29.4.14

paris’te olan paris’te kalmaz -1-*


Gitmenin her zaman için bir olur tarafı var. Çünkü gidersen, geri dönüşünü de garanti edersin ve o geri dönüş hiçbir zaman eskisi olmaz. O yüzden, gidersin. Eskisi gibi olmamak için, eskiden uzaklaşmak için; döndüğün yeri yeniden görmek için gidersin.

Ben de gittim.

Yılın en soğuk ayında aldığım uçak bileti ile, hayatın en boğucu ve ülkenin en gri olduğu döneme denk gelen bir aralıkta uykusuz bir gecenin gün doğumunda 18E numaralı koltukta Paris’e gittim. Sevdiklerimi değil fakat boğuculuğu ve griliği geride bırakarak, döndüğümde hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilerek.

Verili tüm değerlerden, bilinen tüm algılardan, klişeleşmiş tüm romantizmden uzak bir 6 gün geçirdim. Telefonu sadece fotoğraf çekmek için kullanarak ve internete sadece sabah evden çıkmadan ve gece yatmadan önce bakarak. Türkiye'den uzak. Yakın durduğum ve daha çok yaklaşmak istediğim tek şey, yerellikti. Metro ağının ulaşabildiği her durağın arka ve bir arka sokağında neler olup bittiği; insanların ne yiyip içtiği, ne konuştuğu, ne dinlediği, ne izlediği; kamusal alandaki insan ilişkileri, özel alandaki insan ilişikliği; sokaklar, duvarlar, kaldırımlar ve tabii ki gökyüzü.

Ve daha ilk gece kendimi, tüm bunları ayrı ayrı ve bir arada görebileceğim en özel noktalardan birisinde buldum: Chez Gladines.


Metrodan Place d’Italie durağından çıktığın, bulvarın etrafında yarım tur attığın ve 30 Rue des Cinq Diamants sokağına girdiğinde 13 numarada görebileceğin Bask restoranı, Chez Gladines. Kapısındaki kalabalık içeride seni bekleyenin habercisi aslında. Zira bir masaya oturup yemek siparişi vermen için en azından bir saatin var. O zamanı da en iyi, bardan alacağın bira veya şarabı yine kapının önünde içerek değerlendiriyorsun. İsmini, içkiden ıslanmış barın üzerine yapışan kağıtların üzerine kurşun kalemle yazıyorlar. Bağırılan isimler ve siparişler arasından insanları izliyorsun. Masalara göz atıp ne yiyebileceğini kestiriyorsun gözüne. Eski ve birbirinden farklı ahşap masa ve sandalyelerin arasından kendine yol açmaya çalışıp, yaklaşık 1,5 saat sonra sana gösterilen yere oturuyorsun. Beklemekten sıkılman veya sinirlenmen gibi bir şey söz konusu bile değil. Sadece açlık üzüyor. Onun dışındaki her şey tam da olması gerektiği gibi. Tüm o salaşlık ve kalabalık arasında insanların gülümsediğini görebiliyorsun. Çünkü oldukları yerden memnunlar; her şey yerli yerinde.

Dev metalik kaselerin içinde gelen salataların ve büyük tabaklardaki soslu et servislerinin ortak noktası patates. Yuvarlak ince dilimlenmiş, kızartılmış. Eşlikçileri ise şarap veya bira. Saat ilerliyor, yemekler yeniyor, şişeler boşalıyor; o daracık ve tüm eskiliğine rağmen genç duran mekandaki yüzler değişse de ses hiç bitmiyor. Herkesin konuşacak bir şeyi, tanışacak yeni arkadaşları, siparişini vereceği tatlısı oluyor.

*

Masanı yeni insanlarla paylaşmaya açık ol. Hayatın ne getireceği belli olmaz.


Tabi Paris'in de.


*bu yazı 28.04.2014 tarihinde trendus.com'da yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder