarda, kimsenin sevmediği ve kimsenin istemediği insanlar arasında ışık çubuklarına tutunmak imkansız hale geliyor.

yolun yerini yere bıraktığı, anılardan başka hiçbir şeyin insanı mutlu etmediği; aynaya bakınca kendinden başka her şeyi görmeye başladığın, yalnızlığınla seviştiğin, ve herkesin kaybettiği noktada bir şey yapmak imkansız hale geliyor. 

sen boynundaki böcekleri öldürüyorsun birer birer, bense enseme soğuk su tutuyorum.

yine de geçmiyor.


22.7.13

geçmişi özledikçe ensesine soğuk su tutanlar için.*


Önceki hayatımızı unuttuğumuz ve halihazırda yaşadıklarımızı özellikle ve inadına zihnimize kazıdığımız bir dönemden geçiyoruz. Önceden okuduğumuz, dinlediğimiz, izlediğimiz, yazdığımız ve çizdiğimiz ne varsa, hepsini bir kenara bırakıp hayatı yeniden, ilk kezmişçesine yaşıyoruz. Sokakta gördüğümüz yüzlere daha dikkatli bakıp, kelimelerimizi daha ince ve sakınmadan seçiyoruz. Sanki bundan 2 ay öncesi VCR kasetlere kayıtlıymışçasına, hem yabancılıkla hem de özlemle anıyoruz geçmişi. Ve artık her an çok daha kıymetliymiş gibi, bunlar son anlarımızmışçasına yaşıyoruz.

Çünkü okuduğumuz, dinlediğimiz, izlediğimiz, yazdığımız ve çizdiğimiz hiçbir şeyin elimizden, bir kez daha, alınmasını istemiyoruz. Haklı gerekçelerimiz var. Çünkü artık unutmak istemiyoruz. Kitapların, şarkıların, filmlerin, yazıların ve resimlerin isimlerini unutmak istemiyoruz. Hayatımızın hangi döneminde ne yaptığımızı bilmek istiyoruz. Sahip olduklarımızı ve bunlara gerçekten sahip olup olmadığımızı sorguluyoruz. Mesela, yaz ne zaman geldi ve hava ne ara 45 derece oldu da biz o aralıkta ne okumadık, ne dinlemedik, ne izlemedik, ne yazmadık ve ne çizmedik bilmiyoruz. Komada geçirdiğimiz günlerden, derin bir nefesle uyanmaya çalışıp, bir türlü tam anlamıyla gözümüzü açamıyoruz.

Kendimizi yeniden tanımlamaya, adlandırmaya ve anlamlandırmaya çalıştığımız şu günlerde, sokağın tadını alıp evimizi sığınak belliyoruz. Daha önce hiç hissetmediğimiz duygularımızı keşfedip, öze inmeye çalışıyoruz. Kendimizi en saf halimizle en yakından gördüğümüz noktada kusurlarımızla barışıyoruz. Sürekli bir boğulma hissi yaşatan duygulara ve insanlara sarılma hissi ile bize zerre hareket alanı tanımayan duyguları ve insanları yırtıp parçalama isteği arasında bocalıyoruz. Kaybettiklerimize bakıp daha kötü olmak için yapabileceğim en iyi şey ne olabilir, sorusunu boynumuza asıp, geçmişten kalan melodilere ve seslere sığınıyoruz.

The XX de Londra’dan kopup bu duyguları oldukları yerden sökmeye, yerlerine daha ağırlarını yerleştirmeye geliyor. Yemekten en çok zevk aldığın yemeğin boğazına takılması gibi, dakikalarca tüm katmanlarını soyup şarkının kalbine indikleri an, bulunduğun yeri ve olduğun seni sorgulatan şarkıları ile The XX, 7 Ağustos gecesi Parkorman’da gizlenen duyguları aleni bir ayine dönüştürmeye hazırlanıyor. Sonuna kadar tüketen, kalan her şeyin dibini itinayla ve zorla sıyıran, kendini karanlık bir odada oturup kafanın içindekileri dinliyormuşsun hissi veren her nota ve her sesle, kalp ritmine kafa tutuyor.

Geçmişi özledikçe ensesine soğuk su tutanlar için.



* bu yazı 22.07.2013 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

19.7.13

and i hope you never think about anything as much as i think about waking up next to you during a windstorm at 5 am.


çocuk aldırmış gibi hissediyorum.

önce bakıyorum. öpüşürken gözlerini kapatmamak gibi, tüm detayları inceliyorum. baktıkça, inceliyorum. parkelerin arasından yerin dibine sızacak kadar tel tel olup en olmayacak duygulardan geçiyorum.

içini görüyorum. karanlıkta parlayan kelebek kanatlarını takip edip, sonsuz bir boşluğu tüm hücrelerimle dolduruyorum. kusurlu bir beyazlığı ellerimle yoğurup şekillendiriyorum.

içinden akıyorum. sonu baştan belli olan bir hazırlığa girişiyorum. duyguların kör, umudun manipüle ettiği bir bedeni olabilecek en sert zemine yatırıyorum. 

içimde, beni olabildiğince canlı ve huzursuz edici derecede ağır hissettiren bir canlı büyütüyorum. tüm açlığı, tüm depresyonu, tüm yorgunluğu, tüm duygu durum bozukluğu, tüm sancısı ile orada olduğunu ve yaşadığını bildiğim bir hayatı büyütüyorum. tırnaklarım kırılsa, ellerim kesilse, boynum tutulsa, kaslarım ezilse ve kemiklerim kırılsa da, orada olduğunu bildiğim bir canlı ile yaşıyorum.

ta ki bir gece, burnumdan kan gelene kadar. sanki vücudumdaki bütün kan ve oksijen çekilmiş ve hepsi tek bir yerde toplanmış, o canlıyı havasız bırakmış gibi, nefes alamıyorum. biliyorum.

elimi karnımın üzerinde gezdiriyorum. varlığın anlık yokluğunun yarattığı bulanıklık hissi tüm benliğime yayılıyor. eksik, belki de bu duyguyu tanımlayabilecek en iyi kelime, diyorum. belki biraz da kırık. ve eksik.

kendimi, karnımda ölen çocuğumu aldırmış gibi hissediyorum.

*

aslında hiç var olmamışız ve bunların hiçbirisi yaşanmamış, bir düşünsene.

15.7.13

she will love you like a fly will never love you, again.


uzun zaman oldu. öyle geliyor. aslında değil. çok değil. o kadar, değil.

tekrar yazıyorum. öyleymiş gibi geliyor. sana yazıyorum. kendime değil.

bazen her şey çok garip geliyor. kendini tanıyorsun. kendini unutuyorsun. kendini buluyorsun. kusurlarını görüyorsun. özünden uzaklaşıyorsun. evreni biliyorsun. özünü evrende buluyorsun. kendi evreninde, kimsenin bilmediği duygularını keşfedip, hissediyorsun.

kendini en tehlikede ve en güvende hissettiğin o yerde, kendin oluyorsun. yeryüzünü, gökyüzünü ve evreni ve tüm galaksiyi, tek bir an da olsa, ışık hızıyla, göz açıp kapatıncaya kadar geçip, geri dönüyorsun.

sonra ne mi oluyor? vazgeçiyorsun.

bilerek, isteyerek, acıyla, sancıyla bırakıyorsun özünü. kusurları sahiplenip, kemikleştiriyorsun. çünkü bu sonsuz boşluk, tek başına çekilmiyor.

söylemek istediklerin, söylemekten ve duyacaklarından korktuklarınla çarpıştıkça sessizlikte derin yarıklar ve girdaplar oluşturuyor. içinden çıkarıp atmak istediğin, ama atamadığın ve tuttukça tam sırtında, omurganın her bir kemiğinde biriken her kelime, daha uzun sessizlikleri doğuruyor.

zaman zaman, onu, kendinin dışına itip oradan seyrediyorsun. daha çok sarılmak, daha çok uyumak ve daha çok sevmek istiyorsun.

gitmeden bir şeyler söylemek geliyor içinden.

çünkü bu sonsuz boşluk, tek başına çekilmiyor.

12.7.13

not even close.


her şeyin başladığı yerde, her şeyi başlatan müzikle, her şeyin değiştiği ve hiçbir şeyin değişmediği bu yerde, kendimden yansıyan benle.

önümüz yine kapalı. yine denizi göremiyoruz ve göremediğimiz şeylerin hayalini bile kurmuyoruz. çünkü biliyoruz ki umut, sadece görüş açımızı buğulandıran, boğazımızı düğümlendiren bir boşluk. içi hiçbir zaman doldurulamayacak, koca bir boşluk.

geçmişi sıfırlayıp göğe metal plakaların arasından bakmak nasıl imkansızsa, çürüyen elleri ve kanayan bilekleri tekrar tutmak o kadar acı verici. göğe baktığında kendini görmekse bir o kadar umut verici. boşluk.

rüzgardan sallanan direklerin altında oturup, aslında hiçbir şeyin hiçbir zaman sabit kalmayacağını görüyorsun. göğe bakarken bile bakışların başka yansımalarla kesişiyor. yanılsamaların getirdiği umutla, o boşluk derinleşiyor. bile bile gelip oturduğun bir direğin altında, ne karşıyı ne de yukarıyı görebiliyorsun. yaslandığın direğin aslında ne kadar kolay yıkılabileceğini anlamak için yüzünü rüzgara dönmen yetiyor. bildiğin hiçbir şeyi unutamayacağın gibi, bilmediklerinin de teker teker üzerini çiziyorsun. hepsi gerçek, ve hiçbiri geçen 1 sene kadar değerli değil.

boğulmak üzereyken nefes almaya başladığım bu nokta, bana yine beni göstererek içimi acıtıyor. kalbin kapalı. kalbim açık. bağlandıkça daha çok kopup, daha çok sarıyor ve her sarılışında, daha da derinleşiyor.

ne bildiğin, ne gördüğün, ne düşündüğün. hepsi birer yanılsama. baktığında seni gösteren. baktıkça daha sert çarptığın, daha sert düştüğün, daha sert kırıldığın, daha sert parçalandığın. hiçbir şeyin hayalini kurmayıp, sadece olanın, olduğu kadarını ve belki daha fazlasını istediğin. sadece o an, onun olduğun, sadece o olduğun, bir yanılsama.

istemenin yerini teslim olmaya bıraktığı bu nokta, tüm yaraların iyileştiği, tüm kırıkların kaynadığı, tüm kirlerin temizlendiği, tüm çirkinliklerin güzelleştiği tek nokta. sorgulamadan ve bilinçsizce, yine kendinden en emin halinle olmak istediğin tek yer. dışarı adım attığın an, yine bir şeylerin yaralanacağını, kırılacağını, kirleneceğini ve çirkinleşeceğini bildiğin dünya üzerindeki en naif nokta.

daha iyi ve daha kötü zamanların yaşandığını bilsen de, bitmesini istemediğin o tek anın tekrar ve tekrar yaşandığı bir nokta. senden çarpıp bana, benden çarpıp sana ve birden çarpıp göğe karışan tüm umutların, hayallerin ve kırıkların parçalanıp bir araya toplandığı yeryüzündeki en temiz nokta.

asla kaybolmayacak ve silinmeyecek anların, anıların ve yansımaların karşılık bulduğu tek nokta.

yaslandığım direğin salınımıyla gerçekliğimi bırakıp kendimi göreceğim göğe bakıyorum. kendime çarpıp düşüyorum.

hala, bulunamayacağım tek nokta.


dünyayı senin yansımandan izlemeyi çok isterdim.