9.11.13

taş.


sesler duyuyor. çatlamaya benzer sesler. belki biraz da suya. sabah kahvesini hazırlarken ketıldan yükselen suyun sesi gibi.

yoğun bir duman doluyor içine, dışına. her yere. kırıldığı an tüm zemine yayılan cam parçaları gibi. her yere yayılan bir duman sarıyor içini, dışını.

dilinin uyuştuğunu hissediyor. ve tüm ağzının içinin. afta sürülen mürekkep sonrası gibi, bir daha tat alamayacağını düşünüyor. sadece bir an.

sonra geçiyor.

sonra her şeyin geçtiğini düşünüyor. gerçeklik boyut değiştiriyor.

bir anda, vücudundaki tüm kasları tepeden tırnağa hissetmesine sebep olacak bir uğultu yükseliyor omuriliğinden. virgüllerinde durulmadan okunan bir yazı gibi, her hareket ve her ses ve her koku ve her ışık birbirinden ayrılıyor. her biri ayrı ayrı akıyor parmak uçlarından. saç diplerinden ayak parmaklarına kadar, her hücresiyle, unutuyor. her hareketiyle tüm anılar teker teker ve birdenbire doluyor hafızasına. gözlerini her kapatışında, karanlıkta bir yüz beliriyor. yüzü, bir prizma gibi, tek bir ışık çubuğundan onlarca hüzme yaratacak kadar kırılıyor. kırıldıkça parçalanıyor anılar ve tekrar canlanmak üzere saçlarının arasına saklanıyor.


belirsizlik huzura, kaos dinginliğe galip geliyor. tek bir an, bedenden geçtiği gibi, tıpkı ışık çubukları gibi, binlerce duyguya bölünüyor. parçalanıyor. dağılıyor. sadece taş, bütün çirkinliklerin üzerini örterek her şeyi son derece mümkün ve olabildiğince parlak gösterebiliyor.

yer çekimini yenebileceğine inanıyor. tüm şehrin dümdüz olduğunu ve durduğu noktadan şehrin diğer ucunu görebileceğini biliyor. görebiliyor.

renkleri sonsuza kadar değiştirebileceğine inanıyor. şehrin tüm griliğini avuçlarının içine alıp, buruşturup, rengarenk ışık hüzmeleri olarak, geri, yerlerine koyabileceğini biliyor. koyabiliyor.

bundan sonra hiç yemek yemeden ve uyumadan da hayattan zevk alabileceğine inanıyor. hayati tüm ihtiyaçları bir anlığına ve sonsuza kadar kenara bırakıp yaşamaya devam edebileceğini biliyor. devam edebiliyor.

apartman boşluğunda yetiştirdiği çiçeği yeşertebileceğine inanıyor. o karanlık ve küflü boşlukta sonsuz beyazlığın sızacağı delikler açabileceğini biliyor. açıyor.

zamanı ve mekanı kırıp yeniden bir araya getirebileceğine inanıyor. uzun ve uzak olan her şeyi yakasından tutup kendine çekerek göz bebeklerinin siyahına hapsedebileceğini biliyor. hapsedebiliyor.

gözünün göremediği ve elinin uzanamadığı tüm çirkinliklere inat gördüğü ve uzandığı her yere hikayeler bırakabileceğine inanıyor. hareket ederek, hayret ederek, bakarak, tadına bakarak, dokunarak, koklayarak ve konuşarak havada süzülen hikayelerin arasına karışabileceğini biliyor. karışıyor.

doğduğu, büyüdüğü, aşık olduğu, ölümüne sevdiği, ölümden döndüğü, kırıldığı, kazandığı; her hücresiyle yaşadığı şehrin kirli ve karanlık taş sokaklarında kayboluyor.

sonra geçiyor.

sonra her şeyin geçtiğini düşünüyor. zamanla yer çekimine de alışıyor.

**


aslında hepimiz başkalarının derisinin altına yerleşmiş böcekleriz, ve her seferinde, bir kaşıntıyla veya bir taşın altında ezilip yeniden doğuyoruz.


* bu yazı nicethingsforniceboys rock'n roll issue'da yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder