31.1.12

tomboy


hafta içi her akşam 20:15'te istikrarlı bir şekilde bones izliyorum fx kanalında. haberlerden sonraki ve izlenmesi olası herhangi bir programdan önceki boş süreyi doldurmanın en rasyonel ve keyifli yolu oldu benim için. ve bugün izlerken şunu fark ettim; ben bu diziyi csi gibi akışına bırakarak veya zaten var olmadığını bildiğim crime scene investigation metodlarına hayretler ederek değil karakterlerin derinliklerini analiz ederek izliyorum. şöyle ki; 

ana karakterlerden birisi booth. bu er kişi duygularıyla, içgüdüleriyle ve hatta inançlarıyla hareket ederek sorguluyor insanları. ve yine hareket noktasına dayanarak sonuçlar elde ediyor vs. diğer karakterimizse bones. bu kadınsa olay yerinde bulunan kemikleri ve kanıtları laboratuarda incelemek suretiyle, tamamen bilimsel veriler üzerinden hareket ediyor. güçler birleştiğindeyse, bum! olay çözülüyor. burda şaşırtıcı(!) olansa, toplumsal cinsiyet namına ne varsa ters yüz olması. cinsiyetlere addedilen niteliklerin tepetaklak edilmesi. zira bones, kanıtlara inanıyor. gördüğü somut şeyler üzerinden değerlendiriyor her şeyi. gerçekten, her şeyi. bunun yanı sıra etrafına duvarlar örmüş ve bu duvarları kimsenin yıkmasına izin vermeyecek kadar güçlü bir duruşa sahip. bunu ses tonundan bile alabiliyorsun.

gelelim olayın benim için dikkat çekici olan yanına. bugün, dışarda kar yağarken -saçımda havlu, elimde kahve- yapılacak en klişe şeyi yaptım; eski fotoğrafları döktüm yatağın üzerine. eski dediysem, gerçekten eski. ve -şu yukardaki- 23 sene önce çekilmiş fotoğraftan aslında zaten nasıl bir kadın/insan olacağımın az çok öngörülebilir olduğunu fark ettim. senin de gözüne ilk çarpan şey yara bandı değil mi? izlerini hala taşıdığım yaralarım. ve o çizgili tişört. dolabımda en az 10 tane çizgili tişört bulabilirsin. barbie'lerimi saçlarını kestikten sonra bir kenara attığımı ve en sevdiğim şeyin abimle street fighter oynamak olduğunu söylemiş miydim? zaman geçtikçe kestiğim saçlar benim oldu, oynanan oyunsa değişmedi. 

bu marifet değil belki ama, en son ne zaman ağladığımı hatırlamıyorum bile. iş duygulara geldiği zaman, tık tık, işaret parmağı doğruca kafaya gidiyor. ara sıra lafını ediyorum, biliyorum: "şimdi ağlicam." ama her şeyin mantıklı bir açıklaması ve dolayısıyla bir 'dur' noktası var. 

fen derslerim kelimenin tam anlamıyla rezalet olduğu için bir laboratuar faresi olamadım belki ama, hey! inanmak için somut şeylere ihtiyacım var ki biz bunlara 'gerçek' diyoruz. örneğin, sevmek de duygusal bir durum ve bir temele oturtulması için bunun hareketlere dolayısıyla gerçek'e dönüştürülmesi gerekiyor. ((bu fikir yürütme biçimi bile başlı başına bir sorun aslında, değil mi?)) sanırım benim sorunum burda, duygu denen şeyi nasıl ifade edeceğimi bilmediğim için bir eyleme, haliyle de gerçek'e dönüştüremiyorum. o yüzden içimde kalıyor. kalıyor. kalıyor. sonra bir bakmışsın patlamış. tabi yine sınırları belli bir alanda içinde. tık tık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder